29 Aralık 2014 Pazartesi
1 Aralık 2014 Pazartesi
Bir Katil Aranıyor
Bir pazar akşamı bir biletle ne yapılabilir sizce?
Sinemaya gidilebilir. Bir konsere ve/ya bir tiyatroya gidilebilir ya da bir bir trene binilip bir yerlere gidilebilir. Yani demek istediğim her şey yapılabilir. Dolayısıyla tercihimi ben tiyatrodan yana kullandım. Ama öncesinde gidip gitmeme konusunda da arafta kaldığımı söylemek zorundayım. Karar vermem gerekiyordu. Ya gidecektim ya evde oturup keşkeler oturacaktım. Nihayet gitmeye karar verdim. Biletini aldığım oyunun adı: Katil.
Sinemaya gidilebilir. Bir konsere ve/ya bir tiyatroya gidilebilir ya da bir bir trene binilip bir yerlere gidilebilir. Yani demek istediğim her şey yapılabilir. Dolayısıyla tercihimi ben tiyatrodan yana kullandım. Ama öncesinde gidip gitmeme konusunda da arafta kaldığımı söylemek zorundayım. Karar vermem gerekiyordu. Ya gidecektim ya evde oturup keşkeler oturacaktım. Nihayet gitmeye karar verdim. Biletini aldığım oyunun adı: Katil.
''Sahne Depo'' oyuncuları
tarafından sahnelenen bir oyun. Konusu da kısaca şöyle: Şiddet kavramının toplumdan bireye mi yoksa bireyden topluma mı
geçtiğini sorgulayan Katil’’ kelimesinin kadın, erkek aile üzerinden sosyal
hayattaki karşılığı sahneye taşımaktadır. Buraya kadar herhangi bir sorun
görünmüyor siz de farkındaysanız. Gayet güzel anlatılmış kâğıt üzerinde ve merak ettiğiniz için de gidip
seyretmek istiyorsunuz. Sanata bir katkınız olacağından veyahut tiyatro sahnelerinin
kapanmasını protesto etmek için de değil. Zira sanat hep var olacaktır ve tiyatro
sahneleri kapanmaya devam edecektir. İstesek de istemesek de. Durum aynı ile vâki ama. Umut ve hayal kırıklığı aynı yolda ilerlerse
de çoğu zaman tarih böyle tekerrür eder. Ne yazık ki.
Asıl sorun şuradaydı: İzlediğim ile biletini aldığım oyun
birbirinden alakasız bir vaziyet içinde başladı. Öyle ki acaba son anda
oyunun konusunda bir değişikliğe mi gidildi diye düşünmeye başladım. Ta ki oyunun
bir yerinde ‘’katil’’ lafı geçinceye dek. Evirip çevirmeyeceğim lafı, berbat ve
ucuz bir oyundu. Kendimi ilk defa aptal
yerine koymuş gibi hissettim bir tiyatro seyircisi olarak. ‘’Kadınlara
uygulanan şiddet’ten toplum olarak hepimiz haberdarız ve kınıyoruz da bunu. Karşısındayız illetin. Amenna. Fakat böylesine hassas bir
konu ancak bu şekilde istismar edilebilirdi. Tiyatro eleştirmeni olmaya ne
hacet, tiyatroyla az buçuk ilgilenen birçok kişi vahim durumu görürdü zaten. Tiyatro
kursiyerlerinin- ki kursiyerlere haksızlık yapıyorum şuan- sergilemeyeceği oyunculukları
konuya dâhil etmiyorum bile. Oyunun samimiyetsizliğini yazanın
ve yöneten’in kafasındaki dağınıklığa bağlıyorum, ki yazan ile yöneten aynı
kişiydi. Zorlama yapılmış espriler bir yana, sanki prova yapmadan sahneye
çıkmış gibiydiler. Olur mu böyle, böyle olur mu? O an mizahla ilgilen bir dostumun şu sözünü hatırladım: Cahil güldürür ama komik değildir. Komik duruma düşer'' -Daha vahimi sahnedekiler güldüremediler de.
