30 Mart 2013 Cumartesi

YALNIZ ÖLÜR GERGEDANLAR




İnsanoğlu ömrünün çoğunu hep birilerini ya da bir şeyleri beklemekle geçirir. Öyle ki, şarkılar bile beklemenin kutsiyetinden bahseder çoğu zaman.Mesela, ‘’ beklemek ibadet,kalmak zulümdür’’ şarkısını çoğumuz kaseti(ya da cd), tekrar tekrar başa alıp dinlemişsizdir Orhan Gencebay’ın.Bununla birlikte, ‘’gelecekse beklenen,beklemek güzeldir’’ gibi sarf edilen sözler ise, yüreğimizin ağrıyan yanına merhem olur.
Beklemek,beklemek, beklemek.


Hiç tanımadığım;ama müşterek bir noktamızın var olduğunu düşündüğüm birçok bekleyen gibi, Bahman Ghobadi’nin yeni bir film projesi olduğunu ilk duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Acaba nasıl bir film olacak,diye hep sorardım kendime  yaşadığım semtin arka sokaklarını deli divane bir halde adımlarken. Elbette ki daha önce izlediğim filmlerinin payı da mevcut böyle düşünmemde. Peki, sizin de bu şekilde beklediğiniz anlar oldu mu, diye üstü kapalı bir soru yöneltsem? Çok değer verdiğiniz bir yazar ya da bir şair, ‘’üzerinde uzun zamandır çalıştığım kitabım nihayet bitti,dolayısıyla çok yakında elinizde olacak’’ diye içtenlikle okuruna müjdelemesi, büyük bir merakla beklemenize ve heyecanlanmanıza sebep olmaz mı? Belki de o başka, bu başka diyeceksiniz. Ya da ben abartıyorum. Ancak yine de Pasolini’ye sırtımı dayamak istiyorum burada: ‘’aşırı olan doğrudur.’’

Bu sorunu da hallettiğimize göre devam edebiliriz kaldığımız yerden.

 Filmin isminden yola çıkarak, beynimin en ıssız kalmış odasında küçük küçük ''sözlü senaryolar'' karaladığımı itiraf etmek ve bir noktadan sonra da vazgeçmek zorunda kaldığımı söylemek istiyorum;fakat bu şekilde yaparak kendime haksızlık yaptığımı düşündüm; bilahare filmin oyuncu kadrosunun adları açıklanmasıyla  daha ayrı bir heyecan sardı pejmürde kıyafetli bedenimi diyebilirim. Hafızam beni yanıltmıyorsa ilk önce, Yılmaz Erdoğan’nın bu  filmde yer alacağını öğrendiğimi hatırlıyorum. Birkaç gün geçti geçmedi Monica Bellucci’nin adı da Türk medyasında yankılanmaya başlamasın mı? Kaldı ki, daha yönetmen motor demeden böyle ses getirdiyse,gerisi ölüyü diriltme çabasından başka ne olabilir ki? Diyeceksiniz ki,adı üstünde Monica Bellucci bu.Haklısınız,hem de çok haklısınız; zaten bir an önce filmin çekilip, bu divane halimden kurtulmayı da çok istemiyor değildim hani.

Buraya kadar hoş güzel de, hangi filmden bahsediyorum ben? Hepinizin daha başından tahmin ettiği gibi Gergedan Mevsimi’nden.Ayrıca söylemeden edemeyeceğim,sayılı gün çabuk geçer sözü benim için hiçbir anlam ifade etmediğini bu vesileyle belirtmek isterim; çünkü bazı sözler söylendiği dönemlerde anlam kazanırmış sadece.Bunu bir kez daha anladım bu vesileyle maalesef. İşte tam bu nokta da İsmet Özel’e söz hakkı doğuyor:

 ‘’bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman bu söz asıl anlamını kavradı’’


Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, filmde bir hayvan ismiyle karşı karşıyayız. Ancak bu sefer bizim memlekette hiç rastlamadığımız bir hayvan( bu da demek değildir hiç görmedik). Unutmamak gerekir ki Ghobadi,bu isimleri verirken tabii ki seyirciler heyecanlansın, diye yapmaz. Bunu anlamak hiç de güç değil aslında; ama asıl konumuzu aştığı için bu mesele burada kesiyorum bu bahsi de.Filmin egzotik ismiyle devam etmek istiyorum kaldığımız yerden (Film daha yeni olduğu için,bahçeye girmek yerine etrafında gezinmeyi uygun gördüm:spoiler'a ne gerek öyle değil mi?).Şimdi  aklımıza ilk gelen soru: neden gergedan olduğudur; çünkü bizim kendimize ilk sorduğumuz soru,neden gergedan olduğuydu.Anlattığı hikâyeyle orantılı olarak şöyle diyebiliriz belki: çoğumuzun bildiği üzere gergedan derisi çok kalın olan bir vahşi hayvandır; kalın derisinin altındaki o yumuşaklık bize İran devriminin şiddetini ve bunun altında yatan iç kanamayı simgeliyor diyebiliriz.mi? Ve gergedanlar ekseriyetle tek başlarına yaşarlar. Dolaysıyla, İran da o dönemler yalnızdı. Şuan bile yalnız başına susuzluğunu gidermeye çalışıyor; ancak onun yalnızlığı güçlü! oluşundan gelir biraz da. Diğer bir taraftan filme baktığımızda  karakterlerin yalnız olduklarını görürüz.Yalnızlığın ve yalnız insanların  birbirleriyle mücadele ettiği esrarengiz bir masal gibi akıp gider…



Ve o gün geldi artık.Gergedan Mevsimi sinema salonlarında yer aldı. Hiç vakit kaybetmeden gidip izlemem lazımdı. Vizyona girdiği ilk gün izlemeliydim hatta,yoksa filmin hiçbir özel anlamı kalmayacaktı benim için. Aynadaki kendime sorarak:bu kadar bekledin, bir iki gün daha sabretsen n’olur sanki?  Ancak hemen ardından sustuğumu eklemek istiyorum; çünkü ne yaparsam yapayım kendimi ikna edemeyecektim. Zaten daha önce dostlarla birbirimize söz vermiştik, o gün birlikte gideceğiz, diye; ama ne yazık ki birbirimize söz verdik dediğim çok değer verdiğim arkadaşım, çok sevdiği kız arkadaşıyla daha sonra gideceğini söyledi bana. Olacak şey mi bu,diyeceksiniz biliyorum.Siz sordunuz,ben cevaplayayım: Oluyor maalesef. Ama yine de yoluma devam etmek zorundaydım.Empati denilen bir durum var. Haklısın, deyip başka bir sayfaya atladım. Hem,başka ne diyebilirdim ki?  Hiç vakit kaybetmeden yalnızlığa şiir karalayan, başka bir arkadaş bulmam lazımdı hemen. Telefona uzattım elimi ve yalnızlığı hayat felsefesi edinen o arkadaşımı aradım: kalk Gergedan Mevsimi’ne gidiyoruz,dedim. Daha önce çınlattığım için kulağına,gelebileceğini söyledi( her ne kadar daha önce böyle bir şeyden bahsetmediğimi söylese de). Her şeye rağmen buluştuk,gittik.


(Uzattığımın farkındayım ve yeri de değil bu yazdıklarımın; dolayısıyla sabrınıza sığınarak bununla ilgili son düşüncelerimi de bırakıp asıl konumuza tekrar geri döneceğim. Beni yalnız bıraktı dediğim o mezkûr  dost, bu yazılanları okuyacağı için bizzat yazmak istedim bu olayı; çünkü unutulmasın istedim ve  yıllar sonra tekrar okuduğunda yüzünde küçük bir tebessüm belirsin istedim. En çok da bunun içindi sanırım.Belki tam tersi bir tepkiyle de karşılaşacağım,bilemiyorum. Dileriz mesaj yerine ulaşmıştır.)

Konuyu daha fazla dağıtmadan filmin altında gölgelenmeye devam edelim.Ghobadi’nin, daha önce‘’Sarhoş Atlar Zamanı ve Kaplumbağalar da Uçar’’ filmlerini izleyenler, bu filmi izledikten sonra aradaki farkı net bir şekilde göreceklerdir muhakkak.Bununla yanında, benzer ayrıntılar da ele veriyor kendilerini.Zaten en başta filmin ismi. Malumunuz üzere Ghobadi, filmlerine hayvan isimlerini vererek anlattığı hikâyeleri derinleştirmeyi çok başarılı bir şekilde yapabilen bir yönetmen. Vazgeçilmezidir diyebiliriz hayvanlar. Hem, hayvanlara bu derece âşık kaç yönetmen var? Belli ki insanlarla anlatamadığını,hayvanlarla tamamlamak istiyor. Onun filmlerindeki hayvanlar,şiirlerdeki metaforlar kadar kutsaldır. Onlarsız olmuyor hani desem abartmış olmam-yine-. Kendisiyle yapılan bir röportajda da: ‘’Ben hayvanlara âşığım. Hayvanlarda insanlarla ortak olan bazı anahtar davranışlar vardır. Ben o izleri bulmanın peşindeyim. Mesela filmdeki karakterin etrafına nasıl baktığını, nasıl davrandığını inceleyip, onun hangi hayvana benzediğini çıkarıyorum. Bu filmdeki karakter de gergedana benziyor.’’der. Anlatmayı beceremediğimi düşündüğüm sözlerin altını da dolduruyor bu sözler.


Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak çekilmiş zaten. Sahel, İran devrimi zuhur etmeden önce yayınladığı‘Gergedan’ın Son Şiiri’ adlı şiir kitabıyla adını duyuran ünlü bir şairdir.Fakat devrim gerçekleştikten sonra siyasi propaganda yaptığı gerekçesiyle cebren ele geçirilerek otuz yıla kadar mahkum edilir. Eşi Mina(Monica Bellucci) ise on yıla çarptırılır. Bütün bunlara sebep olan da şüphesiz, Mina’ya saplantılı bir şekilde âşık olan Akbar (Yılmaz Erdoğan)’ dır. Akbar ise Mina’nın babasının şoförüdür. Tabii bir gün daha fazla gizleyemez  aşkını içinde ve itiraf  eder Mina’ya. O da yüksek bir rütbeye sahip, asker olan babasına anlatır durumu.Akbar, fena bir biçimde dövülür,sonra da kapı dışarı edilir. Her şey bitti dediğimiz bir an da, olaylar gizemli bir şekilde gelişir. Devrimden sonra,büyük bir güç el eder Akbar. Kazandığı bu güçle acımasız bir şekilde intikamını almaya başlar onlardan. Dediğimiz gibi bu sadece başlangıçtır. Bütün olanlara rağmen, Mina’ya olan aşkı hâlâ devam etmektedir.Hiçbir şey engel olmaz ona. Zalim olacak kadar hem de. 

Derin ayrıntılara girerek sürpriz sahnelerini deforme etmek istemiyorum filmin. O yüzden biraz da oyuncuların performanslarından bahsetmek istiyorum.Öncelikle,Behrouz Vossoughi’den başlamak gerek.İran’ın dünyaca ünlü en önemli oyuncusudur diyebiliriz;ama 31( kimilerine göre 35) yıl hiçbir filmde yer almayarak uzak(küs) kalmıştır sinemadan. Neden uzaklaştığını kestirmek güç tabii.İran devriminden sonra ülkesinden uzaklaşmak zorunda kalır birçok aydın gibi ve bir daha da ekran da görünmez.Belki de bu yüzden yalnızlığı seçmiştir. Filmde bile bu sessizliğini muhafaza etmiştir.O yüzden, Vossoughi’nin geri dönüş filmidir de diyebiliriz bu film için. Gobhadi’nin sinemaya yıllarca küs kalan bu ünlü oyuncuyu tekrar kazandırdığı için ayrıca tebrik edilmesi gerekir. Vossoughi yani filmdeki adıyla Sahel hapishaneden çıkmadan önce eşine onun öldüğünü söylerler. Çıktıktan sonra da eşini aramaya koyulur.Bilahare eşinin Istanbul’a yerleştiğini öğrenir.Hiç vakit kaybetmeden İstanbul’a gider. Suskunluğuyla ayrı bir hava katan bu oyuncu adeta geçmişin de intikamını alarak kameranın karşısında öylece bakar seyirciye.İyi oyuncunun çok konuşarak kabul görülmemesi gerektiğini suskunluğuyla öyle bir anlatır öyle bir anlatır ki bakışlarındaki o puslu kalmış hüznü hemen yakalıyorsunuz. Buna rağmen, beklenilen ilgi ve alakayı, Monica Bellucci kadar görmedi maalesef.
Belçim Erdoğan ve son dönemlerde adından sürekli söz ettiren Fatmagül,affedersiniz Beren Saat’in oyunculuklarıyla ilgili yorumu da sizlere bırakmak istiyorum. Bu yükten de muaf olduğuma göre hiç vakit kaybetmeden Monica Bellucci’ye dönüyorum tekrar yüzümü. Saf ve düşünceli bir duruşla çok güzel bir kadın gerçekten, bunu söylemeden edemeyeceğim; ama bir o kadar iyi bir oyuncudur.Bizi ilgilendiren de bu özelliğidir zaten. Filmde rolünü içselleştirerek hakkını fazlasıyla vermiştir. Abartıya gitmeden, en doğal şekliyle hem de. Öyle ki  dünyaca ünlü tiyatro kuramcısı olan Eric Morris( rol yapmayın)’i şimdi daha iyi anladığımı da itiraf etmek istiyorum. En azından ne demek istediğini net bir şekilde görme şansı yakaladım bu film sayesinde.

Ve Yılmaz Erdoğan. 


Son zamanlarda izlediğim filmlerde(yerli-yabancı) oyunculuğuyla beni derinden etkiledi. Bazı oyuncuların  gerçekten iyi olup olmadıklarını anlayabilmek için çok zıt rollerde oynamaları gerekir,yoksa bunu anlamak güçleşir. Cem Yılmaz, nasıl ki, Av Mevsimi’yle bunu kanıtladıysa, Yılmaz Erdoğan da bu filmle o yüzünü gösterdi.Tabii tamamen bağımsız bir seyirci gözüyle söylüyorum bunu.Bunu da unutmamak gerekir. Yani demem o ki,farklı rollerde görmek bazı oyuncuları harikulade hoşuma gider. Konuştuğu farsça bile o kadar yakışmış ki Yılmaz Erdoğan’a.Bir insana anadili nasıl yakışıyorsa,öyle yakışmış O’na. Özellikle, bir sahne var ki,sırf o sahne için filmi izlemeye tekrar izleyebilirim. Şiir seven biriyseniz hele daha çok seveceğinizden emin olabilirsiniz. Nasıl bir sahne olduğunu şimdi burada anlatmak isterdim;ama yukarıda da ifade ettiğim gibi izlemeyenler olduğu için,bu kötülüğü yapamam onlara.


Sözünü sakınmayanlara.








  Harun Aktaş
ekim-kasım 2012


28 Mart 2013 Perşembe

Karadeniz'in Lacivert Gölgeleri





Rize’yi nasıl anlatacağımı bilemiyorum doğrusu. Anlatsam bile bir şeyler eksik kalacak; haliyle bu beni düşündürüyor,ya eksik anlatırsam diye ve biraz da beni rahatsız etme korkusu.Daha çok da o yörenin insanlarına sevdirememe korkusu;çünkü en iyi O’nlar bilir havasını, suyunu.Yani çok güç olacak benim için.Hadi,kendi sözcüklerimden geçtim diyelim,peki ‘siz nasıl bilirsiniz’ diye içinizi ferahlatan bir soru yöneltsem size? Durun,öyle bakmayın, hemen cevap vereceğinizden hiç şüphem yok; ama yine de size sorup, sizi yormak yerine, acizane kendim karalamaya çalışacağım,hem Kaf dağının ardındaki heyecanımı da yatıştırmış olurum böylece.

Rize’nin adını, siyasî haritaları saymazsak eğer, çocukken en çok televizyonda yapılan çay reklamlarıyla duydum diyebilirim,hani görmeden,körü körüne bağlandım da denilebilir bu şehre.Orada bir yer var uzakta; ama ne kadar uzak. -ilginç olan da yıllar önce çalıştığım lokantanın sahibi Rize (Ayder)’li olması, bu şehre olan merakımı daha da alevlendirdi-.Belki bir gün, beni oralara götürür hayaliyle yanıp tutuştum.Abarttığımı düşüneceksiniz belki de bu satırları okuyunca ve haklı olabilirsiniz,benim haklı olduğum  kadar. Ancak olmadı, bu sefer de olmadı.Gidemedim.Olsun,bir gün olur elbet. Ha, ‘’en cüzel çay doğuş çay’ reklamındaki o kızı hâla hatırlarım.Nerede görsem tanırım. Daha çıkmadı karşıma.Kader…
Ve o gün geldi çattı… Artık çıplak gözlerle,hiçbir şeyin,hiç kimsenin veya aramıza girmesine izin vermeden gidip görecektim Karadeniz’i.Hayalini kurmadığın bir şeyin gerçekleşmesini isteyemezsin hayattan,oysa ben yıllarca hayal etmiştim ve en çok ben hakkediyordum sanki.

Nasıl mı?

Trabzon’u daha önceki gezi yazımda anlattığım için,tekrar anlatmaya gerek yok diye düşünüyorum.Devam edelim o halde kaldığımız yerden.
Trabzon’dan her sabah saat 09:00’da yola çıkar,daha öncesinde kâğıt üzerinde işaretlediğimiz yerleri gezerdik.Trabzon ile Rize birbirine çok yakın olduğu için de , gün içinde gidip gelirdik tekrar konakladığımız yere.Üçüncü günümüzde, Çamlıhemşin’in sıcak ve bir o kadar mağrur ormanlarına doğru daldık; ki  Çamlıhemşin’in türkülere konu olabilecek kadar doğa güzelliğiyle meşhur bir yer olduğunu  hatırlatmak da fayda var.Tarih ile estetiğin kol kola gezdiği bir yer de diyebiliriz,işinizi kolaylaştırmak adına.Bir ressamın fırçasından çıkmış edasıyla selam verir orada gezenlere. Ancak görmesini bilene.Bununla birlikte,dünyaca maruf Ayder yaylası bu ilçenin sınırları içerisinde yer almasından ötürü de, güzelliğine güzellik katar.Öyle ki Ayder yaylasında soluklanmak isteyenler, buradan muhakkak geçmek zorunda,tıpkı bizim geçmek zorunda kaldığımız gibi; ama yine de siz bakmayın mecbur kaldık deyişime; türkü çığıra çığıra daldık dağların arasına. Türkülere konu olmuş diye yukarıda bahsetmiştim ya,isterseniz önce o unutulmaz türküyü hatırlayalım, bilahâre devam ederiz kaldığımız yerden yolculuğumuza. O türkü ise, hepinizin çok yakından tanıdığı  Efkân Şeşen’in ‘’Hemşin Boyları’’ dır.

