10 Haziran 2022 Cuma



Truva Atından Çıkan Fazilet Yenge

 

           Ben Seyfo. 35 yaşında bir düğün şarkıcısıyım. Az önce işten ayrıldım. Gökyüzünü sis sarmıştı ve kimse yok gibiydi sanki sokaklarda. Terk edilmemiş bir şehrin kuytuları gibi. Nereye gideceklerini domuzuna merak ettiğim önümdeki iki kadından başka. Arkalarından yürüdüğümü fark edemeyecek kadar kahkaha dolu bir yürüyüş içindeydiler. Bir an birlikte yürüyormuşçasına kırık bir sevinç belirdi dudaklarımda. Üç adım saydıktan sonra onlardan ayrıldım. Duvar yazılarını okuya okuya eve doğru yürüdüm. Artık sadece ben vardım sokakta. Yolu uzattıkça uzattım. Gece iyice gece olmuştu artık. Evdeki saat benimle aynı fikirdeydi. Kalçalarımda biriken terin soğukluğunu damarlarımda hissediyordum adeta. Pencereyi açtım, salonu havalandırdım. Yüzüme vuran rüzgar serin bir duş almış hissi verse de banyoya attım kendimi. Suların kesik olduğunu fark etmemle yerime oturmam sadece yirmi beş saniye sürdü. Şimdi mutfak masasında ocağın üstündeki hafif yanık çaydanlıkta gezdiriyorum. Ocağa, oradan tezgaha sıçrayan yağ lekelerini gözlüklerimin camından çok net seçebiliyordum. Hayatımdaki lekeler kadar olmasa birazdan elime aldığım süngerle tüm lekeleri ortadan kaldıracaktım. Güneşin sarı telleri cama vurmadan her şeyi bitirmeliydim.  Öyle olmadı ama. İki buçuk saat geçmişti ortalığı toparlayalı. Pencerenin camını açtım tekrar. Ay yerli yerinde yıldızlar da hemen arkasında ayrılık saatini bekliyorlardı. Bir şey gördüğümden değil, öyle sanıyordum. Mektuba nasıl başlayacağımı geçiriyordum aklımdan çünkü. Masaya geçtim ve başladım. Sevgili dostlarım. Çok kıymetli arkadaşlarım. Bunu okuduğunuzda vs. gibi ne kadar saçma, sıradan bilindik cümle varsa aklımdan geçirdim. Ancak bunların hiçbir konuyu uzatmaktan öteye gitmeyeceğini düşündüğümden direkt konuya geçiş yapmamın daha sağlıklı olacağına karar verdim. İlk kuracağım cümle şu olacaktı: Bu bir intihar mektubudur.

 Okumadığım ama çalgıcı arkadaşlardan duyduğum roman karakterlerin ölümünü hatırlatıyor bu cümle. Ama onlar bile umurumda değiller artık. Zaten kitaplığımdaki o birkaç kitabı da çöpe attım. Attım işte. Bir nedeni var tabi, ama o da uzun sürer şimdi, vaktim olmayacak bunu yazmaya. Bunu bilip öyle okuyun istedim. Ama bir dakika, madem yarın olmayacağım, neden açıklamayayım buna sebep olan kişiyi.