Anlamadığım şey ise, oyun başladıktan ''10 saniye'' sonra nasıl
olur da bir insan çıkmak ister? İster. Bal gibi de ister. Ben de çıkmak istedim
çünkü. Önlerde bir yerde oturmasaydım çıkardım
belki ama, seyircileri rahatsız etmemek adına bekledim sonuna kadar. Çok
eskiden. Eskiden. Kötü performans sergilen oyunculara domates, yumurta
atılırmış. Eskilerin bir bildiği varmış gibi buna ihtiyaç duyuyorlarmış. Ve inanın mübalağa etmiyorum, bir saati aşkın süre nasıl dayandım
gelin bir de bana sorun. bir de oyun iki perde olmasına rağmen, tek perdeye indirmişlerdi. Onlar da farkında olmalıydılar bu performansın.
Bir dizi sahnesinde yaşanmıştı, bir adamdan gizli bir bilgiyi almak için kendisini sandalyeye bağladılar. Bilahare Popstar Ajdar’a ait bir şarkıyı dinlettiler. Tabii işkence olarak. Adam daha fazla dayanamadı tabii ve itiraf etti. Sadece buydu. Nihayetinde saf ve temiz düşüncelerle yazılmış olması- ki öyle düşünmek istiyorum- hiçbir şeyi değiştiremez. Kötü oyun her zaman kötü oyundur. Zira sosyal bir proje falan da değildi. Peki çok duyarlı oldukları için miydi bu konu seçimi? Bilemem. Gerçek olan bir şey var: Gündemdeki sıcaklığını her daim muhafaza eden bir konu olduğuydu. Zira çaresiz kadınları yalnız bırakmamak adına, orada bulunmak ister vatandaş; çünkü vicdanlarını bu şekilde rahatlamaya giderler çoğu zaman. Ellerinden geldikleri bu olduklarını düşünürler. Haklılar da. Son olarak, oyunu eleştirmek için, bir şeyler olması gerekirdi, o yüzden bu bir eleştiri yazısından çok bir uyarıdır gitmeyenlere!
Bir dizi sahnesinde yaşanmıştı, bir adamdan gizli bir bilgiyi almak için kendisini sandalyeye bağladılar. Bilahare Popstar Ajdar’a ait bir şarkıyı dinlettiler. Tabii işkence olarak. Adam daha fazla dayanamadı tabii ve itiraf etti. Sadece buydu. Nihayetinde saf ve temiz düşüncelerle yazılmış olması- ki öyle düşünmek istiyorum- hiçbir şeyi değiştiremez. Kötü oyun her zaman kötü oyundur. Zira sosyal bir proje falan da değildi. Peki çok duyarlı oldukları için miydi bu konu seçimi? Bilemem. Gerçek olan bir şey var: Gündemdeki sıcaklığını her daim muhafaza eden bir konu olduğuydu. Zira çaresiz kadınları yalnız bırakmamak adına, orada bulunmak ister vatandaş; çünkü vicdanlarını bu şekilde rahatlamaya giderler çoğu zaman. Ellerinden geldikleri bu olduklarını düşünürler. Haklılar da. Son olarak, oyunu eleştirmek için, bir şeyler olması gerekirdi, o yüzden bu bir eleştiri yazısından çok bir uyarıdır gitmeyenlere!
Kasım
2014
25 Ekim 2014 Cumartesi
Sonsuzluk ya da Narkissos
Sonrası bizden uzak ya da yoktur sonrası pişmanlığın. Bir
ihtimal. İhtimaller can sıkıcıdır bilirsiniz. Bilmekten başka seçeneğiniz de
yoktur belki de. Belki’lerin arkasına sığınmak çoğu zaman bize iyi geliyor da
olabilir. Kaldı ki kesinlikle bu böyledir demek işin cılkını çıkarmak olur. Kesinlik, bu kadar kasvetli olmasaydı eğer,
başka konuşabilirdi dilim. Düşünüp kahrolmak da hiçbir fayda sağlamıyor ruhuma.
Yersiz espriler yapmaya çalışmak da hafifletmiyor âraf azabını. Bir cevabı vardır
elbet sorularımın. Öncelikle insanı, yani kendimizi tanımalı. Kendini bilmezlik
bahtsızlığı büyümemeli beynimizde. Tanrı’ya inanmak bu kadar zor muydu eskiden?
