Rize’yi nasıl anlatacağımı bilemiyorum
doğrusu. Anlatsam bile bir şeyler eksik kalacak; haliyle bu beni
düşündürüyor,ya eksik anlatırsam diye ve biraz da beni rahatsız etme
korkusu.Daha çok da o yörenin insanlarına sevdirememe korkusu;çünkü en iyi
O’nlar bilir havasını, suyunu.Yani çok güç olacak benim için.Hadi,kendi
sözcüklerimden geçtim diyelim,peki ‘siz nasıl bilirsiniz’ diye içinizi
ferahlatan bir soru yöneltsem size? Durun,öyle bakmayın, hemen cevap
vereceğinizden hiç şüphem yok; ama yine de size sorup, sizi yormak yerine, acizane
kendim karalamaya çalışacağım,hem Kaf dağının ardındaki heyecanımı da yatıştırmış
olurum böylece.
Rize’nin adını, siyasî haritaları saymazsak
eğer, çocukken en çok televizyonda yapılan çay reklamlarıyla duydum diyebilirim,hani
görmeden,körü körüne bağlandım da denilebilir bu şehre.Orada bir yer var
uzakta; ama ne kadar uzak. -ilginç olan da yıllar önce çalıştığım lokantanın
sahibi Rize (Ayder)’li olması, bu şehre olan merakımı daha da alevlendirdi-.Belki
bir gün, beni oralara götürür hayaliyle yanıp tutuştum.Abarttığımı
düşüneceksiniz belki de bu satırları okuyunca ve haklı olabilirsiniz,benim
haklı olduğum kadar. Ancak olmadı, bu
sefer de olmadı.Gidemedim.Olsun,bir gün olur elbet. Ha, ‘’en cüzel çay doğuş
çay’ reklamındaki o kızı hâla hatırlarım.Nerede görsem tanırım. Daha çıkmadı
karşıma.Kader…
Ve o gün geldi çattı… Artık çıplak
gözlerle,hiçbir şeyin,hiç kimsenin veya aramıza girmesine izin vermeden gidip görecektim
Karadeniz’i.Hayalini kurmadığın bir şeyin gerçekleşmesini isteyemezsin hayattan,oysa
ben yıllarca hayal etmiştim ve en çok ben hakkediyordum sanki.
Nasıl mı?
Trabzon’u daha önceki gezi yazımda anlattığım
için,tekrar anlatmaya gerek yok diye düşünüyorum.Devam edelim o halde
kaldığımız yerden.
Trabzon’dan her sabah saat 09:00’da yola çıkar,daha
öncesinde kâğıt üzerinde işaretlediğimiz yerleri gezerdik.Trabzon ile Rize
birbirine çok yakın olduğu için de , gün içinde gidip gelirdik tekrar konakladığımız
yere.Üçüncü günümüzde, Çamlıhemşin’in sıcak ve bir o kadar mağrur ormanlarına
doğru daldık; ki Çamlıhemşin’in türkülere
konu olabilecek kadar doğa güzelliğiyle meşhur bir yer olduğunu hatırlatmak da fayda var.Tarih ile estetiğin
kol kola gezdiği bir yer de diyebiliriz,işinizi kolaylaştırmak adına.Bir
ressamın fırçasından çıkmış edasıyla selam verir orada gezenlere. Ancak
görmesini bilene.Bununla birlikte,dünyaca maruf Ayder yaylası bu ilçenin
sınırları içerisinde yer almasından ötürü de, güzelliğine güzellik katar.Öyle
ki Ayder yaylasında soluklanmak isteyenler, buradan muhakkak geçmek zorunda,tıpkı
bizim geçmek zorunda kaldığımız gibi; ama yine de siz bakmayın mecbur kaldık
deyişime; türkü çığıra çığıra daldık dağların arasına. Türkülere konu olmuş
diye yukarıda bahsetmiştim ya,isterseniz önce o unutulmaz türküyü hatırlayalım,
bilahâre devam ederiz kaldığımız yerden yolculuğumuza. O türkü ise, hepinizin çok
yakından tanıdığı Efkân Şeşen’in ‘’Hemşin
Boyları’’ dır.