Karım beni aldattı. Hem de evimizde, çam ağacına bakan odada. Kendi gözlerimle yakaladım onları. Her şeyi gördüğüm için kendimden tiksiniyorum. Bir şey demeden çıktım ama. Bu olanları benden başka bir kişi daha biliyormuş meğer. O da yengem. Terk edildikten iki gün sonra kendi bana söyledi. Aramıza girmek istememiş. Bir şey diyemedim. Çok dokundu bana bu yaptığı. Benim de bildiğim şeyler var mesela. Durun giderayak bir tanesini anlatayım. Zamanı geri saralım biraz. Cebi yırtık mavi önlüklü bir öğrenciydim.  Yırtık olan şeyler de dikilmeliydi oysa. Bu cebi diktir öyle okula gel, diyen öğretmeniz de bilenler arasındaydı. Bir şey daha biliyordum:  bütün özel isimler büyük harfle başlar. Gene de bu istekleri yerine getirmemek gibi bir huy vardı üzerimde.  Mahsus yaptığım veya inadımdan değil, hafızamın azizliğine uğrardım hep. Bir kere yengeme söyledim aslında, fakat o da önemsemedi.  Bir şeyleri unutarak mutlu olduğumuz zamanlardı bir bakıma. Alt tarafı bir cep, al iğneyi dikiver değil mi? Saatler, günler geçti derken çarşambada durduk.  Aynı öğretmenin rutubetli dersi. Öğretmenin kocaman kara kaşları, kaytan bıyıkları olduğu kadar alnı geniş ve kel biriydi. Lokal ten uyumu ve duruşu hep üzerindeydi. Asur kralları gibi hafiften göbekli ve esmerdi de. Aylardan mart, senelerden 1997. Öyle olmalıydı. Sınıftakilerle duvarın terlemiş yanlarına bakarak İstanbul’un vapurlarını düşlerdik. Sarışın olduğu kadar yakışıklı olan sınıf başkanının konuşanları tahtaya yazdığı meşum dakikaların içindeydik. Benim ismim de var bu kara tahtada. Öğretmen içeri girdi. Elindekileri masaya bıraktı. Kaşları çatık, gözleri tahtada. Dünyaya düz diyen azınlıktan olmadığımız gibi Dreyfus’u vatan haini ilan edenlerden de değildik. Öyleyse bu öfke niyeydi? Tahtaya geçtik. Elinde sopası. Kaytan bıyıkları foraydı. Sopadan payını alan, acısını dişlerine asarak yerine geçiyordu. Sıra bendeydi. Öğretmenin kara gözleri elimde değil cebime dikilmişti. Gözleri gözlerime, boynuma, omuzlarıma, oradan göğsümün üzerindeki sökülmüş cepte durdu. Saatler dursa ancak bu kadar acı verirdi zaman ve dünya dursa bundan daha dehşet bir şey olamazdı herhalde.  Ceketini çıkarıp masaya bıraktı. Beklediğim güneşin cama vurduğu huzmeler değildi farkındaydım. Gömleğinin kollarını sıvadı önce.  Matematiğin hayattaki karşılığını öğreten bir öğretmenin gazabına uğrayacağımı kim bilebilirdi? Etim onundu, kemiğim babamın. Bize kalp ağrısı ve bir tutam korku: öğretmenin vurduğu yerde gül biter. Ama bitmedi öğretmenim. Bakın şurası da acıyor. Melankoliğe tutkun yapımdan olacak ki acı eşiğim annemin tansiyonu gibi çok yüksektir. Sağ kulağımda kara trenin trik traklarını ayırmakla meşguldü orta kulağım. Suratımdan sıçrayan kıvılcımlar serçelerin gözlerini yakabilirdi hani. Kaçak kıvılcımlar sol yanağımdan ayak parmaklarımın ucunda biriken acıyı törpülüyor gibiydi. Çöp kovasının dibinde ayaklarımın bedenimi dengede durdurmaya çalışırken buldum birden. 

Nasıl olduysa esrarengiz bir gülme krizine tutuldum. Ama ne gülme. Hormonlarım kanımı gıdıklıyordu sanki.  Canım yanmasına rağmen mani olamıyordum dişlerimin çarpışmasına. Yakamdan tuttuğu gibi sağ yanağıma okkalı bir şamar daha geçirdi. Suratımda hâlâ o mahcup kahkaha.  Sınıftakilerin bana eşlik etmesiyle işler iyice karmaşık bir hâle bürünüyordu. Onlar güldükçe ben gıdıklamaya devam ediyordum hormonlarımı. Öğretmenimin ateşimi dindirmesi için elimden geleni yapıyordum yani. İyi de neden? Bıyıklarına güldüğümü sanıyordu sanırım. Gözlerimden yaş akana kadar özel dersimi sonuna kadar götürdüm. Suratım öyle yanıyordu ki kıvılcımlar yerini ateşe terk etmiş gibiydi. Bir yerde durmak gerekirdi elbet. Sonunda o da pes etti. Aslında zil çalmıştı.  Zilin çalmasıyla herkes dışarı çıktı. Sadece şakalaştığımız birkaç arkadaş kaldık sınıfta. Onlar yarıda bıraktığım gülmeyi katlayarak suratıma fırlatıyorlardı. Bense canımın yandığını belli etmemek için onlara eşlik etmeye gayret ediyordum suratımdaki ateşi kısarak. Her şey akışına uygun akıyor gibiydi. Bu çocuk ne yaptı da bu kadar dayağı hak etti? Bu öğretmen ne yaşamış olabilirdi gerçekten? Son ders zili çaldıktan sonra sökük cebimle evin yolunu tuttum. O cebin parçasını çöpe atarak kesin bir çözüm bulmuştum. Yengemi de bu azaptan kurtarmıştım. Annem babam köye gitmişti. Diğer kardeşlerim de İstanbul’daydı. Ben okula gittiğim için beni yengeme emanet etmişlerdi. Öyle olmalıydı. Abimin evde olmadığı zamanlarda haliyle yengeme ben göz kulak olurdum, nihayetinde erkeğiz. Ne olursa olsun bir kadın tek başına kalmamalıydı. Biz böyleyiz.

