Günlerden Salıydı. Beyoğlu’nun
arka yakasında kalan soğuk bir gündü. Kabataş tramvay durağına yürüyordum. Tek
başıma. Bedbin ve bir sokak kedisi kadar avare. Üzerimde tanımadığım insanların
bakışları geziniyordu. Paltomun içinde gittikçe küçülüyordum sanki. Şarkı
mırıldanmak istiyordum, ama hafızam müsaade etmiyordu bir türlü. Giydiğim botların
çıkardıklar sesten bile rahatsızlık duymaya başlamıştım. Yolda birbirine
sımsıkı sarılan çiftler. Karşıdan karşıya kırmızı ışıkları hiçe sayarak geçen insanlara
çalınan korna sesleriyle durağa vardım. Tramvay bekleme modundaydı. Kapı
açılınca birden karşımda O’nu. Şair. İsmet Özel’i gördüm. Gördüm ki ne gördüm. Kırk
yaşında da değildi üstelik. Saçları ağarmış, yüzü kalınlaşmış bir vaziyette çöküvermişti
koltuğuna. O’na ait onca şiir, onca söz, onca kelime beynimde gıcırdayarak
dolanıyorlardı. Kendisine sokulmak bir meczubun cine meydan okuması gibi delice
olduğunun farkındaydım. O yüzden son derece ihtiyatlı davranmalıydım. Tramvayın
en sakin saatleriydi zaten. Şair’in yanındaki koltuk, karlı bir havada gözümüze
çarpan belediye bankları gibi ulaşılmaz ve soğuk görünüyordu, ki ben de başka
bir koltuğa yöneldim hemen. Aramızda mesafe yok denecek kadar azdı oysa. Mesai
saatindeki bir dedektif gibi gözlerim üzerindeydi. Kaçırmak istemiyordum. Bir
anlık dalgınlık olur da onu kaybetmeme sebep olabilirdi çünkü. Hataya da düşmemeliydim.
Zira;
Zira;
‘’Hata yapmak
fırsatını Adem’e veren sendin
bilmedim onun
talihinden ne kadar düştü bana
gençtim ve ben neden
hata payı yok diyordum hayatımda’’
Dilimde bu dizeler mırıldanıyordum.
O’ nerede inerse, ben de orada ineceğim diyordum kendime. Her durak sonrası
tramvay kalabalıklaşıyordu ve camlar biraz daha buğulanıyordu. Biraz daha. Biraz
daha. Kimse umursamıyordu ama. Herkes memnundu halinden. Kimse tanımış gibi de durmuyordu.
Gene de onca insan tecahül-ü arif yapıyor olamazdı. Her neyse işte, mevzu bu
değildi. Hangi durakta inecek diye yolcuların arasından pür dikkat izliyordum
kendisini. Beynimde cevabını arayan bir yığın soru, bir dizi kelime dolanıyordu.
Nihayet batı cephesindeki azılı bir asker gibi ayaklandı. Çantasını omzuna aldı,
dışarı çıktı. Tabi arkasında tanımadığı
bir ben-i adem, yani ben. Yürüyordu. Yürüyordum. Yürüyorduk.
''yola madem
çöllerdeki satrabı
yalvartmak için çıkmıştım
hava bozar, yüzüm eğik
giderdim yine’’
Cesaretin
canı cehenneme deyip yanına sokularak merhaba ey şair!
Dedim. Yüzüme baktı.
Gözlerim kalın suratında geziniyordu. Tebessüm ederek-şairler tebessüm eder, gülümsemez- merhaba dedi O’ da. Kelimeler
firar ediyormuşçasına dökülüyorlardı dilimden. Sanki susarsam başından
defedecek-miş gibi geliyordu. Meşhûr Sultanüş’şüâra Baki’nin Kanuni’ye dizdiği
kasideler gibi durmadan methiyeler dökülüyordu ağzımdan. Bir müddet sonra. Beklenmedik
bir soru çarptı kulaklarıma. Minarelere değen o ses gibi:
''Çanlar sustu ve fakat
binlerce yılın yabancısı bir ses
değdi minarelere: Tanrı uludur! Tanrı uludur!''
Soru sorulduysa
cevap verilmeliydi. Ama ayaklarımın kaldırım taşlarıyla temas ederken ki maruz
kaldığı titreyişi damarlarımdaki aşağılık kanda bile hissediyordum. Bir süre
böyle gittik, iki yabancı gibi. O’nun beni tanımadığına anlam veremiyordum.
Tanımalıydı. Evet, seni bir yerde gördüm. Beni dinleme geliyordun demesini
bekliyordum belki de. Demeyeceğini bile bile hem de. Birden nereye gidiyorsun,
diye sordu. Hiçbir yere… Siz nereye, ben oraya, diye cevap verdim. Bu
özgüvenden sonra malûm şairleri tramvaylarda görmeye pek alışkın değiliz,
deyince, o da şairler her zaman
binmelidir tramvaylara diye karşılık verdi.