Gelin, hep birlikte eşlik edelim sanatçımıza:
Araştırmacı-gazeteci Ayşe Hür ‘’Ali Şükrü Bey ve Topal Osman’’adlı makalesinde geçen bilgi şöyle: Topal Osman’ın tarih sahnesine ilk çıkışı 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Giresun’dan topladığı 100 kişilik çeteyle Trabzon hapishanesinin kapısını açtırıp 150 mahkûmu çetesine ilave etmesiyledir.Balkan Harbi’nde yararlanarak topal kalmıştır. Topal Osman’ın gönüllüleri Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı olarak Artvin yöresindeki Ermeni tehcirinde görev (!) yaparlar. Nisan 1916’da Borçka’da Ruslara karşı savaşan Türk ordusuna katılan Topal Osman, orduda olduğunu unutup kabadayılığa devam etmekle kalmayıp, sıcak çarpışmaları görünce kaçma emareleri gösterince, komutanı kendisini affetmez ve 50 değnekle cezalandırır. Değnekler, kahramanımızın alelacele çürük raporu alıp memleketine geri dönmesine yeter de artar bile. Topal Osman bir süre sonra Giresun-Samsun havalisinde ortaya çıkar. ’’ - Ayşe HÜR, Ali Şükrü Bey ve Topal Osman,Taraf Gazetesi-1923’te İstanbul’da öldürülmüştür.
Göğsüne yaslanmış eller solmasın aman
Dereler ağlıyor canım çağlar olmuşum
Bu kez hemşim boylarında vurulmuşum…
Bu türkünün nakaratlarına kulaklarınızı verip, sonra da gözlerinizi
kapatmayı unutmayın; keyfi bir başka oluyor çünkü. Lâkin türkünün bir yerinde ‘’dereler
ağlıyor’’ demesi bizi biraz hüzne boğdu ne yazık ki.Sanırım bize anlattığı bir
şey vardı sanatçının, ya da türkünün.Merak ettim ve karıştırdım birkaç tozlu sayfayı,
sonra şu bilgiyle karşı karşıya kaldım: ‘’Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu
(EPDK), tarihiyle, kültürüyle, flora ve faunasıyla dünyada koruma altına
alınmış 200 merkezden biri olan, doğal sit kapsamındaki Fırtına Vadisi'ne
hidroelektrik santralı (HES) kurmak isteyen ARK Enerji Üretim Sanayi ve
Ticaret'e onay verdi’’ Böylesine bir doğa güzelliğini hiçe sayıp, yok etmek
utanılası bir şeydir doğrusu. Bırakın dereleri,çiçekleri ormanlar ağlıyor.Tıpkı
bu türkünün ağlaması gibi.O santral çok mu önemli? Orada kurulmazsa ne olacak?
Bu soruların ardı kesilmez biliyorum,o yüzden biz şimdilik devam edelim
yolumuza. Öyle ki, biraz içimizi ferahlatalım; Fırtına deresini takip ederek
Ayder yaylasına doğru demir attık. Yayla deyip geçmemek gerekir.
Ayder yaylası Çamlıhemşin’in 19 km.
uzaklıkta,1350. Yükseklikte çam ormanlarıyla kaplı bir yerdir. Yeşilin içinde
dik duran ahşaptan evlerin görünümü renk katar buraya.Dağların zirvelerinden
eriyen kar suyunun aşağıya doğru, dağları delerek ulaşıyor olması çekiciliğini
daha arttırıyor yaylanın.Buz gibi sular şırıl şırıl, delicesine akıyor hem de
dağlardan.Burada kısa bir gezinti yaptıktan sonra,Ayder Restaurant’a gidip
karnımızı doyurmak için masalara oturduk; çünkü Karadeniz havası gerçekten
insanı acıktırıyormuş onu anladık bir kez daha. Midemizin neye ihtiyacı olup
olmadığını çok iyi biliyoruz. Bilim adamlarının anlamadığı bir şey var,yorulmuyorsun;ama acıkıyorsun.Bütün
esrarengiz mesele bu. Tek tek yemek
siparişimizi verdik. Kimi et sote,kimi tavuk,kimi de balık,kısaca yöresel
yemeklere saldırdık hepimiz.Bu hakir kulunuz ise, balığı Trabzon,Uzun göl’de
yediği için,onun yerine Karadeniz’in meşhur mıhlamasını rica etti.Tabii
hazırlanışı çok uzun sürmediğinden mi desem,yoksa ustaların marifetinden
mi bilemiyorum ama, birkaç dakika sonra benim
yemeğim geldi.Etrafıma bakıyorum,tam seksen tane göz ,öylece bakıyorlardı
bana.Tabii komşusu açken kendi tok bakan ( yatan)’’bizden değildir deyip ve
paylaştım birazını- hepsiyle değil-.Ama sadece birazını.Karadeniz’e gidip de
mıhlamanın tadına bakmadan dönmek,Paris’e gidip Eyfel kulesini görmemek veyahut
Mardin’e gidip Munganlar evinin sokağından geçmemek gibi bir şey olsa
gerek.Karnımızı doyurup,kalktıktan sonra Karadenizli uşaklar gibi olmuştuk; yerimizde
duramıyorduk adeta. Hep derdim -siz nereden duyacaksınız değil mi- Karadeniz
insanı misafirperverdir diye.Anadolu insanı değil mi,kanında var belli ki.Bakıyoruz,çıkış
kapısının önünde bir adam ve bir tulum.O bize bakıyor,biz ona.Sonra O üfledi
biz oynadık,o üfledi biz horon teptik; ama bakmayın siz, horon teptik deyişime,
daha çok kameranın arkasında durdum. Dayanamadım kurtlarımı döktüm biraz o
ayrı.O da ısrarlara dayanamadığımdan…
Oh ayaklarıma sağlık!..
