28 Mart 2013 Perşembe

Karadeniz'in Lacivert Gölgeleri





Rize’yi nasıl anlatacağımı bilemiyorum doğrusu. Anlatsam bile bir şeyler eksik kalacak; haliyle bu beni düşündürüyor,ya eksik anlatırsam diye ve biraz da beni rahatsız etme korkusu.Daha çok da o yörenin insanlarına sevdirememe korkusu;çünkü en iyi O’nlar bilir havasını, suyunu.Yani çok güç olacak benim için.Hadi,kendi sözcüklerimden geçtim diyelim,peki ‘siz nasıl bilirsiniz’ diye içinizi ferahlatan bir soru yöneltsem size? Durun,öyle bakmayın, hemen cevap vereceğinizden hiç şüphem yok; ama yine de size sorup, sizi yormak yerine, acizane kendim karalamaya çalışacağım,hem Kaf dağının ardındaki heyecanımı da yatıştırmış olurum böylece.

Rize’nin adını, siyasî haritaları saymazsak eğer, çocukken en çok televizyonda yapılan çay reklamlarıyla duydum diyebilirim,hani görmeden,körü körüne bağlandım da denilebilir bu şehre.Orada bir yer var uzakta; ama ne kadar uzak. -ilginç olan da yıllar önce çalıştığım lokantanın sahibi Rize (Ayder)’li olması, bu şehre olan merakımı daha da alevlendirdi-.Belki bir gün, beni oralara götürür hayaliyle yanıp tutuştum.Abarttığımı düşüneceksiniz belki de bu satırları okuyunca ve haklı olabilirsiniz,benim haklı olduğum  kadar. Ancak olmadı, bu sefer de olmadı.Gidemedim.Olsun,bir gün olur elbet. Ha, ‘’en cüzel çay doğuş çay’ reklamındaki o kızı hâla hatırlarım.Nerede görsem tanırım. Daha çıkmadı karşıma.Kader…
Ve o gün geldi çattı… Artık çıplak gözlerle,hiçbir şeyin,hiç kimsenin veya aramıza girmesine izin vermeden gidip görecektim Karadeniz’i.Hayalini kurmadığın bir şeyin gerçekleşmesini isteyemezsin hayattan,oysa ben yıllarca hayal etmiştim ve en çok ben hakkediyordum sanki.

Nasıl mı?

Trabzon’u daha önceki gezi yazımda anlattığım için,tekrar anlatmaya gerek yok diye düşünüyorum.Devam edelim o halde kaldığımız yerden.
Trabzon’dan her sabah saat 09:00’da yola çıkar,daha öncesinde kâğıt üzerinde işaretlediğimiz yerleri gezerdik.Trabzon ile Rize birbirine çok yakın olduğu için de , gün içinde gidip gelirdik tekrar konakladığımız yere.Üçüncü günümüzde, Çamlıhemşin’in sıcak ve bir o kadar mağrur ormanlarına doğru daldık; ki  Çamlıhemşin’in türkülere konu olabilecek kadar doğa güzelliğiyle meşhur bir yer olduğunu  hatırlatmak da fayda var.Tarih ile estetiğin kol kola gezdiği bir yer de diyebiliriz,işinizi kolaylaştırmak adına.Bir ressamın fırçasından çıkmış edasıyla selam verir orada gezenlere. Ancak görmesini bilene.Bununla birlikte,dünyaca maruf Ayder yaylası bu ilçenin sınırları içerisinde yer almasından ötürü de, güzelliğine güzellik katar.Öyle ki Ayder yaylasında soluklanmak isteyenler, buradan muhakkak geçmek zorunda,tıpkı bizim geçmek zorunda kaldığımız gibi; ama yine de siz bakmayın mecbur kaldık deyişime; türkü çığıra çığıra daldık dağların arasına. Türkülere konu olmuş diye yukarıda bahsetmiştim ya,isterseniz önce o unutulmaz türküyü hatırlayalım, bilahâre devam ederiz kaldığımız yerden yolculuğumuza. O türkü ise, hepinizin çok yakından tanıdığı  Efkân Şeşen’in ‘’Hemşin Boyları’’ dır.