Okula gittiğim için haftada bir gün bile olsa banyo yapmalıydım. En azından suyun ısıtılması ve başımın sabunlanması lazım. Fakat bu sefer annem yoktu. E ben yıkayamayacağım için yengem bu görevi üstlenecekti. Yukarıda da ağzımdan kaçırdığım üzere muhafazakar bir ailenin kızıydı. Kahreden bir utangaçlık bedenimi gasp etmiş gibiydi. Durumun daha iyi anlaşılması adına bu bilgiyi veriyorum, yoksa toplumsal bir meselenin altını eşelemek değil niyetim. Her pazar okul için banyo günüydü biz öğrenciler için.  Ama bir türlü yengem yanaşmıyordu buna. Çocuk da olsam bir erkektim. Toplumsal cinsiyetin henüz raflarda yer almadığı kuytu zamanlar bunlar. Su ısıtılmış, sabun yanıma bırakılmıştı. Ben yıkayacaktım. Yengem bununla kalmadı, kim yıkadı başını diyen olursa yengem yıkadı, diyeceksin diye de tembih etmeyi kendine şiar edinmişti. Bir kere yengem öyle dediyse bir bildiği vardır. En iyisini yengeler bilir. Bizim evin bitişinde de Menice teyzelerin evi vardı. Televizyon olduğu için onlarda bazı akşamlar oraya giderdik yengemle. O komşumuzun da beton gibi gözlüklü bir kızları vardı.  Muhabbet bir şekilde oraya geldi. Banyoya. Yengemin olmadığı bir anın içindeydik.

- Seyfo, banyo yaptın mı?

- Yaptım abla.

- Doğru söyle.

- Yaptım, valla.

- Yalan söyleme, gel başına bakacağım o zaman, dedi.

Bilmiyorum ama yalan söylediğimi hemen anlamıştı. Birden elimden tuttu ve banyoya götürdü beni. Sen hazırlandığında bana seslen geleceğim dedi. Yengem niçin yıkamadı? Ben niye doğruyu söylemedim? Atomu kim parçaladı? O nasıl yıkayacaktı, nasıl olacaktı bu? Hangisi daha yakındı gerçekten?  Yengem çoktan eve gitmişti, telefon gelecekti; abimle konuşacaktı çünkü. Başımı sabunladıkça gözlerime kaçan köpük iyice azıyordu.  Sabunu eline aldı ve sıcak suyu başımdan aşağıya bıraktı. Neriman abla su döktükçe günahlarımdan arınırcasına gevşiyordum. Neriman abla bir kadın olduğu kadar yengem de öyleydi. Yengem. Neriman abla. O günden sonra bir daha Neriman ablayı görmedim. Ama o günü de hala unutmadım. Yengemi de unutmadım. Cebimi yırtan öğretmeni de. Ama karımı unutacağım. O gün yengem dikseydi cebimi, o dayağı yemezdim. Yengem karımın beni aldattığını söyleseydi bugün bu cümleyi de yazmıyor olurdum:  ölümümden Fazilet yengem sorumludur.




Not: 7. Zeytinburnu Öykü Yarışması Mansiyon Ödülü.