Merak ediyorum işte. Öyle sanıldığı gibi inanmak sorunları ortadan kaldırmıyor.
Sorular hep artıyor. Cevaplarsa çoğu zaman tatmin etmiyor. Tam da keşke deme’nin
vaktidir. Daha neler bekliyor bizi, yaşarken çıplaklığıyla göreceğiz. Çünkü
görmezden gelemeyeceğimiz ayıpların müşahitleriyiz. Bana inanmak zorunda
değilsiniz. İnanmak dişlerimi de gıcırdatıyor. Gıdıkla; ama sırıtma. Sırıtmak,
irsi bir hastalıktır. Bunu bilmeseniz de olur. Hesabımızı ortaya döksek hepimiz
haklı çıkacağız. Hepimiz kimler oluyor, işte asıl bu soruya cevap aranmalı. Kim
dahil değil bu suça? Eksilen kim? Eksik olan ne? Neden hepimiz? Daha nereye
kadar aklımızın yerinde olduğunu fısıldayacağız kalabalığın kulaklarına. Biri
sustursun ulan beni! Demeyeceğim. Konuşmak istiyorum. Konuşmak; ama yalansız. Kulaklar
ile gözlerin toplamını, neyle çarparsak gördüklerimizin ve duyduklarımızın
oranı çıkar? Çabuk söyleyin. Hayır sarhoş değilim. Günah işlemenin yan etkisi
nedir?
Geçici bir istirahat vermek istiyorum ruhuma:
Bugün bayram. Günlerden cumartesi. Ben ve komşular.
Ben içeridekilerden, komşular dışarıdakilerden. Sabahın erken saatleri. Biri
uyandı. Birileri neden hâlâ uyanmadı hiçbir izahı yok elbette. Ziller anonim
kişilerce tekmeleniyor bazı sıralar. Soran yok. Kim o diyen de kaçtılar. Fakat
aklımı zehirli sorular meşgul ediyor. Yüklemi sonda olan cümleler kurmak için
kendimi yırttığımı kaç kişi biliyor ki? Böyle sıhhatli konuşmak istiyorum işte.
Ne dediğimi anlamaktan yoksun kalmak. Berrak. İşim yazmak ne de olsa. Dağınık
kalsın mesela sokaklar. Kadınlar ben konuşurken de konuşsun imanın şartlarından.
Bugün kaç kişi öldü, hepsinin günahlarını günahsızlar alsın boynuna. Ne çıkar
ki aldatmaktan. İnsanız, hakkımız değil mi?
İç sesler: ‘’Laf.’’
Lafla
günahlarımız azalmıyor işte. Günah işlediğimi görüyorum rüyalarımda. Peşimdeler
sanki. Cinler. Cinleri kabul etmek işime yaramıyor. Anlıyorum. Korku deseniz
arka bahçede bir yerlerde gömülü bekliyor sanki. Karanlıkta bedenlerimize değen
gölgeleri yarıp ışığa doğru koşuyoruz. Dan. Dan. Dan. Dilenciler cirit atıyor ha
bire meydanlarda. Bayramın halası geliyor Gavur memleketinden. Gavura gavur
denmemeliydi. Büyük suç tekrar dirildi. Dini: tanrı biliyor. Uçaklar rötar
yapıyor havasızlıktan. Hacılar işsiz kalıyor sabah sabah. Kurban kesmek artık
caiz değil bu topraklarda. Vakti geçti.
İç kalabalık: ‘’Öldü! Öldü! Valahi de öldü’ğünü yazıyor. Bu haber
başkaydı.’’
Saçma. Oturdum bankın üstüne. Bankalar kapalıydı.
Kuşların beyne ihtiyacı yokmuş. İnsan kanatsız da güzelmiş. Kadının adı ne
zaman zamir oldu hiçbir fikrim yok? Türk din kurumu ne zaman özerkliğini ilan
edecek? Gençler bekliyor. Özgün latifelere hazır değilim henüz. Bağımsızlık
olsun, kabulüm. Ayağa kalktım. Yürüdüm. Böyle başlıyordu bazı romanlar, bazı
hikâyeler, bazı kavgalar. Çalsın o zaman zurnalar. Oynasınlar romanlar.