Gelin, hep birlikte eşlik edelim sanatçımıza:

  Çamlı hemşim bilir Adım benzersiz duman

Araştırmacı-gazeteci Ayşe Hür ‘’Ali Şükrü Bey ve Topal Osman’’adlı makalesinde geçen bilgi şöyle: Topal Osman’ın tarih sahnesine ilk çıkışı 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Giresun’dan topladığı 100 kişilik çeteyle Trabzon hapishanesinin kapısını açtırıp 150 mahkûmu çetesine ilave etmesiyledir.Balkan Harbi’nde yararlanarak topal kalmıştır. Topal Osman’ın gönüllüleri Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı olarak Artvin yöresindeki Ermeni tehcirinde görev (!) yaparlar. Nisan 1916’da Borçka’da Ruslara karşı savaşan Türk ordusuna katılan Topal Osman, orduda olduğunu unutup kabadayılığa devam etmekle kalmayıp, sıcak çarpışmaları görünce kaçma emareleri gösterince, komutanı kendisini affetmez ve 50 değnekle cezalandırır. Değnekler, kahramanımızın alelacele çürük raporu alıp memleketine geri dönmesine yeter de artar bile. Topal Osman bir süre sonra Giresun-Samsun havalisinde ortaya çıkar. ’’ - Ayşe HÜR, Ali Şükrü Bey ve Topal Osman,Taraf Gazetesi-1923’te İstanbul’da öldürülmüştür.


Göğsüne yaslanmış eller solmasın aman
Dereler ağlıyor canım çağlar olmuşum
Bu kez hemşim boylarında vurulmuşum…

Bu türkünün nakaratlarına kulaklarınızı verip, sonra da gözlerinizi kapatmayı unutmayın; keyfi bir başka oluyor çünkü. Lâkin türkünün bir yerinde ‘’dereler ağlıyor’’ demesi bizi biraz hüzne boğdu ne yazık ki.Sanırım bize anlattığı bir şey vardı sanatçının, ya da türkünün.Merak ettim ve karıştırdım birkaç tozlu sayfayı, sonra şu bilgiyle karşı karşıya kaldım: ‘’Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK), tarihiyle, kültürüyle, flora ve faunasıyla dünyada koruma altına alınmış 200 merkezden biri olan, doğal sit kapsamındaki Fırtına Vadisi'ne hidroelektrik santralı (HES) kurmak isteyen ARK Enerji Üretim Sanayi ve Ticaret'e onay verdi’’ Böylesine bir doğa güzelliğini hiçe sayıp, yok etmek utanılası bir şeydir doğrusu. Bırakın dereleri,çiçekleri ormanlar ağlıyor.Tıpkı bu türkünün ağlaması gibi.O santral çok mu önemli? Orada kurulmazsa ne olacak? Bu soruların ardı kesilmez biliyorum,o yüzden biz şimdilik devam edelim yolumuza. Öyle ki, biraz içimizi ferahlatalım; Fırtına deresini takip ederek Ayder yaylasına doğru demir attık. Yayla deyip geçmemek gerekir.  

Ayder yaylası Çamlıhemşin’in 19 km. uzaklıkta,1350. Yükseklikte çam ormanlarıyla kaplı bir yerdir. Yeşilin içinde dik duran ahşaptan evlerin görünümü renk katar buraya.Dağların zirvelerinden eriyen kar suyunun aşağıya doğru, dağları delerek ulaşıyor olması çekiciliğini daha arttırıyor yaylanın.Buz gibi sular şırıl şırıl, delicesine akıyor hem de dağlardan.Burada kısa bir gezinti yaptıktan sonra,Ayder Restaurant’a gidip karnımızı doyurmak için masalara oturduk; çünkü Karadeniz havası gerçekten insanı acıktırıyormuş onu anladık bir kez daha. Midemizin neye ihtiyacı olup olmadığını çok iyi biliyoruz. Bilim adamlarının anlamadığı  bir şey var,yorulmuyorsun;ama acıkıyorsun.Bütün esrarengiz mesele bu. Tek tek yemek siparişimizi verdik. Kimi et sote,kimi tavuk,kimi de balık,kısaca yöresel yemeklere saldırdık hepimiz.Bu hakir kulunuz ise, balığı Trabzon,Uzun göl’de yediği için,onun yerine Karadeniz’in meşhur mıhlamasını rica etti.Tabii hazırlanışı çok uzun sürmediğinden mi desem,yoksa ustaların marifetinden mi  bilemiyorum ama, birkaç dakika sonra benim yemeğim geldi.Etrafıma bakıyorum,tam seksen tane göz ,öylece bakıyorlardı bana.Tabii komşusu açken kendi tok bakan ( yatan)’’bizden değildir deyip ve paylaştım birazını- hepsiyle değil-.Ama sadece birazını.Karadeniz’e gidip de mıhlamanın tadına bakmadan dönmek,Paris’e gidip Eyfel kulesini görmemek veyahut Mardin’e gidip Munganlar evinin sokağından geçmemek gibi bir şey olsa gerek.Karnımızı doyurup,kalktıktan sonra Karadenizli uşaklar gibi olmuştuk; yerimizde duramıyorduk adeta. Hep derdim -siz nereden duyacaksınız değil mi- Karadeniz insanı misafirperverdir diye.Anadolu insanı değil mi,kanında var belli ki.Bakıyoruz,çıkış kapısının önünde bir adam ve bir tulum.O bize bakıyor,biz ona.Sonra O üfledi biz oynadık,o üfledi biz horon teptik; ama bakmayın siz, horon teptik deyişime, daha çok kameranın arkasında durdum. Dayanamadım kurtlarımı döktüm biraz o ayrı.O da ısrarlara dayanamadığımdan…