 

Masumiyetini Yitiren Mahremiyet:  ‘’Hatırlarsanız Mahremiyet 

Demiştik’’

 

          Aklımızda bir sürü telaş. Mesela savaşlar ve kahreden sanatsal mevzular.  Meclis gündemini yahut medya gündemini bir kenara bırakıp küçük yaramızı kaşımaya koyulalım. Fark etmişsinizdir Türkiye’de iki bin yılından sonra sistematik olmasa da çiğ köfteci açma furyası başladı. Bu işte başarıyı yakalayan olduğu kadar aynı hızda kapanan da oldu. Bu standart tada bir şekilde yenilik katanlar ise büyüdükçe büyüdü.  İçinde bulunduğu üretim koşullarından doğrudan etkilendiği bu sektörün asıl nedenleri üzerinde durmayacağız, tabi bu işle paralel giden estetik sektöründen de bahsetmeyeceğiz. Ancak Türk  tiyatrosunda özellikle de iki bin sonrası sahneye uyarlanan monodramların sayısının hatırı sayılır bir sayıya nasıl ulaştığına değinmemek olmaz. Nasıl ki eline biraz para geçen çiğ köfteci açtıysa ‘’trajik bir hikâyesi’’ olan kim varsa bu tarafa yöneldi. Zaten kendi metnini üreten toplulukların çoğunun metinlerindeki ortak nokta hikâye anlatımının öne çıkmasıdır. Bu estetik forma elbette yabancı değiliz. Çağdaş ile gelenekselliği harmanlayan bu form, zamanla ağızda ekşimtırak bir tat bırakmadı değil. Hangi tarafa baktıysak aynı hikâye, aynı müzmin dert. Durumu abarttığımız doğrudur; ama hakikat zaten böyle bir şey değil midir? 

Neyse. Birden. 

Yola koyulmuş acemi bir yolcu gibi ismi ikinci yeni şairlerinin dizelerini çağrıştıran bir oyunun prömiyerinde bulduk kendimizi? Yer: Boa sahnesi. Konum: Kadıköy. Saat. 20.30. Yerdeki spot ışıklarının üzerinden atlayarak rastgele bir yere çöktük. Bu küçük sahnelerin güzel yanı da bu belki de.  Birkaç dakika sonra perde aralandı ve başladı oyun. Bilindiği üzere çağrışımlar bizi yürüdüğümüz yolda sadece hırpalamaz yalnızlık hissini de zerk eder damarlarımıza. Daha fazla uzatmadan adına meftun olduğumuz, apar topar gittiğimiz ‘’Hatırlarsanız Mahremiyet Demiştik’’, oyununun ne anlattığına gelelim; 

''Annesinin ölümünden sonra annesine ait eşyalarla ne yapacağını bilemeyen bir kadın, cenazeden bir hafta sonra eşyaları mezat yoluyla satmaya karar verir. İlk defa mezatta satış yapan kadın karşılaştığı eşyalar ile hem geçmişini hem de unuttuğu hatıralarını anımsamaya başlar.’’ 

Oyunun broşüründen alıntıladığımız bu kısım, aslında seyircinin neyle karşılaşacağının bilgisi verilir. Buradan bakınca seyredilmesi keyifli; ancak dar dehlizden ilerledikçe bir tutam burukluğun sizi etki altına aldığını hemen fark edersiniz. Bunu biz de yaşamıştık. Onu siz yaşamıştınız. Bak şunu o da yaşamıştı, denilen o yitik şeylerden sadece bir kaçını bile hissedersiniz. Mezat alanı (sahne)’ na giren oyun kişisinin heyecanlı oluşu içinde bulunduğu durumun gerçekliğiyle örtüştüğünden pek rahatsız etmez. Bu söylemde bir sakınca yok; çünkü kendisi bu işte acemi olduğunu zaten söylemektedir. Gene de interaktif geçecek dediğimiz bu oyun, aslında seyirciyi pasif olmaktan kurtarmaz. Zira oyun kişisinin sorduğu sorular doğrudan seyirci/katılımcıya sorulmasına rağmen sanki onlara sorulmamışçasına  ‘’mış’’ gibi yapılır. İlk sorulan soru:

‘’Tuncay bey burada mı?’’