Siz de olsaydınız orada aynısı yapardınız.
Ayder yaylasının bildiğimiz yaylalardan farklı olarak en
önemli özelliği de içerisinde kaplıca bulundurmasıdır. Yapılan araştırmalar
neticesinde birden fazla hastalığa şifa olduğu kanıtlanmıştır.Bununla beraber Ayder’le
özdeşleşen en güzel görüntüsü ise çimenlerin içinde altı tane ahşap evin olduğu
o meşhur karedir. Bizzat o görüntüyü yakalayabilmek adına,yapmadığım maymunluk
kalmadı ve fotoğraf makinesini elime alıp ölümsüzleştirdim. Demek ki neymiş
yaşamadan bilemezsin.Ayder’de konaklama sorunu da yok artık. Ne zaman oldu ki
öyle değil mi? Son dönemlerde artan küçük küçük pansiyonlar bu ihtiyacı
gideriyor.Tabii bütün bu evlerin hammaddesinin ahşaptan olma zorunluluğu
vardır,yani betondan ev yapmak kesinlikle yasaktır.Buradan da ben sesleniyorum tüm
dostlara: bir o kadar tehlikelidir.
Çayeli’nden öteye gidelum yali yali
Sırtındaki sepetun ben olayım hamali
Sepetumun ipleri omuzumi
Aç beyaz peştemali bir göreyim yuzuni
Türküsünü mırıldana mırıldana devam ettik yolumuza; fakat
tam o esnada,yetmiş yaşlarında bir ninenin telefonla konuşması vardı ki,işte bu
dedim,hakiki Karadenizli bu;çünkü asıl görmek istediğim şey buydu. Kulağımızın
pasını silen o şive var ya, işte şiveyle konuşuyordu.O kadar doğal,o kadar
samimiydi ki…sonra arkamıza baka baka Fırtına Deresi’yle özdeşleşen Mikron
Köprüsü’nde durup biraz soluklandık. Fırtına
deresinin aşağı Şimşirli kolu üzerinde kuzey –güney doğrultusunda uzanan tek
gözlü, kemerli bir taş köprüdür. İki ayak açıklığı oldukça geniştir. Yaklaşık
30 m. uzunlukta, dere seviyesinden 10-12 m yükseklikte yer alır.
Kemer düzgün kesme taştan olup, ayaklar moloz
taşla yapılmıştır. Korkuluklar daha sonradan briketle örülerek oluşturulmuştur
güvenlik açısından.
Buraya kadar gelmişken biraz gezinelim dedik derenin karşı yakasında.Bu esnada
daha önce ki gelişimizde gördüğümüz bir ağacın vahşice baltalanmış olduğunu
görmek bizi şaşırttığı kadar biraz da üzdü.Hemen altında gölgelenen türbenin
taşları güneşin koynunda alevleniyordu. Evet ağacın gövdesi öyle bir
baltalanmıştı ki, ağacın ağladığını bile hissediyorduk.İnsan kendi cehennemini
kendisi hazırlarmış sözü ne kadar doğruymuş meğer.Çok fazla duramadık bu
yeşilliğin içinde de.Çok kalınca da bağımlılık yapıyor, o yüzden hemen araca
binip dinlenmeye koyulduk;çünkü bir sonraki durağımız Giresun olacaktı.Ve tabii
yavaş yavaş gezimizin sonuna doğru yaklaşıyorduk; ayrıca bazı sonlar mutlu
bitmezmiş onu anlıyor insan böyle anlarda.Sahil boyunca aracın camından denizi
seyredip,dalgaların nasıl kıyıya vurduğuna da şahit oluyorduk.Karadeniz biraz
delidir bu yüzden,Türkiye’nin en deli,en kara denizidir hatta desek
yeridir.Öyle herkesi kabul etmez bünyesinde ve biraz da acımasızdır,Osmanlı’nın
donanmasını 1853 Sinop’ta yutacak kadar hem de.Fakat biraz da duygusaldır,tıpkı
bu şarkıda olduğu gibi:
‘’Karadeniz Karadeniz
fırtınalar
içindeyiz’’
diyerek bizi haberdar eder deliliğinden. Dalgalara
öyle bir dalmışız ki,Giresun’a geldiğimizi dakikalar sonra fark ettik.Giresun’u
arzu ederseniz öncelikle işin ehlinden dinleyelim,yani Evliya Çelebi’den: Evliya Çelebi’nin ( 1611- 1682 ) Seyahatnamesinde,
Giresun hakkındaki izlenimleri şöyledir: İstanbul, Kostantini’ nin yapısıdır.