Oh ayaklarıma sağlık!..
Siz de olsaydınız orada aynısı yapardınız.

Ayder yaylasının bildiğimiz yaylalardan farklı olarak en önemli özelliği de içerisinde kaplıca bulundurmasıdır. Yapılan araştırmalar neticesinde birden fazla hastalığa şifa olduğu kanıtlanmıştır.Bununla beraber Ayder’le özdeşleşen en güzel görüntüsü ise çimenlerin içinde altı tane ahşap evin olduğu o meşhur karedir. Bizzat o görüntüyü yakalayabilmek adına,yapmadığım maymunluk kalmadı ve fotoğraf makinesini elime alıp ölümsüzleştirdim. Demek ki neymiş yaşamadan bilemezsin.Ayder’de konaklama sorunu da yok artık. Ne zaman oldu ki öyle değil mi? Son dönemlerde artan küçük küçük pansiyonlar bu ihtiyacı gideriyor.Tabii bütün bu evlerin hammaddesinin ahşaptan olma zorunluluğu vardır,yani betondan ev yapmak kesinlikle yasaktır.Buradan da ben sesleniyorum tüm dostlara: bir o kadar tehlikelidir.

Çayeli’nden öteye gidelum yali yali
Sırtındaki sepetun ben olayım hamali

Sepetumun ipleri omuzumi
Aç beyaz peştemali bir göreyim yuzuni

Türküsünü mırıldana mırıldana devam ettik yolumuza; fakat tam o esnada,yetmiş yaşlarında bir ninenin telefonla konuşması vardı ki,işte bu dedim,hakiki Karadenizli bu;çünkü asıl görmek istediğim şey buydu. Kulağımızın pasını silen o şive var ya, işte şiveyle konuşuyordu.O kadar doğal,o kadar samimiydi ki…sonra arkamıza baka baka Fırtına Deresi’yle özdeşleşen Mikron Köprüsü’nde durup biraz soluklandık. Fırtına deresinin aşağı Şimşirli kolu üzerinde kuzey –güney doğrultusunda uzanan tek gözlü, kemerli bir taş köprüdür. İki ayak açıklığı oldukça geniştir. Yaklaşık 30 m. uzunlukta, dere seviyesinden 10-12 m yükseklikte yer alır. 


Kemer düzgün kesme taştan olup, ayaklar moloz taşla yapılmıştır. Korkuluklar daha sonradan briketle örülerek oluşturulmuştur güvenlik açısından.  Buraya kadar gelmişken biraz gezinelim dedik derenin karşı yakasında.Bu esnada daha önce ki gelişimizde gördüğümüz bir ağacın vahşice baltalanmış olduğunu görmek bizi şaşırttığı kadar biraz da üzdü.Hemen altında gölgelenen türbenin taşları güneşin koynunda alevleniyordu. Evet ağacın gövdesi öyle bir baltalanmıştı ki, ağacın ağladığını bile hissediyorduk.İnsan kendi cehennemini kendisi hazırlarmış sözü ne kadar doğruymuş meğer.Çok fazla duramadık bu yeşilliğin içinde de.Çok kalınca da bağımlılık yapıyor, o yüzden hemen araca binip dinlenmeye koyulduk;çünkü bir sonraki durağımız Giresun olacaktı.Ve tabii yavaş yavaş gezimizin sonuna doğru yaklaşıyorduk; ayrıca bazı sonlar mutlu bitmezmiş onu anlıyor insan böyle anlarda.Sahil boyunca aracın camından denizi seyredip,dalgaların nasıl kıyıya vurduğuna da şahit oluyorduk.Karadeniz biraz delidir bu yüzden,Türkiye’nin en deli,en kara denizidir hatta desek yeridir.Öyle herkesi kabul etmez bünyesinde ve biraz da acımasızdır,Osmanlı’nın donanmasını 1853 Sinop’ta yutacak kadar hem de.Fakat biraz da duygusaldır,tıpkı bu şarkıda olduğu gibi:

‘’Karadeniz Karadeniz
fırtınalar içindeyiz’’

diyerek bizi haberdar eder deliliğinden. Dalgalara öyle bir dalmışız ki,Giresun’a geldiğimizi dakikalar sonra fark ettik.Giresun’u arzu ederseniz öncelikle işin ehlinden dinleyelim,yani Evliya Çelebi’den: Evliya Çelebi’nin ( 1611- 1682 ) Seyahatnamesinde, Giresun hakkındaki izlenimleri şöyledir: İstanbul, Kostantini’ nin yapısıdır. Sonra Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasanın eline geçmiş ise de , yine Ceneviz Frengi istilâ etmiştir. Sonra Fatih zamanında musahip Mahmut Paşa eliyle zapt olunmuştur. Fatih, kale fethedilirken Mahmut Paşaya “Bu gece kale altına Giresun, diye ferman edince kaleye metrise girip fethettiğinden adına “Giresun” denilmiştir -Ayhan YÜKSEL, Evliya Celebinin Seyahatnamesinde Giresun Nasıl Anlatılmıştır-.

İşte böyledir geçmişi bu şehrin de.Merkezde indikten sonra,Giresun Kalesi’ne doğru yönümüzü çevirdik.Bir çok şehrin merkezinde olduğu gibi burada ünlü giyim mağazalarını görmek mümkün.Sırf bunları görmek için gelecek halimiz yok ya buraya.Evet,bölmeyelim, Giresun Kalesi’ne doğru yürüyoruz,güneşin en kavurucu olduğu bir saatte.Bir de öyle bir yokuş ki sormayın.Yolumuzun üzerinde geçmişi eski olmakla birlikte 2006’da açılmış olan Giresun Üniversitesi’ne selam verip hızlı adımlarla devam ediyoruz.Güneşin altında biraz kavrulduktan sonra en nihayetinde kaleye varıyoruz.Önce Topal Osman’ın mezarını ziyaret ediyoruz.


Yapılan gezilerin sadece eğlenmek,hoş vakit geçirmek için yapılmadığını hepimiz biliyoruz,dolayısıyla bazen de yıllardır yanlış ya da eksik olarak  bildiğimiz bilgiler de değişime maruz kalabiliyor.Belki de bu yüzden eskiler çok okuyan değil çok gezen bilir sözünü okuruz kitapların puslu sayfalarında.Giresun Kalesi,  Kenti ikiye bölen yarımadanın ucundaki tepe üzerinde, I. Pharnakes (M.Ö. 2. yüzyıl) tarafından yaptırıldığı tahmin edilmektedir. İç ve dış kale olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Güneybatıdan başlayarak ve kenti çevreleyerek kuzeydoğuya uzanan kale duvarlarının bir bölümü yıkılmıştır. Kalenin muhteşem manzarası unutulmaz bir anı yaşatıyor bizlere.Surlara çıkıp,kendinizi gökyüzünün kollarına da bırakabiliyorsunuz. Bir saati aşkın süreyi burada geçirdikten sonra,çıktığımız gibi indik ve yine sahilden Ordu’ya doğru yelkenleri açtık.