Bu soruya seyircinin cevap verip vermeme arasındaki kararsızlığını göz önünde bulundurmalı mıyız emin değiliz? Seyirci, konforunu kaybetmek istememiş de olabilir çünkü. Buradayım, seni görüyorum; ama konuşamam. Unutma ki ben dördüncü duvarım; iflah olmaz alışkanlıklarım var, der gibi düşünmüş de olabilir. Oyuncunun beklemediği bir cevapla karşılaşmamak adına buna yöneldiğini söylemek pek de güç değil. Bu savımızı güçlü kılmak için ancak bir sonraki seanslarda öğrenebiliriz. Bu tutum bizlere Peter Brook’un oyuncu aynı zamanda hem karakter hem öykü anlatıcı olmalıdır; yani oyuncunun bir hikâye anlatıcısı gibi konumlanması gerektiğine dair düşüncesini hatırlatır. Öyle ki oyuncu çok mahrem bir ilişkiyi aktardığı kadar aynı zamanda doğrudan doğruya izleyicilere de seslenmektedir. (Brook, 2004, s. 32, aktaran, Gümüş, 240).

Bizi ilgilendiren diğer husus da erkeğin birçok anlatıda olduğu gibi, bu oyunda tabiri caizse yerin dibine konulmasıdır.   Dolayısıyla bu yaklaşımla yazarın ve yönetmenin hangi tarafı seçtikleri de netlik kazanmaktadır. Buradaki erkeğin baba olması bu öfkeyi daha da kızıştırmaktadır. Oyunun sonunda kadının babası hakkında söylediği cümle bu söylemimizi doğrular niteliktedir. Öfke demişken Francis Weller’in kendisiyle yapılan bir röportajında söylediği şu sözler, ne demek istediğimizi  daha belirgin kılmaktadır:  

      ''Öfke hakiki bir şekilde gösterildiğinde ilişkisel bir süreçtir. Açıklayıcı bir süreçtir. ‘’sana kendim hakkında bir şeyler söylüyorum.’’ demektir. Sana beni neyin üzdüğünü, neyin beni sıktığını, bedenimde beni gerçekten derinden etkileyen neler olduğunu söylüyorum, demektir. Hakiki bir öfke, yakınlığa ulaştırır. Öfkede kendime dair derin bir şeylerden bahsediyorum’’ dersiniz. Öfkeli olmamın nedeni bir şeylerin varlığımın çok derinlerine dokunmuş olmasıdır.'' (https://www.youtube.com/watch?v=EaI-4c92Mqo).

Bu alıntıdan anlaşılacağı üzere kadının babasına duyduğu öfke daha yerindeymiş gibi gelir. Bu gerçeklik erkeğin maruz kaldığı öfkenin sadece belli bir kısmına işaret ettiğinden ikna edici niteliktedir. Kadının annesinin neden öldüğünün cevabına da bu aşamada denk geliriz. Hatta kadının başında avare avare gezinen psikolojik şiddetin büyüyüp aldatmaya dönüşen çığlığını da burada yakalarız. Sebeplerin sonuç doğurdu anlar da diyebiliriz.  