Sonra Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasanın eline geçmiş ise de , yine Ceneviz
Frengi istilâ etmiştir. Sonra Fatih zamanında musahip Mahmut Paşa eliyle zapt
olunmuştur. Fatih, kale fethedilirken Mahmut Paşaya “Bu gece kale altına
Giresun, diye ferman edince kaleye metrise girip fethettiğinden adına “Giresun”
denilmiştir -Ayhan YÜKSEL,
Evliya Celebinin Seyahatnamesinde Giresun Nasıl Anlatılmıştır-.
İşte
böyledir geçmişi bu şehrin de.Merkezde indikten sonra,Giresun Kalesi’ne doğru
yönümüzü çevirdik.Bir çok şehrin merkezinde olduğu gibi burada ünlü giyim
mağazalarını görmek mümkün.Sırf bunları görmek için gelecek halimiz yok ya
buraya.Evet,bölmeyelim, Giresun Kalesi’ne doğru yürüyoruz,güneşin en kavurucu
olduğu bir saatte.Bir de öyle bir yokuş ki sormayın.Yolumuzun üzerinde geçmişi
eski olmakla birlikte 2006’da açılmış olan Giresun Üniversitesi’ne selam verip
hızlı adımlarla devam ediyoruz.Güneşin altında biraz kavrulduktan sonra en
nihayetinde kaleye varıyoruz.Önce Topal Osman’ın mezarını ziyaret ediyoruz.
Yapılan gezilerin sadece eğlenmek,hoş vakit
geçirmek için yapılmadığını hepimiz biliyoruz,dolayısıyla bazen de yıllardır
yanlış ya da eksik olarak bildiğimiz
bilgiler de değişime maruz kalabiliyor.Belki de bu yüzden eskiler çok okuyan
değil çok gezen bilir sözünü okuruz kitapların puslu sayfalarında.Giresun
Kalesi, Kenti ikiye bölen yarımadanın ucundaki tepe üzerinde,
I. Pharnakes (M.Ö. 2. yüzyıl) tarafından yaptırıldığı tahmin edilmektedir. İç
ve dış kale olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Güneybatıdan başlayarak ve
kenti çevreleyerek kuzeydoğuya uzanan kale duvarlarının bir bölümü yıkılmıştır.
Kalenin muhteşem manzarası unutulmaz bir anı yaşatıyor bizlere.Surlara
çıkıp,kendinizi gökyüzünün kollarına da bırakabiliyorsunuz. Bir saati aşkın
süreyi burada geçirdikten sonra,çıktığımız gibi indik ve yine sahilden Ordu’ya
doğru yelkenleri açtık.