Bu sefer de,


 Ordunun dereleri aksa yukarı aksa

Vermem seni ellere ordu üstüme kalksa


 sürmelim Amman’’ türküsüne kulak vermek oldu ilk işimiz.Her şehir için yazılmış bir şiir,bir türkü ya da bir öykü vardır muhakkak.Acı ya da tatlı ama var.Ordu’nun da  kendine has bir doğa görünümü var gerçekten.Boztepe’ye teleferikle çıkmanın ve kendini teleferiğin içindeyken ayaksız bir dev gibi hissetmenin anlamı çok derin.Görmeden,binmeden bunu anlamak çok zor tabii.Ordu Belediyesi’ni bu yüzden tebrik etmek gerekir ve teknolojinin nimetlerinden faydalanmak böyle bir şey olsa gerek-tüm Karadenizlilere duyurulur-. Yaklaşık olarak beş dakika sürüyor teleferikle tepeye çıkmamız,yanlış hatırlamıyorsam. Masmavi bulutların dans edişi ve şehrin yemyeşil görünümü altında çayınızı yudumlayıp keyfini çıkarabiliyorsunuz.Ve o tepede bahçeli bir evde yaşamak için,cebimdeki bütün yeşil banknotları vermek isterdim- ama nerdeee-. Güzel anlar,gördüğümüz rüyâlar gibidir.Çok uzun sürdüğünü düşünürsünüz,ama hiç de öyle olmadığını görürsünüz gerçekte.Sadece birkaç saniye sürüyormuş,o kadar. Güneş gittikçe batmak üzere,güneşin batışını,bu manzarayı kaçırmamız gerektiğini düşünüyoruz,ancak yolumuz uzun olduğu için,bir başka sefere inşallah deyip teleferikle iniyoruz tekrar.Çıkarken hoştu da inerken çok kötü oluyor insan.’’İnmek istemiyorum.İnmek istemiyorum’’ desem de ne çare,indirildim.Günlerimizin çoğunu Trabzon ve Rize’de geçirdiğimiz için,bu şehirlerde pek vakit geçiremiyoruz ne yazık ki. Her şeyi en hızlı bir şekilde nasıl yapabiliriz onu düşünüyorduk,o yüzden kısa süreli mutluluklar yaşıyorduk; buna rağmen huzurluyduk yine de.Ya hiç göremeseydik? Giresun-Ordu fındığını almadan eve dönmek istemiyoruz diyenlerdenseniz,hiç merak etmeyin,hemen Teleferik’in çıkışında bulabilmeniz mümkün,hem tuzlu hem tuzsuz.Yeter ki isteyin,hizmette sınır yok.

 Acıktığımızı hissediyoruz yeniden, o kadar gezdikten sonra çok doğal bu, fakat Samsun’a kadar dişimizi sıkıyoruz;çünkü Samsun pidesini yiyerek,kendimizi ödüllendirmek istiyoruz.Hakkettik.Öyle ki, Ordu-Samsun arası 165 km,biraz daha dişimizi sıkmanın sağlığımız açısından hiçbir problemin olacağını da düşünmüyorduk,sadece o pideleri hayal ediyorduk o kadar. En nihayetinde Samsun’dayız. Tramvay bile bizimle yarışa giriyor; yani anlayacağınız büyük bir şehir,öyle sıradan bir şehir değil yani.Şehrin girişinde,kıyıda Mustafa Kemal’in İstanbul’da binip ve Samsun’a ayak bastığı Bandırma Vapuru’yla göz göze geliyoruz bir an. -Bandırma Vapuru'nun gerçek ölçülerindeki örneği Samsun Valiliğince , çevre düzenlemesi Samsun Valiliği ve Samsun Büyükşehir Belediyesi Başkanlığınca yaptırılarak Doğu Park sahili ve alanı içinde müze gemi olarak 19 Mayıs 2003 tarihinde ziyarete açılmıştır.- Selam verip hemen araçtan inip dağılıyoruz her bir yere. Daha önce gelmeme rağmen bu şehre yine de bir yabancılık çekiyorum.Pide yiyebileceğim mekanları arıyorum,ama aradan yirmi dakika geçmesine rağmen,hala ağzıma bir lokma geçmiş değil.Neden bulamıyorum? Nerede bu pideler? Sorsam esnafa hemen gösterirler biliyorum,ama yok, yabancı olduğumu bilmemeleri lazım diyorum. Israrla arıyorum.En sonunda dayanamıyorum, inatçılığımın cezası olarak bir lokantaya atıveriyorum kendimi.Yaşasın yemek yemek,tabi pide yememenin acısını öyle bir yaşıyorum ki sormayın.

Artık kalkma zamanı ve söz verdiğimiz yerde buluşuyoruz.Herkes birbirine soruyor,pide nasıl diye?  Peki sen nasıl buldun,diye sorar bir arkadaş? Karizmayı çizdirir miyim hiç,hemen cevap veriyorum: nefisti ve abarttıkları kadar varmış. O nasıl büyüklüktü öyle diye devam ediyorum.Yememiş olsam da pideler hakkında malumatım vardı.Bir gün elbet ben de yerim ve bu sefer gerçekten anlatırım tadını,söz!

Artık demir almak günü gelmişse zamandan, 

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan,

diyerek son noktayı koyuyoruz gezimizin sonuna. Anlatılanlar satır aralarında kalmış sözcüklerdir.Her sözcüğün içinde de bir dalga yatar.



Ve son olarak;

 Karadeniz diye haykırırken, Kâzım Koyuncu’nun ismini anmadan geçmek tarihin eşsiz lanetinden nasibini almak gibidir.
                                                                                                




  Harun Aktaş
Mayıs-Ağustos 2012




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Mağara