Duygusal çığlığın kulaklarımızda bıraktığı etki sönmeden şu mahremiyet’e değinmek boynumuzun borcudur. Öncelikle oyunun/mezat başında, bir anlık gafletle satışa sunduğu günlüklerini, annesinin izinsiz okuduğu ve bunun mahremiyetine dokunduğu gerçeğini acı da olsa paylaşır seyircilerle. Bu söylem aynı zamanda seyirciye inceden bir gönderme içerir. Kaldı ki mahremiyet açısından karakteri haklı çıkarsa da masumiyetten sınıfta kaldığı apaçık ortadadır.  Bunu söylememizdeki sebep, mahremiyet konusunda bu denli hassas olan kişi nasıl olur da annesi öldükten bir (rakamla 1) hafta sonra bunu çiğneyebilmektedir. Bu davranış, çelişkiden çok belirsiz bir hamlığı doğurmaktadır. Kurgusallığını sorgulayacak cüreti kendimizde göremesek de karakter ve metnin bütünselliği açısından sorgulanması gerektiği kanısındayız bu garip tavırların. İyi de o mesele öyle değil, şöyledir, denilebilir, ancak ilk hedefte bize yansıyan kısmıyla ilgilendiğimizden bunun üzerinde durmamayı seçiyoruz.  Şüphesiz, karakterin söylemlerini eşelediğimizde annesiyle olan çatışmasının bile yeterince güçlü görünmediği gerçeğiyle karşılaşırız.  Geçmişten gelen öfkenin dışa vurumu da olsa bu tutum merak unsurunu sıcak tutamamaktadır.  Serim ile düğümde vuruculuk olmadığından sonuç da bir kadının kaba itirafından öteye geçememektedir. Karakterdeki istek bile olay örgüsündeki dengeyi sağlayamamaktadır; seyircinin baktığı açıdan da bu istek maalesef bulanık görünmektedir. Kendimizi zorladığımız için anlıyoruz o derdi de. Anneyle başlayıp en son babaya laf sokması da bunu gösterir bir bakıma. Yani suçlu gene erkek. Mağdur kadın. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi başka oyunlarda gördüğümüz bu karakter, benzer dertle başka bir oyunda karşımıza çıkmış gibidir. Bu yüzden aynı meseleyi anlatan anlatılardan sadece bir tanesi olmaktan öteye gidememektedir. Derdini  anlıyoruz; fakat bu da yeterli değil. Bu vurgumuzu akademik bir tespitle şöyle açıklayabiliriz: karakterin arzusu nedir ve bunun için ne yapıyor? Bu soruya verilen cevap en az soru kadar net ise karakter amacına ulaşmış demektir, bunun dışında bulanık bir gölge misali yerde çırpınıyorsa bu arzu karakteri yarı yolda bırakmış demektir. (Arıcı, s.99) .

Sahne üzerinde tartışmaya açılan bu öfke ne yazık ki kayda değer  estetik bir sahneleme üretemediğinden her şey havada asılı kalmaktadır.

Kadını canlandıran Tuğba Sorgun’un performansı ise metnin sesiyle son derece ahenkli, bunu yadsıyamayız. En azından ne demek istediğini anlıyoruz. Oyunun süresi de tam kıvamında. Kelimeler hiç tahrip edilmeden seyircinin yüzüne çarpsa da rahatsız etmemektedir. Hatıralarla dolu eşyaların (eski bir radyo, çocukluğuna ait el değmemiş bir uçurtma ve babasından tek kalan analog fotoğraf makinesi vs.) dili olup nostalji havası yaratmak elbette seyirciye bir şey kazandırmaz. Arabesk bir şarkıyı dinlemek gibi bir şeydir bu. O duygularınızı kaşır, ama dışarı çıkınca gerçekler hemen yüzünüze çarpar ve oracıkta biter.  Eşyaların geçmişteki varlık sebeplerini şimdiye taşıması kaba bir romantizm doğurmasa da inceden gıdıklar bu duyguyu. Satacağım diyerek mezat alanına getirdiği çoğu eşyayı valizine tıkıştırıp sahneden ayrılması bu hikayenin asıl şimdi başlayacağını gösterir. Geride babasından kalma analog bir fotoğraf makinesi ve kocaman bir masumiyet bırakarak mahremiyeti kurtaramazsınız. Ez cümle hayatın içinden biranlatı olsa da yeni bir şey anlatamadığından ortak bir kararda buluşmakta zorlandık.  Şunu da söylemeden geçemeyiz:  her hikâye dinlenecek kıymette olsa da esas olan nasıl anlattığıdır.  Ne demişti şair: Kimseyi ateşten korumaz kelimelerim, kılıçsızım.’’

 

 

Kaynakça

Arıcı Oğuz, Kurmacanın İnşası/Oyun Yazarlığına Giriş, Habitus Yayıncılık, 2020

Gümüş, Yunus Emre, 2000 SONRASI ÇAĞDAŞ TÜRK TİYATROSUNDA YENİ BİR ESTETİK: PERFORMATİF ANLATI, Dergipark, Cilt: 3, Sayı: 6, Kasım - Aralık / Kış / 2018

Weller, Francis, https://www.youtube.com/watch?v=EaI-4c92Mqo E.T. 27.03.2022