Romalılar roman değilmiş. İyi halt yemişler. Kelime fetişistliği yapmak denir
buna. Kayalıklarda tek ayak üstünde
duran martılar, bayat simitleri kemiriyor. Bu iyiydi galiba. Galibiz en
sonunda. Kovduk zındıkları hamamlarımızdan. Haremlerin güvenliği benden
sorulur, ey mü’minler! Deniz ve mehtap sordular seni neredesin. Nerdesin saadet?
Bakma bana öyle. Şehirlere bombalar yağardı, ben geceleri dolaşırdım. Menfaatim
aşktan yana yok. Hakikat kuldan gizlenilmez!..
Öteki ben: ‘’Kestik.’’
Kesmesine kestiniz; lâkin yalanı da günahtan
ayırdık. Eşrefi mahlûkatız. Sapık düşüncelerden muaf mıyız, henüz doktor
damlamadı yanımıza. Yarından sonra balkan kışları kapıya dayanacak. Halimiz duman.
Yak bir sigara. Oh ne âlâ. Çek bir fırt. Sigaramın dumanı dam üstünde oynaşır.
İzmaritin üstüne dudak izleri. Kızıl. Aynı renklerin iç güdüleri. Bana sorsan
dur derim, gidenin cezası asılı duruyor askıda. Bir şarkı söyle: Bir kadın
tanıdım. Sonra yabancılaştık birbirimize. Şarkıları ezber eden kaç pezevenk
kaldı bu diyarda? Tevellüdü kaç iblisin? Elleri,
ayakları çapraz olarak kesilsin. Gözleri oyulup çıkarılsın...Emir uygulansın. Bu
sözlerin doğruluk payı var mı? Sırası değil bardak tokuşturmaya. Kadehte duran
su değil şaraptır. Kırmızı. Üzerimde fenalık getiren fenâfillahların mendebur
bakışları. Kerrat cetveline lafımız mı oldu herkesin imanı soyulmaya başladı?
Böyle bir şeydi işte. Önce geldim. Sonra ellerimde kum taneleri denizi
tekmeliyorum. Nasıl yaparsam öyle doğrulur kemiklerim? Bu saatten sonra kendimi
anlatacak değilim. Yazdıklarımın ne kadarı beni ilgilendirir? Deliler geliyor
hatırıma. İntihar eden deliler uykumu kaçırıyor. İntiharı düşünmedim değil. Ölümü
de düşündüğüme göre o halde sorun da yoktur. Aklımdan geçen o kadar sakat
düşünce var ki, anlatırsam toprak kabul etmez bedenimi. Diyelim ki ayakkabımın
üzerindeki karıncayı avucumun içine aldıktan sonra öldürdüm. Eğer kurgusal bir
metnin içinde geçmiş olsaydı sadece okur geçerdiniz bu satırları. Peki
gerçekten öldürdüm deyip sizi biraz daha kışkırtsam. O zaman düşünürdünüz,
sövülmeyi hak ediyor mu diye bu cani. Hata kendi suçunuzu hafifletmek için dava
bile açardınız. İyi de hiçbir kurban masum değildir denilmemiş miydi? Yalan
bilginin kurbanıyım ben de. Suçlu ben değilim, O. ‘’O’’ ise içimizde bir
yerlerde. Kuşkuluyuz. Fakat hiçbir ‘SÖZ’
söylendiği gibi değildir. Baştan sona kadar saçma geliyor olabilir size. Uydurulmuş
sözler misali. Bir şey daha itiraf etmem gerekecek: daha henüz öldürmedim.
Zaten böyle bir düşüncem de yoktu. Sırf bir şeyler yazmak adına kâğıdı
dolduruyorum. Bu da yalan. Mesela bu metin önce öykü olarak yazmaya başlandı; sonra
vazgeçildi. Keyfimin kâhyasıyım. Siz ne derseniz kabulüm yine. Bir itiraf
mektubu desem kaçınız inanacak ki zaten? Hayat öylesine acımasız ki. Günde onlarca
çocuk göçüp giderken sessiz kalırız da, bir karıncayı aranızdan çekip köşeye
attığım için taş yağmuruna tutarız. Sizi
anlamak gerçekten zor sevgili okur. Size nefret ettiğim filmlerden de
bahsedebilirdim, ama korkulur sizden. Ama içimdekileri de söylemeden edemiyorum
işte. Takdir sizin. Ve fakat kimin suçlu kimin ahlaklı olduğu dışında ödevlerimin. Tanrı sonsuzluktur. Görmüyoruz. Sadece inanıyoruz.