Gelin, hep birlikte eşlik edelim sanatçımıza:

  Çamlı hemşim bilir Adım benzersiz duman

Araştırmacı-gazeteci Ayşe Hür ‘’Ali Şükrü Bey ve Topal Osman’’adlı makalesinde geçen bilgi şöyle: Topal Osman’ın tarih sahnesine ilk çıkışı 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Giresun’dan topladığı 100 kişilik çeteyle Trabzon hapishanesinin kapısını açtırıp 150 mahkûmu çetesine ilave etmesiyledir.Balkan Harbi’nde yararlanarak topal kalmıştır. Topal Osman’ın gönüllüleri Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı olarak Artvin yöresindeki Ermeni tehcirinde görev (!) yaparlar. Nisan 1916’da Borçka’da Ruslara karşı savaşan Türk ordusuna katılan Topal Osman, orduda olduğunu unutup kabadayılığa devam etmekle kalmayıp, sıcak çarpışmaları görünce kaçma emareleri gösterince, komutanı kendisini affetmez ve 50 değnekle cezalandırır. Değnekler, kahramanımızın alelacele çürük raporu alıp memleketine geri dönmesine yeter de artar bile. Topal Osman bir süre sonra Giresun-Samsun havalisinde ortaya çıkar. ’’ - Ayşe HÜR, Ali Şükrü Bey ve Topal Osman,Taraf Gazetesi-1923’te İstanbul’da öldürülmüştür.


Göğsüne yaslanmış eller solmasın aman
Dereler ağlıyor canım çağlar olmuşum
Bu kez hemşim boylarında vurulmuşum…

Bu türkünün nakaratlarına kulaklarınızı verip, sonra da gözlerinizi kapatmayı unutmayın; keyfi bir başka oluyor çünkü. Lâkin türkünün bir yerinde ‘’dereler ağlıyor’’ demesi bizi biraz hüzne boğdu ne yazık ki.Sanırım bize anlattığı bir şey vardı sanatçının, ya da türkünün.Merak ettim ve karıştırdım birkaç tozlu sayfayı, sonra şu bilgiyle karşı karşıya kaldım: ‘’Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK), tarihiyle, kültürüyle, flora ve faunasıyla dünyada koruma altına alınmış 200 merkezden biri olan, doğal sit kapsamındaki Fırtına Vadisi'ne hidroelektrik santralı (HES) kurmak isteyen ARK Enerji Üretim Sanayi ve Ticaret'e onay verdi’’ Böylesine bir doğa güzelliğini hiçe sayıp, yok etmek utanılası bir şeydir doğrusu. Bırakın dereleri,çiçekleri ormanlar ağlıyor.Tıpkı bu türkünün ağlaması gibi.O santral çok mu önemli? Orada kurulmazsa ne olacak? Bu soruların ardı kesilmez biliyorum,o yüzden biz şimdilik devam edelim yolumuza. Öyle ki, biraz içimizi ferahlatalım; Fırtına deresini takip ederek Ayder yaylasına doğru demir attık. Yayla deyip geçmemek gerekir.  

Ayder yaylası Çamlıhemşin’in 19 km. uzaklıkta,1350. Yükseklikte çam ormanlarıyla kaplı bir yerdir. Yeşilin içinde dik duran ahşaptan evlerin görünümü renk katar buraya.Dağların zirvelerinden eriyen kar suyunun aşağıya doğru, dağları delerek ulaşıyor olması çekiciliğini daha arttırıyor yaylanın.Buz gibi sular şırıl şırıl, delicesine akıyor hem de dağlardan.Burada kısa bir gezinti yaptıktan sonra,Ayder Restaurant’a gidip karnımızı doyurmak için masalara oturduk; çünkü Karadeniz havası gerçekten insanı acıktırıyormuş onu anladık bir kez daha. Midemizin neye ihtiyacı olup olmadığını çok iyi biliyoruz. Bilim adamlarının anlamadığı  bir şey var,yorulmuyorsun;ama acıkıyorsun.Bütün esrarengiz mesele bu. Tek tek yemek siparişimizi verdik. Kimi et sote,kimi tavuk,kimi de balık,kısaca yöresel yemeklere saldırdık hepimiz.Bu hakir kulunuz ise, balığı Trabzon,Uzun göl’de yediği için,onun yerine Karadeniz’in meşhur mıhlamasını rica etti.Tabii hazırlanışı çok uzun sürmediğinden mi desem,yoksa ustaların marifetinden mi  bilemiyorum ama, birkaç dakika sonra benim yemeğim geldi.Etrafıma bakıyorum,tam seksen tane göz ,öylece bakıyorlardı bana.Tabii komşusu açken kendi tok bakan ( yatan)’’bizden değildir deyip ve paylaştım birazını- hepsiyle değil-.Ama sadece birazını.Karadeniz’e gidip de mıhlamanın tadına bakmadan dönmek,Paris’e gidip Eyfel kulesini görmemek veyahut Mardin’e gidip Munganlar evinin sokağından geçmemek gibi bir şey olsa gerek.Karnımızı doyurup,kalktıktan sonra Karadenizli uşaklar gibi olmuştuk; yerimizde duramıyorduk adeta. Hep derdim -siz nereden duyacaksınız değil mi- Karadeniz insanı misafirperverdir diye.Anadolu insanı değil mi,kanında var belli ki.Bakıyoruz,çıkış kapısının önünde bir adam ve bir tulum.O bize bakıyor,biz ona.Sonra O üfledi biz oynadık,o üfledi biz horon teptik; ama bakmayın siz, horon teptik deyişime, daha çok kameranın arkasında durdum. Dayanamadım kurtlarımı döktüm biraz o ayrı.O da ısrarlara dayanamadığımdan…

Oh ayaklarıma sağlık!..
Siz de olsaydınız orada aynısı yapardınız.

Ayder yaylasının bildiğimiz yaylalardan farklı olarak en önemli özelliği de içerisinde kaplıca bulundurmasıdır. Yapılan araştırmalar neticesinde birden fazla hastalığa şifa olduğu kanıtlanmıştır.Bununla beraber Ayder’le özdeşleşen en güzel görüntüsü ise çimenlerin içinde altı tane ahşap evin olduğu o meşhur karedir. Bizzat o görüntüyü yakalayabilmek adına,yapmadığım maymunluk kalmadı ve fotoğraf makinesini elime alıp ölümsüzleştirdim. Demek ki neymiş yaşamadan bilemezsin.Ayder’de konaklama sorunu da yok artık. Ne zaman oldu ki öyle değil mi? Son dönemlerde artan küçük küçük pansiyonlar bu ihtiyacı gideriyor.Tabii bütün bu evlerin hammaddesinin ahşaptan olma zorunluluğu vardır,yani betondan ev yapmak kesinlikle yasaktır.Buradan da ben sesleniyorum tüm dostlara: bir o kadar tehlikelidir.

Çayeli’nden öteye gidelum yali yali
Sırtındaki sepetun ben olayım hamali

Sepetumun ipleri omuzumi
Aç beyaz peştemali bir göreyim yuzuni

Türküsünü mırıldana mırıldana devam ettik yolumuza; fakat tam o esnada,yetmiş yaşlarında bir ninenin telefonla konuşması vardı ki,işte bu dedim,hakiki Karadenizli bu;çünkü asıl görmek istediğim şey buydu. Kulağımızın pasını silen o şive var ya, işte şiveyle konuşuyordu.O kadar doğal,o kadar samimiydi ki…sonra arkamıza baka baka Fırtına Deresi’yle özdeşleşen Mikron Köprüsü’nde durup biraz soluklandık. Fırtına deresinin aşağı Şimşirli kolu üzerinde kuzey –güney doğrultusunda uzanan tek gözlü, kemerli bir taş köprüdür. İki ayak açıklığı oldukça geniştir. Yaklaşık 30 m. uzunlukta, dere seviyesinden 10-12 m yükseklikte yer alır. 


Kemer düzgün kesme taştan olup, ayaklar moloz taşla yapılmıştır. Korkuluklar daha sonradan briketle örülerek oluşturulmuştur güvenlik açısından.  Buraya kadar gelmişken biraz gezinelim dedik derenin karşı yakasında.Bu esnada daha önce ki gelişimizde gördüğümüz bir ağacın vahşice baltalanmış olduğunu görmek bizi şaşırttığı kadar biraz da üzdü.Hemen altında gölgelenen türbenin taşları güneşin koynunda alevleniyordu. Evet ağacın gövdesi öyle bir baltalanmıştı ki, ağacın ağladığını bile hissediyorduk.İnsan kendi cehennemini kendisi hazırlarmış sözü ne kadar doğruymuş meğer.Çok fazla duramadık bu yeşilliğin içinde de.Çok kalınca da bağımlılık yapıyor, o yüzden hemen araca binip dinlenmeye koyulduk;çünkü bir sonraki durağımız Giresun olacaktı.Ve tabii yavaş yavaş gezimizin sonuna doğru yaklaşıyorduk; ayrıca bazı sonlar mutlu bitmezmiş onu anlıyor insan böyle anlarda.Sahil boyunca aracın camından denizi seyredip,dalgaların nasıl kıyıya vurduğuna da şahit oluyorduk.Karadeniz biraz delidir bu yüzden,Türkiye’nin en deli,en kara denizidir hatta desek yeridir.Öyle herkesi kabul etmez bünyesinde ve biraz da acımasızdır,Osmanlı’nın donanmasını 1853 Sinop’ta yutacak kadar hem de.Fakat biraz da duygusaldır,tıpkı bu şarkıda olduğu gibi:

‘’Karadeniz Karadeniz
fırtınalar içindeyiz’’

diyerek bizi haberdar eder deliliğinden. Dalgalara öyle bir dalmışız ki,Giresun’a geldiğimizi dakikalar sonra fark ettik.Giresun’u arzu ederseniz öncelikle işin ehlinden dinleyelim,yani Evliya Çelebi’den: Evliya Çelebi’nin ( 1611- 1682 ) Seyahatnamesinde, Giresun hakkındaki izlenimleri şöyledir: İstanbul, Kostantini’ nin yapısıdır. Sonra Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasanın eline geçmiş ise de , yine Ceneviz Frengi istilâ etmiştir. Sonra Fatih zamanında musahip Mahmut Paşa eliyle zapt olunmuştur. Fatih, kale fethedilirken Mahmut Paşaya “Bu gece kale altına Giresun, diye ferman edince kaleye metrise girip fethettiğinden adına “Giresun” denilmiştir -Ayhan YÜKSEL, Evliya Celebinin Seyahatnamesinde Giresun Nasıl Anlatılmıştır-.