Beynimde O’na ait
sözcükler çarpışmaya devam ediyordu: Ne saçma. Ne budalaca! Adım attıkça bir tını sarıyordu
bedenimi. ‘’Edebiyat bize burada yardım
edemez. Biz yeniler alt dudağımızı ısırır ve terleriz…Saçma; ama başka ne sorulurdu
ki, in misin cin misin’’ Yürüdükçe
insanlar, arabalar, talebeler, yerli tramvaylar, seyyar satıcılar, işportacılar
caddeler, yolcular hepsini geride bırakıyorduk. Gözlerim şairde, bir şeyler
desin de konuşalım istiyordum. Öyle ki ‘’Bana soru sor artık, beni kurtarma,
konuştur.’’ Diyen şair değil miydi?
Sonra beklenmedik bir soru soruldu:
Sonra beklenmedik bir soru soruldu:
Liseyi nerede okudun? O sordu ya hemen cevap vermek elzemdi. Zühtü
Kurtulmuş, diye bilenen düz bir lise diye cevap verdim. Doğru lise yani diye karşılık verince afalladım. Ama anlamadığımı
belli etmemek için başımla evet diye onayladım. Azeriler düze, doğru derler,
yanlışa da pis, deyince her şey netlik kazandı kafamda şimdi. Sadece başka
kafalardaydık. O kadar.
Fakat ben…
Başından def’etmeden
söylemem gerekenleri söylemeliydim Şair’e.
Ey sökülmüş cep! Ey ıslak yorgan!
Ey bulduğu her bahaneyle çıngar çıkaran!
Yardım et! Yardım et!
Bir Yusuf Masalı’ndan bahsetmeliydim mesela.
Naat’tan, Münaacat’tan
ya da. Bu nasıl bir aşk? Bu nasıl bir masal? Söyleyin ey şair, diye haykırarak
belki de. Çekiniyordum ama. Zaman durmadan akıyordu. Çıldırmamak mümkün
değildi-mübalağa burada işimize yaradı-,
fakat sebat ettim. Direndim… Aklımdan geçenleri söyledim.
Anlat:
Bu bir
Yusuf Masalıdır de.
Bunu söyle ve fakat
şunu da sor
Yusuf’un Masalı neden
Yusuf’la
başlamıyor.’’
N’oldu bilmiyorum
ama lise edebiyat kitaplarında bile görülmemiş bir mübalağa dilimden fışkırdı. Şuan
bunları yazarken bile kahroluyorum, nasıl yaptım böyle bir saçmalığı, ahmaklığı
diye. Haddimi aşmama sebep olan o söz sanırım şöyleydi: Eğer Kur’anı Kerim
Türkçe indirilseydi. Bu şekilde olurdu-İsmet Özel’i tartıştığımız bir günde
kıymetli bir arkadaşımdan dökülmüştü-. Dedim. Bütün kutsanmış, afili
kelimelerle hem de. Kelimeler işte bazen başka anlamlara da geliyor-muş
maalesef. Ve tekrar şair konuştu: Evet.
Mübalağa etmiş arkadaşın…O benim müsveddelerim, deyince suratıma
ateşten bir şamar vurulmuşçasına tarumar oldum. O ise kelimeleri dizmeye devam
ediyordu: Sadece bir defa bastım.
Üzerinde çalışıp tekrar yayınlayacağım. Artık söz söyleme hakkım yoktu. Mevzuu
çevirmekten başka çarem yoktu, ancak bu da mümkün değildi o şartlarda.
Fark ettim ki yolun
sonuna gelmişiz. Yorgundu bakışları. Ürkütücüydü. Romanlarda, filmlerde, hikâyelerde
rastladığımız o kahramanlar misali parktaki pespaye bir bankı işaret ederek: Ben şimdi burada biraz dinleneceğim,
demesiyle her şey alaşağı olmuşçasına devrildi zihnimde. Bu cümlenin Türkçesi artık
başımdan git demekti. Ve iblis. Durma.
Hadi sen de git onunla dediyse de dinlemedim; çünkü daha evvel
‘’Hiç deneme
Cibril’i düşünmeden
Asla yaşayamazsın’’
diye haykırmıştı Şair. Elimi uzatarak
vedalaştım ve sonra uzaklaştım. Uzaklaştı. Uzaklaştıkça küçülüyordu şair. Sonra
kayboldu. Sonra. Sonra.
‘’Ah bu hep zaten böyle oluyor
İnsanlar tabiatı her zaman heyecana boğuyor.’’
Sonra…
şubat 2015