ekim 2014
17 Ekim 2014 Cuma
7 Ekim 2014 Salı
24 Ağustos 2014 Pazar
31 Temmuz 2014 Perşembe
‘’Im Nin alu’’
Farkındayım. Deneysel cümleler kurarak içinde
bulunduğum durumu sizlere inandırmaya çalışamam. Hele ki bu kadar duyarsızken
kendi ruhsal beklentilerime. Tabii sandığımdan çözülmesi zor bir çemberin
içindeyim. Öyle ki ne kadar anlatsam, ne kadar ben buradayım desem de pek bir
ifade etmeyecek gibi görünüyor manasızlığım. Cennet çok uzaklarda şuan ellerime. Sırf bu yüzden ortalıklardaki
görünürlüğümün kime zararı olduğunu bilmek isterdim. En azından böyle düşünmeye ikna etmeliyim
kendimi bir süreliğine. Fakat durum henüz o kadar trajikomik değil, yani asıl
amacım kendimi sizlerin önüne sermek gibi bir gayeden yoksunum. Ölüyor çocuklar,
yine öldürüyor ötekiler dediğimiz o diğerleri.
Ah meso demek istiyorum sadece. Ah meso, ah!..
Zolotisky gibi sinirlerim
sıkışıyor bazen. Salyalarım toprağı deliyor. Aldatıldığımı düşünmek suç
olmamalı. Tek başına bir anlamı olmalı bu saçmalığın ve hatta teşbihte hatalar aranmalı, sorular
sorulmalı: Neden Zolotisky? Neden cennetten bu kadar uzaktayım? Psikolojik
açıklaması bu mu umurumda olduğunu hiç sanmıyorum, inanın bilmiyorum.
Bilinçaltımın ihanetine maruz kalan ben değilmişim gibi davranmaktan bıktım. Sonra
o sonralar hep gelir kapıma dayanır. Bir Yusuf Masalı, yani tanrısal şiirler. Tam
burada dağılıyor fikirlerim işte. Ruhumsa berbat bir görüntü çiziyor. Dönüşümünden
tiksinmek bu kadar kolay mıydı araf’teyken? Haddini aşmış berbat bir kafa
bulanıklığı yaşıyorum. Harflerim, kelimelerim ve cümlelerim neye karşılık geldiğini
kestiremeyecek kadar muallaktayım? Dedim ya düşünüp düşünüp aklımı kurcalıyor o
şiirler. Hep böyle oluyor. Hep böyle zamanlarda tersine dönüyor damarlarıma
hayat veren su damlacıkları. Kıblesizim. Karşısına dikilsem evet sizler,
sizlersiniz beni bu hâle sokan ey Tanrının seçilmiş kulları? Ama bunu demek
erdem değil. Saklamaktır. İliklerime kadar korkuyla dolmuş vaziyette içim. Tanrıya
neden sadık değilim. Hayır çılgınlık değil
bu. Bir başka günahın teşhiridir. Odamın penceresi açık. Pencerem hep açık.
Havarilerin Hz. İsa’nın gelişini bekledikleri gibi hep O’nu bekliyorum. Kimdi
o? Neden gelmiyor? Pencereler kapanmasın. Pencereler. Kapatma pencereyi.
Kuşlar. Kuşlar konuyor damlara. Kuşlar düşüyor damlardan. Kendi ayakları
üzerinde duran insanlara imrenmeli miyim? Güzel. Her şey güzel görünüyor
ruhumuzla bakınca. Ama ölüm. Değişen
hiçbir şey yok. Çocukların gözleri ıslak bakıyor bu akşam da. Dua etmenin diğer
adı neydi? İsrailoğulları’na nefretle ne zaman baktım? İnsan. İnsan. Ne vakit
kutsal kılındı kanları. Yanıbaşımdasın ey sevgili!..
