İnsanoğlu
ömrünün çoğunu hep birilerini ya da bir şeyleri beklemekle geçirir. Öyle ki,
şarkılar bile beklemenin kutsiyetinden bahseder çoğu zaman.Mesela, ‘’ beklemek
ibadet,kalmak zulümdür’’ şarkısını çoğumuz kaseti(ya da cd), tekrar tekrar
başa alıp dinlemişsizdir Orhan Gencebay’ın.Bununla birlikte, ‘’gelecekse
beklenen,beklemek güzeldir’’ gibi sarf edilen sözler ise, yüreğimizin ağrıyan
yanına merhem olur.
Beklemek,beklemek,
beklemek.
Hiç
tanımadığım;ama müşterek bir noktamızın var olduğunu düşündüğüm birçok bekleyen
gibi, Bahman Ghobadi’nin yeni bir film projesi olduğunu ilk duyduğumda çok
heyecanlanmıştım. Acaba nasıl bir film olacak,diye hep sorardım kendime yaşadığım semtin arka sokaklarını deli divane
bir halde adımlarken. Elbette ki daha önce izlediğim filmlerinin payı da mevcut
böyle düşünmemde. Peki, sizin de bu şekilde beklediğiniz anlar oldu mu, diye üstü
kapalı bir soru yöneltsem? Çok değer verdiğiniz bir yazar ya da bir şair,
‘’üzerinde uzun zamandır çalıştığım kitabım nihayet bitti,dolayısıyla çok yakında
elinizde olacak’’ diye içtenlikle okuruna müjdelemesi, büyük bir merakla
beklemenize ve heyecanlanmanıza sebep olmaz mı? Belki de o başka, bu başka
diyeceksiniz. Ya da ben abartıyorum. Ancak yine de Pasolini’ye sırtımı dayamak
istiyorum burada: ‘’aşırı olan doğrudur.’’
Bu
sorunu da hallettiğimize göre devam edebiliriz kaldığımız yerden.
Filmin isminden yola çıkarak, beynimin en
ıssız kalmış odasında küçük küçük ''sözlü senaryolar'' karaladığımı itiraf etmek ve
bir noktadan sonra da vazgeçmek zorunda kaldığımı söylemek istiyorum;fakat bu şekilde yaparak kendime haksızlık
yaptığımı düşündüm; bilahare filmin oyuncu kadrosunun adları açıklanmasıyla daha ayrı bir heyecan sardı pejmürde kıyafetli bedenimi diyebilirim.
Hafızam beni yanıltmıyorsa ilk önce, Yılmaz Erdoğan’nın bu filmde yer alacağını öğrendiğimi hatırlıyorum.
Birkaç gün geçti geçmedi Monica Bellucci’nin adı da Türk medyasında yankılanmaya
başlamasın mı? Kaldı ki, daha yönetmen motor demeden böyle ses getirdiyse,gerisi ölüyü diriltme çabasından başka ne olabilir ki? Diyeceksiniz ki,adı
üstünde Monica Bellucci bu.Haklısınız,hem de çok haklısınız; zaten bir an önce filmin çekilip, bu divane halimden kurtulmayı da çok istemiyor değildim hani.
Buraya
kadar hoş güzel de, hangi filmden bahsediyorum ben? Hepinizin daha başından
tahmin ettiği gibi Gergedan Mevsimi’nden.Ayrıca söylemeden edemeyeceğim,sayılı
gün çabuk geçer sözü benim için hiçbir anlam ifade etmediğini bu vesileyle
belirtmek isterim; çünkü bazı sözler söylendiği dönemlerde anlam kazanırmış
sadece.Bunu bir kez daha anladım bu vesileyle maalesef. İşte tam bu nokta da İsmet Özel’e söz
hakkı doğuyor:
‘’bu sözün sözler içinde
bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı’’
Yukarıda
da ifade ettiğimiz üzere, filmde bir hayvan ismiyle karşı karşıyayız.