İşte böyledir geçmişi bu şehrin de.Merkezde indikten sonra,Giresun Kalesi’ne doğru yönümüzü çevirdik.Bir çok şehrin merkezinde olduğu gibi burada ünlü giyim mağazalarını görmek mümkün.Sırf bunları görmek için gelecek halimiz yok ya buraya.Evet,bölmeyelim, Giresun Kalesi’ne doğru yürüyoruz,güneşin en kavurucu olduğu bir saatte.Bir de öyle bir yokuş ki sormayın.Yolumuzun üzerinde geçmişi eski olmakla birlikte 2006’da açılmış olan Giresun Üniversitesi’ne selam verip hızlı adımlarla devam ediyoruz.Güneşin altında biraz kavrulduktan sonra en nihayetinde kaleye varıyoruz.Önce Topal Osman’ın mezarını ziyaret ediyoruz.


Yapılan gezilerin sadece eğlenmek,hoş vakit geçirmek için yapılmadığını hepimiz biliyoruz,dolayısıyla bazen de yıllardır yanlış ya da eksik olarak  bildiğimiz bilgiler de değişime maruz kalabiliyor.Belki de bu yüzden eskiler çok okuyan değil çok gezen bilir sözünü okuruz kitapların puslu sayfalarında.Giresun Kalesi,  Kenti ikiye bölen yarımadanın ucundaki tepe üzerinde, I. Pharnakes (M.Ö. 2. yüzyıl) tarafından yaptırıldığı tahmin edilmektedir. İç ve dış kale olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Güneybatıdan başlayarak ve kenti çevreleyerek kuzeydoğuya uzanan kale duvarlarının bir bölümü yıkılmıştır. Kalenin muhteşem manzarası unutulmaz bir anı yaşatıyor bizlere.Surlara çıkıp,kendinizi gökyüzünün kollarına da bırakabiliyorsunuz. Bir saati aşkın süreyi burada geçirdikten sonra,çıktığımız gibi indik ve yine sahilden Ordu’ya doğru yelkenleri açtık.

Bu sefer de,


 Ordunun dereleri aksa yukarı aksa

Vermem seni ellere ordu üstüme kalksa


 sürmelim Amman’’ türküsüne kulak vermek oldu ilk işimiz.Her şehir için yazılmış bir şiir,bir türkü ya da bir öykü vardır muhakkak.Acı ya da tatlı ama var.Ordu’nun da  kendine has bir doğa görünümü var gerçekten.Boztepe’ye teleferikle çıkmanın ve kendini teleferiğin içindeyken ayaksız bir dev gibi hissetmenin anlamı çok derin.Görmeden,binmeden bunu anlamak çok zor tabii.Ordu Belediyesi’ni bu yüzden tebrik etmek gerekir ve teknolojinin nimetlerinden faydalanmak böyle bir şey olsa gerek-tüm Karadenizlilere duyurulur-. Yaklaşık olarak beş dakika sürüyor teleferikle tepeye çıkmamız,yanlış hatırlamıyorsam. Masmavi bulutların dans edişi ve şehrin yemyeşil görünümü altında çayınızı yudumlayıp keyfini çıkarabiliyorsunuz.Ve o tepede bahçeli bir evde yaşamak için,cebimdeki bütün yeşil banknotları vermek isterdim- ama nerdeee-. Güzel anlar,gördüğümüz rüyâlar gibidir.Çok uzun sürdüğünü düşünürsünüz,ama hiç de öyle olmadığını görürsünüz gerçekte.Sadece birkaç saniye sürüyormuş,o kadar. Güneş gittikçe batmak üzere,güneşin batışını,bu manzarayı kaçırmamız gerektiğini düşünüyoruz,ancak yolumuz uzun olduğu için,bir başka sefere inşallah deyip teleferikle iniyoruz tekrar.Çıkarken hoştu da inerken çok kötü oluyor insan.’’İnmek istemiyorum.İnmek istemiyorum’’ desem de ne çare,indirildim.Günlerimizin çoğunu Trabzon ve Rize’de geçirdiğimiz için,bu şehirlerde pek vakit geçiremiyoruz ne yazık ki. Her şeyi en hızlı bir şekilde nasıl yapabiliriz onu düşünüyorduk,o yüzden kısa süreli mutluluklar yaşıyorduk; buna rağmen huzurluyduk yine de.Ya hiç göremeseydik? Giresun-Ordu fındığını almadan eve dönmek istemiyoruz diyenlerdenseniz,hiç merak etmeyin,hemen Teleferik’in çıkışında bulabilmeniz mümkün,hem tuzlu hem tuzsuz.Yeter ki isteyin,hizmette sınır yok.

 Acıktığımızı hissediyoruz yeniden, o kadar gezdikten sonra çok doğal bu, fakat Samsun’a kadar dişimizi sıkıyoruz;çünkü Samsun pidesini yiyerek,kendimizi ödüllendirmek istiyoruz.Hakkettik.Öyle ki, Ordu-Samsun arası 165 km,biraz daha dişimizi sıkmanın sağlığımız açısından hiçbir problemin olacağını da düşünmüyorduk,sadece o pideleri hayal ediyorduk o kadar. En nihayetinde Samsun’dayız. Tramvay bile bizimle yarışa giriyor; yani anlayacağınız büyük bir şehir,öyle sıradan bir şehir değil yani.Şehrin girişinde,kıyıda Mustafa Kemal’in İstanbul’da binip ve Samsun’a ayak bastığı Bandırma Vapuru’yla göz göze geliyoruz bir an. -Bandırma Vapuru'nun gerçek ölçülerindeki örneği Samsun Valiliğince , çevre düzenlemesi Samsun Valiliği ve Samsun Büyükşehir Belediyesi Başkanlığınca yaptırılarak Doğu Park sahili ve alanı içinde müze gemi olarak 19 Mayıs 2003 tarihinde ziyarete açılmıştır.- Selam verip hemen araçtan inip dağılıyoruz her bir yere. Daha önce gelmeme rağmen bu şehre yine de bir yabancılık çekiyorum.Pide yiyebileceğim mekanları arıyorum,ama aradan yirmi dakika geçmesine rağmen,hala ağzıma bir lokma geçmiş değil.Neden bulamıyorum? Nerede bu pideler? Sorsam esnafa hemen gösterirler biliyorum,ama yok, yabancı olduğumu bilmemeleri lazım diyorum. Israrla arıyorum.En sonunda dayanamıyorum, inatçılığımın cezası olarak bir lokantaya atıveriyorum kendimi.Yaşasın yemek yemek,tabi pide yememenin acısını öyle bir yaşıyorum ki sormayın.

Artık kalkma zamanı ve söz verdiğimiz yerde buluşuyoruz.Herkes birbirine soruyor,pide nasıl diye?  Peki sen nasıl buldun,diye sorar bir arkadaş? Karizmayı çizdirir miyim hiç,hemen cevap veriyorum: nefisti ve abarttıkları kadar varmış. O nasıl büyüklüktü öyle diye devam ediyorum.Yememiş olsam da pideler hakkında malumatım vardı.Bir gün elbet ben de yerim ve bu sefer gerçekten anlatırım tadını,söz!

Artık demir almak günü gelmişse zamandan, 

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan,

diyerek son noktayı koyuyoruz gezimizin sonuna. Anlatılanlar satır aralarında kalmış sözcüklerdir.Her sözcüğün içinde de bir dalga yatar.



Ve son olarak;

 Karadeniz diye haykırırken, Kâzım Koyuncu’nun ismini anmadan geçmek tarihin eşsiz lanetinden nasibini almak gibidir.
                                                                                                




  Harun Aktaş
Mayıs-Ağustos 2012





''Hadi söyle bana müziği seversin sen, nasıl çalar insan hapishanede!''
Ahmet Kaya




26 Mart 2013 Salı

Sansürsiyon



        Sizden rica ediyorum yormayın beni.Eve gidip düşününce o gün çok abarttığımı ben de anladım. Ama rahat olun o halimi pazarda bıraktım sizin için. Fakat bu hiç konuşmayacağım anlamına gelmez. Mümkünü yok susturamazsınız. Meydanı size bırakacak değildim ya!.. Hey Arkadaki şaklabanlar! Öküzün trene baktığı gibi melül melül bakmayın öyle suratıma.Bir şey anlatıyoruz burada.Dinlemeyecekseniz hiç vakit kaybetmeden çıkıp gidin, uğraşamam sizinle.

        Hah, şöyle adam gibi durun. Hadi dinlemek istemediniz, 'mış' gibi yapın bari de dikkat çekmeyesiniz Onu bile beceremediniz ya daha ne diyeyim. Beceriksizler. Neyse bunlar derin mevzular,vaktimiz elverdiğince değinmeye çalışırız.Hiç endişeniz olmasın bu konuda. Hiç okuma zahmetinde de bulunmuyor bu öküzler. Cancağızım size değil. Onlara dedim. Neden öküz diyemeyecekmişim söyler misiniz? Çok mu kaba oluyorum böyle? İnanın ne düşündüğünüz umurumda bile değil. Özür dilerim,özür dilerim. Ama hak edene hakkettiği kelimeyi kullanmamın neresi kaba. Kaldı ki o kadar da ağır bir kelime değil. Alt tarafı ÖKÜZ! Bas bir sesle söylememi ister misiniz,yoksa bu kadarı kâfi mi?