Lâkin avâzım çıkmıyor. Senin
kadar vahşi bakamıyorum ölüme. Neden hep sen? Bunun cevabını bilen kim kaldı bu
hayatta? Hz. Davut’un dibinde ağladığı duvar neden artık sızlatmıyor yaramı.
Ağlamak size yakışmıyor? Resmi cerbezeler
çocukların çığlığını dindirmeye yetecek kadar samimi gelmiyor. Kınamak
yetmiyor. Çünkü birilerini kınayınca bombalar yönünü değiştirmiyor. Savaşlara
yabancı mı dilim? Bir işaret gelemeyecek. Bir peygamber bir başka kavmi kurtarmaya
gelmeyecek bir daha artık. Son ayet çoktan indirildi. Ne yazık ki söylemeden de
yüzüm ele veriyor kendi meymenetsizliğini. Diyorum ya her daim açık kalmalı.
Kapanmamalı. Bunca kelimeyi sarf
edişimin sebebi ne, ne kadar beyaz vicdanım? Tanrı şimdi o çocukların ölülerini
de görüyor. Hepimiz biliyoruz bunu. Bir bildiği olmalı diyorum. Gerçekten bir
bildiği var ki, sessiz kalıyor şimdilik. Bunu söylediğim için kaç günah bırakıldı
heybeme, ne kadar küfre girdim? Müslümanlığım ne kadar yara aldı? İnan ve
sorgula diyorum dilime. Ama dilenme. Uzadıkça uzuyor cümlelerimin ardına
saklanan hayâsızlık. Kavuşmaya ramak kalıyor yeni günahlara. Günahlar kimin
umurundaki. Biri sesleniyor sanki karşı mağaradan. Kaynanaya sövülen damatların
bağırsak ağrısıyla inliyor odamın ışıkları. Gürültü: Sesler çok şeydir.
Mucizeler. Bedenleri gölgelerinin ardında, ama sesleri…Sonra… Gitme!. Kal. Sövsen
de benimsin, dövsen de. Şaşmamak mümkün mü buna? Her şey mümkün. Kasabalar,
köyler ve varoşlar. Oralarda büyüdük. Ama artık kentliyiz. Oysa ruhumuz taşralı.
Taşra kabadayısıyız. Tanrı bu yüzden kentte. Ruhum bu yüzden azapta. Bu sözleri
neden ikrar ettiğimi bilseydim, anlatmazdım bunları. Sadece susardım. Susmanın
bir başka adı var mıydı? Ölüler neden susardı mesela? Konuşan ölülerden neden
bu kadar korkulur? Hadisene bana inandır suskunluğunu. Kalbimde nabzını yitiren
mahremimin menfaatini anlat bana. Artık konuşmak istiyorum. Dönüşmek istiyorum.
Fotoğraf: Rene Magritte
28 Temmuz 2014 Pazartesi
25 Temmuz 2014 Cuma
19 Temmuz 2014 Cumartesi
Beyaz siyah
Gözlerime soğuk rüzgârlar çarpıyor
sarsılma bırak dökülsün günahlarım üzerimden
sonra tersten oku adımın harflerini
soluğu yara bandıyla sarılmış bir yabancı
gibi
ama sakın sus deme ellerime
bir tel kopar saçlarından
ve as kirpiklerinin sulak kenarına
ben ordayım
ayaklarının dibinde
oysa uzadıkça saatler
her tekmenin ardından biraz daha azaldım
itirafım derindir çünkü
sanma ki özledikçe çopurlaşır merhametim
âşıksam bunu hakkıyla yaptığım içindir
bu yüzden sözlerimdeki utangaçlığa aldanma
bir sebebim var
bir kalbim var damarlarımı mıncıklayan
geceleri
söz geçiremem duruşuma
bilirsin taşınmak güçtür bir başka kentin bir
başka resmi meydanına
üzerinde düşün ama söyleme
her söz daha çılgınlaştırır kaderimi
biraz duralım ikimiz de
şöyle bir dokunalım aynanın kesilmiş tellerine
keskinse dilime sür kanımın rengini
hakkıyla almak istiyorum içime
fakat damar kesildi diyerek boşuna yorma gülüşünü
ben arasındayım iki dudağının
hadi anlat
artık büyümek istiyorum
temmuz 2014
30 Haziran 2014 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)