Ancak bu sefer bizim memlekette hiç rastlamadığımız bir hayvan( bu da demek değildir hiç görmedik). Unutmamak
gerekir ki Ghobadi,bu isimleri verirken tabii ki seyirciler heyecanlansın, diye yapmaz. Bunu anlamak hiç de güç
değil aslında; ama asıl konumuzu aştığı için bu mesele burada kesiyorum bu bahsi de.Filmin egzotik ismiyle devam etmek istiyorum kaldığımız yerden (Film daha yeni olduğu için,bahçeye girmek yerine etrafında gezinmeyi uygun gördüm:spoiler'a ne gerek öyle değil mi?).Şimdi aklımıza ilk gelen soru: neden gergedan olduğudur; çünkü bizim kendimize
ilk sorduğumuz soru,neden gergedan olduğuydu.Anlattığı hikâyeyle orantılı olarak
şöyle diyebiliriz belki: çoğumuzun bildiği üzere gergedan derisi çok kalın olan
bir vahşi hayvandır; kalın derisinin altındaki o yumuşaklık bize İran
devriminin şiddetini ve bunun altında yatan iç kanamayı simgeliyor diyebiliriz.mi?
Ve gergedanlar ekseriyetle tek başlarına yaşarlar. Dolaysıyla, İran da o
dönemler yalnızdı. Şuan bile yalnız başına susuzluğunu gidermeye
çalışıyor; ancak onun yalnızlığı güçlü! oluşundan gelir biraz da. Diğer bir
taraftan filme baktığımızda karakterlerin yalnız olduklarını görürüz.Yalnızlığın
ve yalnız insanların birbirleriyle
mücadele ettiği esrarengiz bir masal gibi akıp gider…
Ve
o gün geldi artık.Gergedan Mevsimi sinema salonlarında yer aldı. Hiç vakit
kaybetmeden gidip izlemem lazımdı. Vizyona girdiği ilk gün izlemeliydim hatta,yoksa
filmin hiçbir özel anlamı kalmayacaktı benim için. Aynadaki kendime sorarak:bu
kadar bekledin, bir iki gün daha sabretsen n’olur sanki? Ancak hemen ardından sustuğumu eklemek istiyorum; çünkü ne
yaparsam yapayım kendimi ikna edemeyecektim. Zaten daha önce dostlarla
birbirimize söz vermiştik, o gün birlikte gideceğiz, diye; ama ne yazık ki
birbirimize söz verdik dediğim çok değer verdiğim arkadaşım, çok sevdiği kız
arkadaşıyla daha sonra gideceğini söyledi bana. Olacak şey mi bu,diyeceksiniz
biliyorum.Siz sordunuz,ben cevaplayayım: Oluyor maalesef. Ama yine de yoluma
devam etmek zorundaydım.Empati denilen bir durum var. Haklısın, deyip başka bir
sayfaya atladım. Hem,başka ne diyebilirdim ki?
Hiç vakit kaybetmeden yalnızlığa şiir karalayan, başka bir arkadaş
bulmam lazımdı hemen. Telefona uzattım elimi ve yalnızlığı hayat felsefesi
edinen o arkadaşımı aradım: kalk Gergedan Mevsimi’ne gidiyoruz,dedim. Daha önce
çınlattığım için kulağına,gelebileceğini söyledi( her ne kadar daha önce böyle
bir şeyden bahsetmediğimi söylese de). Her şeye rağmen buluştuk,gittik.
(Uzattığımın
farkındayım ve yeri de değil bu yazdıklarımın; dolayısıyla sabrınıza sığınarak
bununla ilgili son düşüncelerimi de bırakıp asıl konumuza tekrar geri
döneceğim. Beni yalnız bıraktı dediğim o mezkûr dost, bu yazılanları okuyacağı için bizzat
yazmak istedim bu olayı; çünkü unutulmasın istedim ve yıllar sonra tekrar okuduğunda yüzünde küçük
bir tebessüm belirsin istedim. En çok da bunun içindi sanırım.Belki tam tersi
bir tepkiyle de karşılaşacağım,bilemiyorum. Dileriz mesaj yerine ulaşmıştır.)