           İyi ki beni yormayın dedim.Onu geçtim,moralim bozuk dedim,dedim de dedim. Tansiyonum mu çıktı ne. Ne diyordum? Buraya gelmeden önce dışarı çıkıp biraz dolaşmak istedim. Ne gördüm dersiniz? Kendini bir halt zanneden bir şair grubunu. Şiir yazmayı beceremiyor olabilirim.Böyle bir yeteneğim de yok zaten.Ama hangi şiirin iyi veya kötü olduğunu şüphesiz hemen anlarım.Bu da doğuştan bana bahşedilmiş bir lütuf olsa gerek. Bir görseydiniz onları. İnanır mısınız,ya da inanmayın böyle şeylere.Sadece dinleyin yeter. O mezkur şair grubu var ya, birbirlerine şiir yazıp okuyorlardı. Şiirlerde şiir olsa hani. Merak edip okudum şiirleri tabii. Fakat okuduklarımın şiir değil de birkaç söz yığınından ibaret olduğunu nasıl söyleyebilirdim ki. İnanmazlar zaten,çünkü onlar ŞAİR’dir. Ama nereden bilecekler, şair olmadan şair egosuna kapılanlar olduğunu. Memlekette yığınla var bunlardan. Sokak başı rastlarsınız. Yüreğine sağlık canım. Seni alnından öpüyorum.Hatta bazıları kendini kaptırıp,kalemine kurban olayım diyen bile var.Bu kadarına kalsa iyi.Bu şiiri bana ödünç verebilir misin bu gece( ne yapacaksa artık)?Immm Nefis… vesaire vesaire,diyen okurlar da cabası. İçinizden şiir karalayan var mı bilemiyorum. Vardır muhakkak. Memlekette her üç kişiden dördü şair ne de olsa. Tuhaf olan ne biliyor musunuz, bu sözü söyleyen de bir şairdi. Kim olduğunu sanırım anladınız. Evet,yine de sizi tenzih etmiyorum bu konuda,sadece üzerinize alınmayın diyebilirim. Düşünün bu söylediklerimi biraz. Hayır efendim, düşüncesizsiniz demiyorum.Düşünün dedim sadece. Tövbe tövbe. Allah aşkına duygu sömürüsünden vazgeçin,sizi bilmez miyim.


     Hey size söylüyorum: hiç inandırıcı değilsiniz. Belki de (emin değilim) biraz sonra saygı duymam gerektiğini söyleyeceksiniz bu mezkur şairlere, kim bilir? Yok yok tamamen öyle düşünüyorsunuz, gözlerinizden okuyabiliyorum.Ne de olsa kadim bir sanatı icra ediyorlar ve sırf bunun için bile onlara saygı duyulmalı…gibi ucuz fikirlere beni ikna edemezsiniz. Asla! Sadece hakaret etmek zorunda olmadığımın farkındayım, o kadar. Kaldı ki hakaret değil bu. Onların yazdıkları beni ilgilendirmiyor mu dediniz? Bunu duymamış olayım. En doğal hakkım.Okurlar hakkındaki görüşlerimin ise arkasındayım.Son tahlilde. Bakıyorum da konu şiir olunca nasıl da uslu uslu dinliyorsunuz. Hey şiir, sen nelere kadirsin! Alkışlamanıza ihtiyacım yok.Gerçekleri su üstüne çıkarıyorum. Biraz korkuyorum diyebilirim yine de.Niçin olacak, bunları deşifre ettiğim için. Eğer başıma bir hâl gelirse,bilin ki bunları söylediğim için gelmiştir. Ama korkunun ecele faydası yok, diye bir söz var yanlış hatırlamıyorsam. Biraz bu sözün hatırı için istifra ettim. Ayrıca daha ne kadar içime atabilirdim ki...Neye olacak,yabancı var mı diye ona bakıyorum. Siz şimdi onları kıskandığım için bu sözleri söylediğimi düşüneceksiniz. Hiç çekinmenize gerek yok, açık açık söyleyebilirsiniz.Zaten hep öyle olmadı mı? Siz düşünedururken bir konuya daha parmak basmakta fayda var.Evet yerinde bir eleştiri yapmanıza rağmen,senin onu kıskandığın için öyle bir eleştiri yaptığını hayasızca söylerler. Size bir soru: neden (bazı)şairler,ya da yazarlar birbirlerinin yazdıklarını çekemezler? İstisnalar tabii ki kümeye dahil değil. Hiç düşündünüz bunun sebebini? Ben çok düşündüm doğrusun diyen var mı?


       Peki ben, İşin içinden çıkamadığımı söylesem. Çünkü dünyanın,yani şiirin merkezinde sadece O’nlar vardır.Kimseyi kabul etmezler yanlarına. Sürekli beğenilmek isterler. Kazara da olsa onların yazıklarını eleştirmezsiniz.Onlar bu eleştirinin kendilerine yapıldığını zannedip,size düşman kesilirler. Size çok önemli bir itirafta bulunmak istiyorum: yorgunluğum geçti.Anlayacağınız iyi oldu içimdekileri dışa vurmam. Bir kuş misali hafifledim adeta. Ah bu şairlerin gözü kör olsun diyeceğim ama,sonra al başına belayı.Mahkeme salonlarına kadar uzar gider,çünkü hakaret ettiğimi söyleyecekler. Beddua etmek hukukta bir sakınca teşkil ediyor mu, işte onu bilmiyorum. Bu kadar yeter.Asıl konumuza geçelim en iyisi. Bittiğini mi zannettiniz yoksa söyleyeceklerimin. Beni hiç mi hiç tanımamışsınız. Daha hiç başlamadım bile.Sadece başımdan geçen bir havadisi anlattım. Kitaplığınızda, Fareler ve İnsanlar kitabı bulunur mu bilmiyorum. Kitaplığınız elbette ki vardır,onu sormadım. Daha almadınız değil mi? Size iyi bir haber vereyim o halde: alamayacaksınız o kitabı. İsteseniz de alamayacaksınız. Çünkü yasaklandı. Daha yasaklanmadı mı? Ne yani bir de onu mu bekleyeceğiz? Hadi kitabın isminde fare geçiyor diye yasakladınız (sansürlediniz),peki, Şeker Portakalı’nın nesi var? Adı üstünde şeker gibi kitap. Gel de şimdi anlat bunu büyük ağabeylere ve amcazâdelere. Gülmeyin rica ederim hiç komik değil. Gülün diye de anlatmadım bunları. Okumaktan bahsediyordum ya hani geçenlerde.Siz de okumaktan hoşlanmayız demiştiniz marifetmiş gibi. Hatırladınız mı? Biliyorum biliyorum okumaya başladınız,ama kabul edin ilk zamanlar böyle düşünüyordunuz. Dağıtmayın konuyu. Uğultu çıkmasın lütfen,dikkatim dağılıyor,toparlayamıyorum sonra. Çok mu yoruldunuz? Madem öyle başka sefere o zaman. Hadi dağılalım! Ha unutmadan,geç kalmayın sakın,o da yasak çünkü!..





 Harun Aktaş
  Aralık 2013

25 Mart 2013 Pazartesi

Murathan Mungan’ı ‘Unutmadık’

               
                     


 Türkiye’nin coğrafi, kültürel ve tarihsel konumunun şu andaki durumu şair ve yazarlarımızın üzerindeki derin etkisi hepimizce malûm. Evrensel olmanın ana kapısını bu oluşturur şüphesiz; bunun içindir ki hiçbir zaman yerel ideolojinin etkisini görmezden gelemeyiz;dolayısıyla Türk şairleri ve yazarları elbette ki bu etkileşimden soyut tutulamaz,bütün evrensel sanatçılar gibi.

 Murathan Mungan da evrenselliğe engel oluşturan bu zorlu yapıyı yıkan Cumhuriyet tarihinin en çok üreten nev-i şahsına münhasır şair ve yazarları arasında yer alır. Yaşadığı coğrafyanın kültürel ve tarihsel konumunu özümseyerek evrenselliğin kapısını bu minval üzerinde açmayı başarmıştır. Ataol Behramoğlu’nun ifade ettiği üzere: şiir mirasından beslenmek, mirasa öykünmek değil elbette.Bu miras zaten,tıpkı dil gibi,soluk alıp verdiğimiz havadır. İşte bu yüzden bazen, sırtımızdaki pörsümüş kambura meydan okuyarak hafızamıza aldığımız yaşanmışlıklarımızı, içimizde buğulanan ve aynı zamanda kabuk tutan emprimiş korkularımızla yüreğimizin kanayan penceresine dokunarak adımlarımızı atarız.Bizim önümüze seren de zamanın karşı konulmaz gücüdür; çünkü bazı anılar, bedenimiz ya da manevi hayatımızda açılan yaralar gibi çürümez hiçbir zaman,sürekli canlı tutar.

Zaman’ın asıl varlığı da bunun için değil mi zaten?