Bu sefer de,
Ordunun dereleri
aksa yukarı aksa
Vermem seni ellere ordu üstüme kalksa
sürmelim Amman’’ türküsüne kulak vermek oldu
ilk işimiz.Her şehir için yazılmış bir şiir,bir türkü ya da bir öykü vardır
muhakkak.Acı ya da tatlı ama var.Ordu’nun da kendine has bir doğa görünümü var
gerçekten.Boztepe’ye teleferikle çıkmanın ve kendini teleferiğin içindeyken
ayaksız bir dev gibi hissetmenin anlamı çok derin.Görmeden,binmeden bunu
anlamak çok zor tabii.Ordu Belediyesi’ni bu yüzden tebrik etmek gerekir ve teknolojinin
nimetlerinden faydalanmak böyle bir şey olsa gerek-tüm Karadenizlilere
duyurulur-. Yaklaşık olarak beş dakika sürüyor teleferikle tepeye
çıkmamız,yanlış hatırlamıyorsam. Masmavi bulutların dans edişi ve şehrin yemyeşil
görünümü altında çayınızı yudumlayıp keyfini çıkarabiliyorsunuz.Ve o tepede
bahçeli bir evde yaşamak için,cebimdeki bütün yeşil banknotları vermek
isterdim- ama nerdeee-. Güzel anlar,gördüğümüz rüyâlar gibidir.Çok uzun sürdüğünü
düşünürsünüz,ama hiç de öyle olmadığını görürsünüz gerçekte.Sadece birkaç
saniye sürüyormuş,o kadar. Güneş gittikçe batmak üzere,güneşin batışını,bu
manzarayı kaçırmamız gerektiğini düşünüyoruz,ancak yolumuz uzun olduğu için,bir
başka sefere inşallah deyip teleferikle iniyoruz tekrar.Çıkarken hoştu da
inerken çok kötü oluyor insan.’’İnmek istemiyorum.İnmek istemiyorum’’ desem de
ne çare,indirildim.Günlerimizin çoğunu Trabzon ve Rize’de geçirdiğimiz için,bu
şehirlerde pek vakit geçiremiyoruz ne yazık ki. Her şeyi en hızlı bir şekilde
nasıl yapabiliriz onu düşünüyorduk,o yüzden kısa süreli mutluluklar yaşıyorduk;
buna rağmen huzurluyduk yine de.Ya hiç göremeseydik? Giresun-Ordu fındığını
almadan eve dönmek istemiyoruz diyenlerdenseniz,hiç merak etmeyin,hemen
Teleferik’in çıkışında bulabilmeniz mümkün,hem tuzlu hem tuzsuz.Yeter ki
isteyin,hizmette sınır yok.
Acıktığımızı hissediyoruz yeniden, o kadar
gezdikten sonra çok doğal bu, fakat Samsun’a kadar dişimizi sıkıyoruz;çünkü
Samsun pidesini yiyerek,kendimizi ödüllendirmek istiyoruz.Hakkettik.Öyle ki, Ordu-Samsun
arası 165 km,biraz daha dişimizi sıkmanın sağlığımız açısından hiçbir problemin
olacağını da düşünmüyorduk,sadece o pideleri hayal ediyorduk o kadar. En
nihayetinde Samsun’dayız. Tramvay bile bizimle yarışa giriyor; yani
anlayacağınız büyük bir şehir,öyle sıradan bir şehir değil yani.Şehrin
girişinde,kıyıda Mustafa Kemal’in İstanbul’da binip ve Samsun’a ayak bastığı
Bandırma Vapuru’yla göz göze geliyoruz bir an. -Bandırma Vapuru'nun gerçek ölçülerindeki
örneği Samsun Valiliğince , çevre düzenlemesi Samsun Valiliği ve Samsun
Büyükşehir Belediyesi Başkanlığınca yaptırılarak Doğu Park sahili ve alanı
içinde müze gemi olarak 19 Mayıs 2003 tarihinde ziyarete açılmıştır.- Selam verip hemen araçtan
inip dağılıyoruz her bir yere. Daha önce gelmeme rağmen bu şehre yine de bir
yabancılık çekiyorum.Pide yiyebileceğim mekanları arıyorum,ama aradan yirmi
dakika geçmesine rağmen,hala ağzıma bir lokma geçmiş değil.Neden bulamıyorum?
Nerede bu pideler? Sorsam esnafa hemen gösterirler biliyorum,ama yok, yabancı
olduğumu bilmemeleri lazım diyorum. Israrla arıyorum.En sonunda dayanamıyorum,
inatçılığımın cezası olarak bir lokantaya atıveriyorum kendimi.Yaşasın yemek
yemek,tabi pide yememenin acısını öyle bir yaşıyorum ki sormayın.
Artık kalkma
zamanı ve söz verdiğimiz yerde buluşuyoruz.Herkes birbirine soruyor,pide nasıl
diye? Peki sen nasıl buldun,diye sorar
bir arkadaş? Karizmayı çizdirir miyim hiç,hemen cevap veriyorum: nefisti ve abarttıkları
kadar varmış. O nasıl büyüklüktü öyle diye devam ediyorum.Yememiş olsam da
pideler hakkında malumatım vardı.Bir gün elbet ben de yerim ve bu sefer
gerçekten anlatırım tadını,söz!
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan,
diyerek son noktayı koyuyoruz gezimizin
sonuna. Anlatılanlar satır aralarında kalmış
sözcüklerdir.Her sözcüğün içinde de bir dalga yatar.
Ve son olarak;
Karadeniz
diye haykırırken, Kâzım Koyuncu’nun ismini anmadan geçmek tarihin eşsiz lanetinden
nasibini almak gibidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Mağara