Konuyu
daha fazla dağıtmadan filmin altında gölgelenmeye devam edelim.Ghobadi’nin,
daha önce‘’Sarhoş Atlar Zamanı ve Kaplumbağalar da Uçar’’ filmlerini
izleyenler, bu filmi izledikten sonra aradaki farkı net bir şekilde göreceklerdir
muhakkak.Bununla yanında, benzer ayrıntılar da ele veriyor kendilerini.Zaten en
başta filmin ismi. Malumunuz üzere Ghobadi, filmlerine hayvan isimlerini vererek
anlattığı hikâyeleri derinleştirmeyi çok başarılı bir şekilde yapabilen bir
yönetmen. Vazgeçilmezidir diyebiliriz hayvanlar. Hem, hayvanlara bu derece âşık
kaç yönetmen var? Belli ki insanlarla anlatamadığını,hayvanlarla tamamlamak
istiyor. Onun filmlerindeki hayvanlar,şiirlerdeki metaforlar kadar kutsaldır.
Onlarsız olmuyor hani desem abartmış olmam-yine-. Kendisiyle yapılan bir
röportajda da: ‘’Ben hayvanlara âşığım.
Hayvanlarda insanlarla ortak olan bazı anahtar davranışlar vardır. Ben o izleri
bulmanın peşindeyim. Mesela filmdeki karakterin etrafına nasıl baktığını, nasıl
davrandığını inceleyip, onun hangi hayvana benzediğini çıkarıyorum. Bu filmdeki
karakter de gergedana benziyor.’’der. Anlatmayı beceremediğimi düşündüğüm
sözlerin altını da dolduruyor bu sözler.
Gerçek
bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak çekilmiş zaten. Sahel, İran
devrimi zuhur etmeden önce yayınladığı‘Gergedan’ın Son Şiiri’ adlı şiir
kitabıyla adını duyuran ünlü bir şairdir.Fakat devrim gerçekleştikten sonra siyasi
propaganda yaptığı gerekçesiyle cebren ele geçirilerek otuz yıla kadar mahkum
edilir. Eşi Mina(Monica Bellucci) ise on yıla çarptırılır. Bütün bunlara sebep
olan da şüphesiz, Mina’ya saplantılı bir şekilde âşık olan Akbar (Yılmaz
Erdoğan)’ dır. Akbar ise Mina’nın babasının şoförüdür. Tabii bir gün daha fazla
gizleyemez aşkını içinde ve itiraf eder Mina’ya. O da yüksek bir rütbeye sahip, asker
olan babasına anlatır durumu.Akbar, fena bir biçimde dövülür,sonra da kapı
dışarı edilir. Her şey bitti dediğimiz bir an da, olaylar gizemli bir şekilde
gelişir. Devrimden sonra,büyük bir güç el eder Akbar. Kazandığı bu güçle acımasız
bir şekilde intikamını almaya başlar onlardan. Dediğimiz gibi bu sadece
başlangıçtır. Bütün olanlara rağmen, Mina’ya olan aşkı hâlâ devam etmektedir.Hiçbir
şey engel olmaz ona. Zalim olacak kadar hem de.