Murathan Mungan’ın eserleri tam da bu vizyonu üstlenerek yükselir hafızamızın en kutsal mâbedinde. Buna bir sebep aramak icap ederse de O’nun doğduğu o kadim topraklara,yani Mezopotamya’ya sırtını dönmemesini gösterebiliriz ancak.Başka bir izâhı olduğunu da düşünmüyoruz. Buna en büyük delil ise, ‘’Mezopotamya Üçlemesi’’ nin ilki olan Mahmud ile Yezida’dır şüphesiz. Malûmumuz olduğu üzere, Mezopotamya’nın en kadim,en bahtsız; fakat unutulmaya bilinçli ya da bilinçsizce terk edilen Yezidiler’i konu almasıdır. Bu üçlemenin içindeki diğer eserler ise Taziye ve Geyikler Lanetler’dir. Kaldı ki çoğumuz, Mahmut ile Yezida’yı okuyup kıyıya çekildikten sonra O’nların varlığından haberdar oldu.Çoğumuz yukarıda adı geçen eserleri okuduktan sonra gönül bağı kurduk o topraklarla ve anlamaya çalıştık o kanayan toprakları yüreğimizden kopan ahlâki değerlerle. Bize yabancı geliyor dediğimiz ve tarihin arka odalarına itelediğimiz kültürel değerleri, biraz da tarihsel bir döngü içerisinde harmanlayarak evrenselliğin kapısını açmayı başardı Murathan Mungan. Behramoğlu’nun üzerinde özellikle durduğu husus da bu değil miydi zaten? O yüzden sadece bunun için bile olsa her daim kendisine müteşekkirdir tarih. Yanılıyor muyuz yoksa? Bununla da yetinmeyip kaybettik veya unuttuk dediğimiz bir çok yaşantımızı hatırlatarak, varlığımızın yapı taşını oluşturuyor âcizane kabul ettiğimiz‘’yazı tanrısı’’ şair/yazar Murathan Mungan.

Öyle ki, 15 Temmuz 2005’te yapılan bir röportajda kendisine yöneltilen soruya şöyle cevap verir:

…’’anonim bir kimlikle yaşayıp, farklı adlarla kitap yazmayı çok isterdim. Artık olmaz, bir kere üslubum çok güçlü. Yazımın DNA’sı, parmak izim belli benim.’’

 Ne dersiniz, sizce de öyle değil mi? Bizse bu çalışmamızda şairin ’OMAYRA’ adlı şiir kitabında yer alan ‘’unutmadık’’ şiirinden yola çıkarak, yukarıda sarf ettiklerimiz fikirlerin altını eşelemeye çalışacağız. İçimizi mesken tutan o beyaz dumanı dışa vurduktan sonra Mungan’ın‘’ geçtiğimiz yollarda kaybettiklerimizin bize en büyük kötülüğü kendilerini tekrar tekrar hatırlatmalarıdır’’ sözüyle başlamak istiyoruz şiiri yüreğimizin tırnaklarıyla tahlil etmeye. Ama yine de şiire geçmeden evvel İsmet Özel’e kulak verelim istiyoruz: şiir okumak,insanların hayatında bir yer tutacaksa,öğrenilebilir bir şey olmalı.Bir insan şiir okumayı seçmişse,bu okuma süresinde ve sonucunda kişiliği,kimliği ve yeryüzünde sahip olduğu yer bakımından şiirden bir kazanç sağlamayı düşünüyorsa,yapacağı bu işi tesadüflerin umursamaz akışı içinde değil de,kararlılık içinde gerçekleştirmeye yolundaysa o insanın şiir okumak için bir kılavuza ihtiyacı vardır. Ama bir insanın şiir okuma konusunda sahip olduğu kararlılık kendi başına bir kılavuzluk değil midir? Muhakkak ki öyledir diyor ve başlıyoruz: Mungan’ın bu şiirde, Divan ve Halk edebiyatlarında kullanılan “koşma, gazel,semai,” gibi nazım şekillerinden herhangi birini tercih etmediğini; fakat hiçbir kuralı olmayan serbest nazım şeklini tercih ettiğini görüyoruz. Şiir, mısra kümelenişi bakımından yedi bentten oluşmaktadır. Bentlerin mısra sayıları uzunluk-kısalık bakımından birbirinden tamamen farklıdır. Bu bakımdan nazımın sabit şekillerinden birine de bağlı değil şiir. Dolayısıyla şair, mısra kümelenişini tamamen muhtevaya bağlı kalarak kurguladığını söylemek mümkündür. Birinci bentten, yedinci yani son bende kadar aynı muhteva üzerinde durarak şiiri okurun yüzüne tokat gibi vurur.Ve lafı hiç dolandırmadan,gerçek amacının ne olduğunu net bir şekilde ifade eder.Tıpkı, "Lafı fazla uzatmayın. Aslında hepimiz birer gösteri sanatçısıyız", diyen Ursula K. Le Guin gibi. Mungan’ın ağdalı bir dil kullanarak 1981’de yayımlanan ve ilk şiir kitabı özelliğini taşıyan‘’Osmanlı’ya Dair Hikâyat’’ ı ayrı tutacak olursak, ekseriyetle şiirlerinde duru bir dil hâkimdir. O’nun yazdıklarını takip edenler, genel olarak üslubûnun şiire ne kadar yakın olduğunu bilir. Mungan’ın şiirleri bu açıdan apayrı bir yer tutar ve böyle bir şiir kitabını kaleme almış olmasını, O’nun eskiye (divan edebiyatı) olan özleminin hakikatine atıftan başka ne olabilir?’’,dedikten sonra şiir analizimize kaldığımız yerden devam edelim: Bu şiirdeki dil akışına baktığımızda, okurun anlamakta güçlük çekeceğini düşündüğümüz kelime yok denecek kadar azdır. Sadece ilk okuyuşta birkaç kez tekrarlanan‘’intifada’’ kelimesi okura yabancı gelebileceği ihtimalini savunabiliriz ancak; fakat son dönemlerde güncelliğini hâlâ muhafaza eden Filistin halkının İsrail askerlerine karşı verdiği mücadele, bu kelimenin anlamını hatırlamalarına yardımcı olacaktır. Yaklaşık otuz yıl önce kaleme alınan bu şiiri, bugün bile okurken beynimize çarpan bir balyoz etkisi bırakıyorsa şayet, bu şiirin alelâde bir şiir olmadığının tezâhürü olsa gerek. Bir yan etkisi de şiirin,geçmişin tozlu sayfalarını acımasızca karıştırmasıdır.

 Hatırlamak;unutmaktır...

 Şiirin üslubu için söyleyebileceğimiz tek şey: giyotin kadar keskin olduğudur. Ayrıca burada söyleyebileceğimiz bir başka husus: İsmet Özel’in kaleminden etkilenmiş(esinlenme) olma ihtimalinin yüksek olduğudur. Bununla ilgili yöneltilen sorulara karşılık olarak ifade ettiği üzere İsmet Özel, O’nun en çok etkilendiği/sevdiği şairlerdendir.Hatta bir çok şiirinde mezkur şairden alıntılar yaparak bu beğenisini dışa vurur;fakat daha sonra Mungan’ın başını epey ağrıttığını da söyleyebiliriz; çünkü İsmet Özel, Kemal Burkay gibi şairlerin dizelerine atıfta bulunurken O’nun intihalle suçlanmasına sebebiyet vermiştir. Mungan’ın deyişiyle: “Benim okurum kimden hangi dizeyi aldığımı bilir!”, dolayısıyla şiir analizimizde o şairlerin etkisinden bahsetmemiz hiç de alakasız olmayacağının bilincinde olmalıyız. Yine de bu başlı başına bir konuyu kapsadığı için fazla üzerinde durmayacağız. Sadece böyle müsademenin var olduğunu hatırlatmakla yetineceğiz siz değerli okura. Şiirde, şekil bakımından gelişi güzel bir ahenkten de bahsedemeyiz; sadece şiirin ideolojisi bakımından bir ahenk olduğunu savunabiliriz ancak. Bunu da çok başarılı bir şekilde yaptığını şiiri sesli olarak okuduğumuzda anlıyoruz. Bir marş edasıyla sesler gökyüzünde uçuşur gibi tıpkı.


 ‘’Orada bir coğrafya yağmalanıyor

Orada gazetelerin ofset baskısı
Orada yeniden yazıyorlar 835 satır
Ve umudunu kaybetmeyen şehirler’’

 Yukarıda, fikir olarak bir ahengin söz konusu olduğunu ifade etmiştik. Alıntıladığımız bu bölümle de göstermek istedik. Yine de hâlâ ikna edemediysek, sol elinizi kaldırıp, tüm gücünüzle gökyüzüne doğru haykırın, belki o zaman çığlığınızı duyar şiir. Mısra tekrarları ise gözümüze yer yer çarpan bir diğer önemli husustur. Bir opereti dinler gibi kulak vermenin tam vakti:

 ‘’Nâzım kadar coşkulu
 Aragon kadar âşık
Lorca kadar yaralı’’

Mungan, 1-6. bölümdeki mısra tekrarlarını bilinçli olarak yapar. Aksine ihtimal bile vermek şiire büyük bir haksızlıktır zira; çünkü adı geçen şairlerden destek alarak, şiirin sesinin gür çıkmasına vesile olmuştur.Bu şairlerin duruş olarak düzene başkaldıran şairler olarak okuduğumuzu da unutmamak gerektiğini de hatırlatır dize aralarındaki molalarda Mungan. Dolayısıyla şiirin ayaklarının tam anlamıyla yere sağlam bastığını tereddütsüz söyleyebiliriz. Kaldı ki şair: ‘’İntifada intifada intifada’’ diyerek haklı oluşunun haklılığını vurgular. Bunun yanında, şiirin başlığını oluşturan unutmadık kelimesinin şiir boyunca dört defa tekrarlanması ahenk oluşturmaktan öte, çığlığını insanlara duyurmaya çabalamasından başka ne olabilir? Şair için asıl önemli olan, şiirin biçim yönünden daha çok içeriğidir:

 ‘’Gövdelerinizi unutmadık, unutmadık hiçbirinizi’’… Mungan, sadece bununla da kalmayıp, Lorca, Aragon ve Nâzım Hikmet’e yaptığı atıflarla başlıyor/ilerliyor. Diğer bölümlerde de kimlere gönderimde bulunacağının da muştusunu açık bir şekilde de sunmuş oluyor önümüze. Şiirin ilk pasajında, insanlığının en mutlu olduğu anları ve bunun yanında ezilen şehirlerin kendi yazgılarıyla yok olup gittiklerini en duru biçimde ifade edildiğini görmekteyiz. Kendi tarihimizin unutulmaya yüz tutmuş parçacıklarıyla vuruyor yüzümüze. Kaybolanların gidip gelmediğini de arabeske bulandırılmamış bir acıyla hatırlatıyor bizlere:

 ‘’Yaralı bayramlar geçti

 Mevsimler, bütün anlamlarıyla
 Yüreğin koyu yerinde birikenler
 Kendi takvimleriyle gelip geçtiler
 Gelip geçti şehirler ve ölüler
 Unutmadık’’

 Bayram dediğimiz sevinç yumağının birlikteliğin olduğu zamanlarda daha bir anlam ifade ettiğini az çok bilmekteyiz; fakat bu sevinci kursağımızda bırakarak şair, şiirin ilk dizesiyle tarihin sayfalarına kanın sıçradığını yine hiç süslemeye gerek duymaksızın ustaca yapar.
 Şiirin ‘’Yaralı bayramlar geçti’’bu ilk dizesi, aslında diğer dizelerin ana rahmini oluşturur. Hemen ardından ‘’Kendi takvimleriyle gelip geçtiler’’, diyerek o insanların ezilmiş yüzlerini kilerlerde unutulmuş el fenerleriyle aydınlatmaktadır. Sadece bununla da kalmayıp şiirin başlığıyla o kadar bütünlük kazanıyor ki dizeler, ancak bu başlık konulurdu,diye göz kırpar bize şiir. Mungan, bir eserini kaleme alırken, nasıl emek harcadığını ve evladının üzerinde titreyen bir ana hassasiyetiyle nasıl durduğunu çok iyi biliyoruz. Zaten şiir, şairlerin yetim kalmış tek çocuğudur ve bu yüzden de şımartılır.

 ‘’Orada bir coğrafya yağmalanıyor
 Orada gazetelerin ofset baskısı
Orada yeniden yazıyorlar 835 satır
Ve umudunu kaybetmeyen şehirler’’

 O kadar yıkıntıdan canlı çıkarak, şehirlerin de dahil olması şiire, biraz sonra şiirin ateşinin çoğalacağını hatırlatır bizlere. Ölüler ki, hiçbir zaman terk etmez şehirleri, fikrinden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ancak: nefes alanlar şehirleri terk eder, ölüler değil. Bazen bu şehirler, sürgün yeri olarak hafızamızı ele geçirirler. Bu yüzden şairin burada, antik bir kapıyı araladığını söyleyebilme hakkını buluyoruz kendimizde. Kapıyı şöyle bir araladığımızda ise, karşımızdaki dağın arkasından fışkıran Nâzım Hikmet’in 835 Satır, adlı şiir kitabıyla göz göze geliyoruz. Mungan’nın söylemek isteyip de ama söylemediği(gizli tuttuğu) 835 satır’ı daha vardır. Fakat o sekizyüzotuzbeşsatırı, bir çığlığa şırıngalayıp öyle haykırmıştır: ’’Orada yeniden yazıyorlar 835 satır’’...Bütün mesele bu. Ünlü Fransız tarihçi Lucien Febvre :

 ‘’Tarih, sokaklarında yalnızca karanlık ve şaibeli modeller dolaşan ölü bir kent manzarasından kurtulmalıdır’’, der.

 ‘’Gökyüzünun karanlık kefeniyle örttük
 Yıldızların delik deşik ettiği ölüleriz
 Adsız ölüleriz
 Adları bir coğrafya ile yan yana yazılan’’

 Febvre’nin söylediğine mülhem olarak şunu söyleyebiliriz biz de: tarih, yağmalanan o coğrafyada, faili meçhûl ölüleri mezarlıklardan toplamaktan çekinmemelidir. Hiçbir zaman! Ve ‘’Gövdelerinizi unutmadık, unutmadık hiçbirinizi’’, diyerek, tam da bunu kastettiğini söylesek, şiirin bizi kırbaçlamayacağını kim iddia edebilir? Eğer İsmet Özel’in deyişiyle ‘’şiir başkaldıranların sesiyse’’ , o halde şiirin hem bu, hem de diğer bölümleri için Mungan’ın haksızlığa uğradığını düşündüğü ‘’eşref-i mahlûkatların’’ başkaldırısıdır, diyebilme özgürlüğüne sahip olmalıyız.Mi? Ünlü İspanyol şair Lorca, şair kavramını ‘’acılar çekmesi gereken bir kimse ile özdeşleştirerek, aslında her başkaldırı biraz da semâya doğru haykıran şairin ‘’çiğ çığlığı’’ na işaret eder:

 ‘’ Nâzım kadar coşkulu
Aragon kadar âşık
Lorca kadar yaralıydık
Unutmadık’’

 Alıntıladığımız bu bölüm, bize ‘Mutlu Aşk Yoktur’, adlı şiir kitabı ve Dadaizm(1916’da Zürih’te doğmuş olan bir sanat akımı )’in en ünlü temsilcilerin biri olan Aragon’u hatırlatır. Bu akımın temsilci olan şairler, savaşın barbarlığına, sanat alanındaki ve gündelik hayattaki entelektüel katılığı protesto eden şiir savaşçıları! olduğunu unutmamak gerekir. Fakat daha sonra sürrealizm akımının flamasını eline alır. Mungan’ın bu şiiri, işte tam olarak bu çıplaklığı görmemizi sağlıyor. Mungan’ın dokunmak istediği yaralar bununla da sınırlı kalmayıp, genç yaşta Franco döneminde öldürülen ve yukarıda küçük de olsa şiir bakışına değindiğimiz Lorca’nın acısına bir göndermede bulunur. Mungan, dördüncü bölümünde ise,savaş sonrası oluşan bir sahneyi betimleyerek sunar biz okura. Ayrıca şair, güçlerine kara tarihin bile karşı koyamadığı devletlerin riyâkârlığının üzerini örtmeden çok açık bir dille meydana atıverir sözcüklerini ve yine şair, öz’ünü arenaya bırakarak, kendi çaresizliğinin önsözünü sunuyor önümüze burada. Bunu yapmaktaki asıl amacı ise tarihin karanlıkta kalmış yarasına işaret parmağını basmaktır. Günahlarından ya da tarihten arınmak da diyebiliriz. Bundan sonra gelen dizelerle bir tablonun hazırlıklarını yaptığını görüyoruz. Tabloya bakıp parçaları yekvücut yapmamızı istiyor belki:

 ‘’İki güzelliğimiz vardı bizim Ufkumuzdan inen’’,dizeleri yine bize çok şey hatırlatmakla(çağrıştırmak) birlikte, bir o kadar hiçbir şey… Bahsettiği güzelliklerinin hangilerinin olduğunu kestirmek güç bu bölümde; ama nasıl yok edildiklerini ve hiçbir zaman da geri dönemeyeceklerini çok açıkça sunar önümüze:

‘’Ve bir daha geri dönmeyen iki güzelliğimiz Birini kurşunlar, ötekini ofset baskılı resimler aldı’’, dediği: ’30 temmuz 1943 günü akşamüstü,Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürt köylüsü,gözaltında tutuldukları sınır karakolundan alındılar ve içlerinden 32’si kırsal bölgede kurşuna dizilerek öldürüldü. Katliamdan kurtulan tek kişi,bir taşın arkasına gizlenmiş ve cinayetleri başından sonuna kadar izlemişti’, ofset baskılı resimlerin altındaki bu katliamdan başka ne olabilir ki? Otuzüç Kurşun’dan kasıt, yine hatırlayacağımız üzere Ahmet Arif’in Otuzüç Kurşun, adlı şiirine de büyük bir göndermedir. O kurşunların kendisine de isabet ettiğini haykırarak, sadece onlara sıkılmadığını ve Ahmet Arif’in yalnız olmadığını hatırlatır:


 ‘’Gökte yıldız burcu değil

 Otuzüç kurşunlu yürek 
 Otuzuç kan pınarı Akmaz,
 Göl olmuş bu dağda’’ ,

 gibi çok yakın anlamlı renklerle karşılaşırız. Bunun için bu bölümde şairin ilham kaynağı hiç çekinmeden Ahmet Arif’tir diyebiliriz. Elimizdeki bu iki anahtar,aslında aynı kapıyı açmaktadır. Kapının hangi mezarlığa doğru açıldığını da yavaş yavaş anlamaktayız. Sondan bir önceki bölümde: ‘’Serap ile hakikat arası Çağın aşamadığı uçurumlarda Gider gelirim gider gelirim’’, diyerek daha fazla yorulmamıza müsaade etmez ve kendisi bizatihi itiraf eder hakikatinin çıplaklığını,tabiî bizim hakikatimizi de. Okurun yaşanmış o kötü olaylar için bir nebze olsun düşünmeye sevk eder. Nereden nereye geçiş yaptığını yine bu bölümde anlıyoruz Mungan’ın. Bu yetmiyor olacak ki,hakikat ve çıplak hakikat arasında seyahat etmemizi sağlayarak ve arkasına bakmadan karanlığın içine dalıp kayboluyor hemen. Fakat arkasında ayak izi bırakarak.