Derin
ayrıntılara girerek sürpriz sahnelerini deforme etmek istemiyorum filmin. O
yüzden biraz da oyuncuların performanslarından bahsetmek istiyorum.Öncelikle,Behrouz
Vossoughi’den başlamak gerek.İran’ın dünyaca ünlü en önemli oyuncusudur
diyebiliriz;ama 31( kimilerine göre 35) yıl hiçbir filmde yer almayarak uzak(küs)
kalmıştır sinemadan. Neden uzaklaştığını kestirmek güç tabii.İran devriminden
sonra ülkesinden uzaklaşmak zorunda kalır birçok aydın gibi ve bir daha da
ekran da görünmez.Belki de bu yüzden yalnızlığı seçmiştir. Filmde bile bu
sessizliğini muhafaza etmiştir.O yüzden, Vossoughi’nin geri dönüş filmidir de
diyebiliriz bu film için. Gobhadi’nin sinemaya yıllarca küs kalan bu ünlü oyuncuyu
tekrar kazandırdığı için ayrıca tebrik edilmesi gerekir. Vossoughi yani
filmdeki adıyla Sahel hapishaneden çıkmadan önce eşine onun öldüğünü söylerler.
Çıktıktan sonra da eşini aramaya koyulur.Bilahare eşinin Istanbul’a
yerleştiğini öğrenir.Hiç vakit kaybetmeden İstanbul’a gider. Suskunluğuyla ayrı
bir hava katan bu oyuncu adeta geçmişin de intikamını alarak kameranın
karşısında öylece bakar seyirciye.İyi oyuncunun çok konuşarak kabul görülmemesi
gerektiğini suskunluğuyla öyle bir anlatır öyle bir anlatır ki bakışlarındaki o
puslu kalmış hüznü hemen yakalıyorsunuz. Buna rağmen, beklenilen ilgi ve
alakayı, Monica Bellucci kadar görmedi maalesef.
Belçim
Erdoğan ve son dönemlerde adından sürekli söz ettiren Fatmagül,affedersiniz
Beren Saat’in oyunculuklarıyla ilgili yorumu da sizlere bırakmak istiyorum. Bu
yükten de muaf olduğuma göre hiç vakit kaybetmeden Monica Bellucci’ye dönüyorum
tekrar yüzümü. Saf ve düşünceli bir duruşla çok güzel bir kadın gerçekten, bunu
söylemeden edemeyeceğim; ama bir o kadar iyi bir oyuncudur.Bizi ilgilendiren de
bu özelliğidir zaten. Filmde rolünü içselleştirerek hakkını fazlasıyla vermiştir.
Abartıya gitmeden, en doğal şekliyle hem de. Öyle ki dünyaca ünlü tiyatro kuramcısı olan Eric
Morris( rol yapmayın)’i şimdi daha iyi anladığımı da itiraf etmek istiyorum. En
azından ne demek istediğini net bir şekilde görme şansı yakaladım bu film
sayesinde.
Ve
Yılmaz Erdoğan.
Son zamanlarda izlediğim filmlerde(yerli-yabancı) oyunculuğuyla
beni derinden etkiledi. Bazı oyuncuların
gerçekten iyi olup olmadıklarını anlayabilmek için çok zıt rollerde
oynamaları gerekir,yoksa bunu anlamak güçleşir. Cem Yılmaz, nasıl ki, Av
Mevsimi’yle bunu kanıtladıysa, Yılmaz Erdoğan da bu filmle o yüzünü gösterdi.Tabii
tamamen bağımsız bir seyirci gözüyle söylüyorum bunu.Bunu da unutmamak gerekir.
Yani demem o ki,farklı rollerde görmek bazı oyuncuları harikulade hoşuma gider.
Konuştuğu farsça bile o kadar yakışmış ki Yılmaz Erdoğan’a.Bir insana anadili
nasıl yakışıyorsa,öyle yakışmış O’na. Özellikle, bir sahne var ki,sırf o sahne
için filmi izlemeye tekrar izleyebilirim. Şiir seven biriyseniz hele daha çok
seveceğinizden emin olabilirsiniz. Nasıl bir sahne olduğunu şimdi burada
anlatmak isterdim;ama yukarıda da ifade ettiğim gibi izlemeyenler olduğu
için,bu kötülüğü yapamam onlara.
Sözünü
sakınmayanlara.
Harun Aktaş
ekim-kasım 2012