 ‘’…Ateşin avesta dili
 Bitkiler, otlar, kökler
Dağlanmış dil, narın rengi
On binlerin dönüştüğü uğuldarken
Doğunun yeni defteri
Topraktan çobanyıldızına değin
Her yer her şey karanlık bir pusuda’’

Yine yukarıda alıntıladığımız son bölümde şair, çok eski bir zamana sesini duyurmaya çalışır: antik zaman. O toprakların kadim milleti olan Zerdüştler’e yani diğer bir ifadeyle barışın hâkim olduğu zamana seslenir! Karanlığın sardığı bu toprakları aydınlatmak için bu ateşe ihtiyaç olduğunu fısıldar kulağımıza. Biraz daha açacak olursak, Zerdüşt’e seslenir. Bun inanca göre ateş bütün varlıklarda bulunur ve canlı ve cansızlarda farklı biçimlerde var olur. İnsanda, hayvanda, bitkilerde, gökte ve yerde bu ateşi değişik zaman ve durumlarda görmek mümkündür. En kutsal ateş ise, Tanrı Ahura Mazda ile insan arasındaki ateştir,ya da İnsanlık ve Yaradan… Karanlık ve ışık…Zaman ve an…Ateş ve avesta…Bitkiler ve kök… Bununla birlikte şairin,‘’Ey büyük Mezopotamya,diye seslenerek bir kayboluşun,bir unutkanlığın varoluşunu serer tahta masamıza.

İnanmak.İnanmak.İnanmak.


 Ve son olarak;

 ‘’Yazının, tekerleğin, tarihin İlk çocuklarından Ey büyük Mezopotamya İki bin yıllık gece Don geri bak Kardeşlerim oluyor kalbimin doğusunda’’ Mungan, yukarıdaki dizelerin altında bir tarihin yattığını ve o tarihe kendi diliyle nasıl seslendiğini sayıklamaktadır aslında. Yazının tarihine baktığımızda bizi M.Ö.3000 gibi eski bir tarihe sürükleyeceğini çok biliyoruz . Aynı şekilde tekerleğin keşfine şahit oluyoruz. Burada tekerlek, modernliğin menşeini hatırlatma görevini üstlenmektedir: ‘’Yazının, tekerleğin, tarihin…’’ Gestalt psikolojisinde olduğu gibi şiirin bütün parçaları zemin üzerinde ancak anlam kazanıyor. Bu kuramın en önemli özelliğine baktığımızda ise devam etme,sürme,devamlılık,göz ve bir nesneden diğer bir nesneye devam ettiğinde ortaya çıkar. Mungan’ın ne demek istediğini böylece daha net anlamış oluruz. Murathan Mungan şiire dair birçok becerisini,belki daha fazlasını bu şiirde görmekteyiz. Düşüncenin yükünün yoğun olmasından ötürü okuru yormaktadır diyebiliriz.Evet,Mallarme’nin ifade ettiği gibi şiir,düşüncelerle değil sözcüklerle yazılır’’,sözü bir yere kadar doğru;ama düşüncelerle sözcükler birleşince apayrı bir keyif verdiğini de itiraf etmek gerekir.Tıpkı ‘’unutmadık’’ şiiri gibi. Yazdıklarıma Hilmi Yavuz’un bir sözüyle noktalamak istiyorum: Şiir, geçmişe atıfta bulunarak ilerler.






Harun Aktaş
 Ocak 2013

5 Mart 2013 Salı

Şiir Terbiyecileri


“Kız benim şiirimi beğenirse, şiirden anlıyor demektir. Senin şiirini beğenirse, şiirden anlamıyordur. Şiirden anlamayan kızla benim işim olmaz, varsın senin olsun.”


 Nihayet Yılmaz Erdoğan’ın ‘’Kelebeğin Rüyâsı’’ adlı filmi beyaz perdede gösterime girdi. Bu filmle şiir kitaplarında büyük bir artış yaşanmakla birlikte şiire biraz daha saygı duyulacak insanlar tarafından. Bir film, tek başına böyle zorlu bir vazifeyi nasıl üstlenecek, diye aklınızı bir soru işgal edebilir; ama emin olun hiçbir şey eskisi gibi olmayacak şiire dair. Peki, nedir tam olarak önemli kılan bu filmi,diye soracak olursanız da naçizane gidip izlemenizi önerebilirim ancak.Şiirin kelimelerle nasıl terbiye edildiğini gözlerinizle göreceksiniz.

Şairler.Şairler…

 II.Dünya Savaşı döneminde Zonguldaklı şairler olarak tanınan ve daha genç yaşta olmalarına rağmen ince hastalığa yakalanarak hayata veda eden( aslında çoğumuz isimlerini bu filmle duyacağız) Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun hayatlarını konu alıyor.Aslında sadece bununla da kalmıyor yönetmen,dönemin Zonguldak’ını ve Türkiye’nin üzerindeki siyasi bulanıklığı da çok iyi analiz ederek perdeye yansıtıyor. Bu açıdan da büyük bir önem arz ediyor.Hem şiir hem de Türkiye için.Tabii bütün bunlar bahanesi filmin. Bazı filmleri izledikten sonra, tartışırken şiirsel bir tadı vardı deriz hani.Bu sözü kullanırken bile o an sevinç duyarız; çünkü şiirsel diyerek aslında kutsal bir anlam yüklemeye çalışırız,ya da öyle sandığımız için sığınırız bu kelimeye,bilemiyorum.Fakat ‘’Kelebeğin Rüyâsı’’ için hiçbir bir benzetmeye ihtiyaç duymaksızın,doğrudan şiir-film(nasıl tabirse artık) diyebiliriz.Diğer bir deyişle, şiirin başrol oynadığı bir film.

Bunun yanında, filmin yönetmeninin bir şair olması da cabası. Zaten yıllar önce ‘’heybemde sana benzeyecek kadar güzel bir şey yok’’ diyerek yüreğimize dokunan bu şaire de böyle bir film yakışırdı doğrusu.Ama böyle bir şeyi bekliyor muydun diye soracak olursanız da,filmden ödünç aldığım bir sözle cevap vermek isterim: ‘’Bence bir hocaya cevabını bilmediği bir soru sormak kabalıktır’’. Filmin bir sahnesinde yine şöyle bir söz geçer: ‘’İyi şiirler sahipsizdir’’. Bu söz uğruna sigaraya bile başlanır. Yumruğumu sıkıp duvara vurmak ya da.Karar vermek çok güç. Susmak veya hatırlamak.Sözün bittiği yer. ’’senin gülmek için bir sebebe ihtiyacın yok ki,sen çok güzelsin’’ sözüne ne demeli? Aslında bu alıntıları paylaşmaktaki niyetim, filmin dilinin ne kadar edebi olduğu içindir. Ve o kadar rahat çıkıyordu ki kelimeler ağızlarından, inanın hiç bayağı durmuyor.Bazı sahnelerde ise Yılmaz Erdoğan’ın nevi şahsına münhasır esprileri de hemen ele veriyor kendini.

Dolayısıyla seyirciye zaman zaman nefes aldırdığına da şahit oluyoruz.Demek istediğim hiç ajite etmeden anlatıyor şairlerin hayatını.Belki de bu kadar samimi gelmesinin sebeplerinden bir tanesi de o gerçekliği sulandırmamış olmasıdır; çünkü sahtekârlık yapabilme şansı o kadar yüksekti ki ve bunu istemediği o kadar netti ki… Özellikle, Muzaffer Tayyip Uslu rolünü üstlenen Kıvanç Tatlıtuğ’un muhteşem oyunculuğu dikkatten kaçmıyor. Daha çok televizyondaki performansıyla beğeni alan Tatlıtuğ,bu filmden sonra da uzun bir süre gündemdeki yerini alacaktır.İzlerken büyük keyif alacağınızdan da hiç şüpheniz olmasın(tırnak yeme ve iki de bir elini saçlarına götürme anlarına dikkat).

Tabiî, Rüştü Ozan’ı oynayan Mert Fırat’ı da unutmamak gerekir.Karakterlerinin ruhlarını giyinmişlerdi sanki. O an o döneme gidip hayır siz ölmemeliydiniz;çünkü bu adalet değil, diye haykırmak geliyor içinizden.Ama maalesef yapamıyorsunuz,hakikat bir şamar gibi perdeden fırlayarak yüzünüzde patlıyor. Ve şiirin bahanesi dediğimiz o Aşk’ı unutursak eğer, büyük bir haksızlık yapmış olacağız kesinlikle. Aşk dediğimiz elbette ki Suzan rolüyle karşımıza çıkan Belçim Erdoğan’dır. Ne yazık ki herkes o kadar iyi oyunculuk sergilemiş ki, Aşk(Suzan) karakteri ister istemez sönük kalıyor.Buna rağmen bir süre sonra onu bile görmezden geliyorsunuz,çünkü Farah Zeynep Abdullah’ın göz dolduracak derecedeki performansı imdada yetişiyor.Hani, şapka çıkartılır türünden. Yazgısı da iki genç şairimizle aynı oluyor.

Yazgı.Yazgı!..

Ve yaptığı müzikle ruhumuzun bunamış saçlarını okşayan Rahman Altın’ı ve daha filmin girişinde seyirciyi hayran bırakan ve onun ismini daha çok Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz Görüntü Yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin hakkını vermeden yazıya son vermek olmazdı. Son olarak; Behçet Necatigil: Böyle bir hocanın öğrencileri şair olmayıp da ne yapacaktı!



 Not: Filmi izlemeye giderken,yanınıza alacağınız iki şey: kalem ve kâğıt!..






Harun Aktaş
 Şubat 2013