2 Ekim 2013 Çarşamba

‘Uzun Bir Adam’ın Ardından






''Yazmak mutsuzluktur,mutlu insan yazmaz.''



Fırsat bulduğunuz her anda egosunu okşadığınız ''iki yüzlü'' çocukluğunuzu,''geleceğinizden'' muhafaza etmek için karanlık,kapkaranlık bir kuyu-zaman zaman gelip baktığınız- kazdınız mı hiç? Sizi bilmem ama ben kazdım ve oraya çıplak bir halde de gömdüm. Gene de siz bu sorunun alelâdeliğini mantığınızın en hassas hücresinde tartadurun ben,kılıcımı kuşanıp dalmaya gidiyorum o yıllara.

Böyle savruk konuştuğum için beni bağışlayın. Bağırdığımı da sanabilirsiniz şuan,lakin yine de bunu sesimin gür oluşuna bağlayabilirsiniz.E haliyle bu da kelimelerimin çıldırmasına sebep oluyor;söz geçirdiğimi de pek söyleyemem.Mesela çocukluğumda da hiç rahat durmadım böyle,yani daha açık konuşmam gerekirse büyük yaramazlıkların vazgeçilmez amatör oyuncusu oldum hep.Böyle davranarak mutlu oluyordum sanırım,bilemiyorum.Mesela ‘’ben hayatta en çok babamı da sevmedim,sevemedim’’. Ve aynı şekilde babamın biricik oğlu da olmadım.Bizim ilişkimiz,karşılıklı imzalanan bir anlaşmanın maddelerine uyma mecburiyetiydi daha çok.Babam doldurdu o gizil maddeleri ben kabul ettim. Şuan epey abarttığımı düşünüyor olabilirsiniz.Hiç önemli değil,âkil adamlarız,idare edebiliriz birbirimizi;çünkü ben sanıldığı kadar yaramaz bir çocuk da olmadım.Öyle ki birinci sınıfta‘’öğretmenim tuvalete gidebilir miyim’’diye izin almayı bile beceremezdim.Oysa bütün arkadaşlarım her dersin ortasında istedikleri zaman, sıraların arasından kuyruk sallaya sallaya gidebilme cesareti gösterirlerdi.Tuvaletin bir rahatlama mekanı olduğunu daha o zamanlar anlamıştım zaten.Keşke bununla kalsa iyi;gene bir gün sınıfta öğretmenimizin gelmesini bekliyorduk.Fakat adam gibi beklemeyi bilmediğimizden miydi neydi,sınıf toz duman içinde kalmıştı.Birçok kişi ayaktaydı,tabii ben de gürültüden rahatsız olmuş olacağım ki her iki elimle kulaklarımdan  detone olan o gürültünün girmesini engelliyordum.Ne olduysa artık o an oldu.Öğretmenimiz içeri girdi ve bana doğru gelmeye başladı.Suratımda hissettiğim şamarın çıkardığı sesle kulağımın nasıl çınladığını bir ben bilirim.

HİÇ UNUTAMADIM.

Ve hâlâ cevabını bulamıyorum,''neden o tokadı ben yedim''. Bu okulda yediğim dayakların,tokatların sadece başlangıcı oldu.Haliyle sıradan bir dayak,bir tokat bile vücut ardinal depolamak istiyor.En azından artık hakkettiğim için atılıyordu o tokatlar ve adalet yerini buluyordu.

O  dayaklar yetmezmiş gibi  ilkokuldan mezun olacağım sene zorunlu eğitim sekiz yıla çıkarıldı.Nasıl bir şeyse artık ''Hükümet'' bile dayak yiyişimden memnundu sanki,yoksa ne gerek vardı böyle bir karara,zamanı mıydı?  O zamanlar başbakan Mesut Yılmaz’dı sanırım.Adını bu olaydan sonra bir daha unutmadım.O derece siyasetten uzaktım hani. Neyse ortaokul sıralarına çabuk alışmıştım ve nedendir bilmiyorum kendimi büyümüş hissediyordum artık o sıralarda oturunca.Ne de olsa  kravat takıyordum.Benim için kravat büyüklük’ nişanesiydi.Bir de kendi kravatınızı kendiniz bağlayabiliyorsanız, ne âlâ. İşte o zaman sizden daha bahtiyarı olmaz.

O yüzden benim de çocukluğumda anlatabileceğim anılarım -sadece anı-oldu.Hatta sırf bir zamanlar anı olsun diye ucuz hilelikler peşinde koştuğumu söyleyebilirim.Nasıl yani? Gene abarttım evet,ama sanki öyleymiş gibi geliyor bana.Yoksa durduk yere neden İngilizce hocama âşık’ olayım ki. Hatta O’nun da bana âşık olduğunu düşünecek kadar kendimi kaptırmıştım bu aşka.En arkada oturmama rağmen,sadece İngilizce derslerinde O’na daha yakın olmak adına öğretmen masasının hemen önündeki sıraya oturur,dersin bitimine kadar masumane bir duruşla dinlerdim anlattıklarını.En çok da ecnebice kelimelerinin söyleyiş biçimine hayrandım.Tabii gözüne girmek için verdiği bütün ödevleri eksiksiz yaptığımı da eklemem gerekir. O’nun için başka ne yapabilirdim ki zaten? Ama yine de bu çabalarım işe yaradı ve en ‘gözde’ öğrencisi oldum kısa bir zamanda.Kendimce düşler kurar, az kelimeli senaryolar karalardım.Sonra birden kayboldu.Meğer bizim Fen Bilgisi hocamızla nişanladığı için ortadan kaybolmuştu.Bu olaydan sonra Fen Bilgisi öğretmenleri benim en büyük düşmanım oldular.

Dediğim gibi babam hiç gözdem olmadı.Babamdan çok mu nefret ederdim peki? Hayır,daha ötesi ona karşı herhangi bir duydu da beslemezdim: korku dışında.Beni dövdüğünü hatırlamadığım gibi saçlarımı okşamasını da hatırlamıyorum-belki de saçlarımın kıvırcıklığındandı,bilemiyorum-Öyle bazı babalar gibi,uyuduktan sonra rol yapacak kadar becerilerden de yoksundu.Belki de seviyorduk  birbirimizi,ama açılamıyorduk birbirimize,kim bilir.İkimiz de platonik bir aşka kurban mı gittik yoksa?
 Babamın askerde çektirdiği 21x30 boyutlarında bir fotoğrafı asılıydı salonumuzun duvarında.İlk gördüğümde anneme ‘’bu adam kim’’ diye sorduğumu çok iyi hatırlıyorum.Çünkü o fotoğraftaki adam çok yakışıklıydı ve onun babam olabileceğini hiç düşünmedim.Her baba gibi benim babam da yakışıklıydı.Asıl önemlisi nasıl olur da  oğlunun yani benim yakışıklı göründüğüm bir tek fotoğrafım hâlâ olmaz duvarlarda?

Sahi bunları niye anlattım şimdi durduk yere?

Evet,bütün bu anlattıklarım birazdan bahsedeceğim kitabın tanıtımına naçizane özel bir girizgahtı sadece.Ama öyle‘’bir kitap okudum ki,hayatım değişti’’türünden öte bende bıraktığı derin ürpertiyi birkaç satır da olsa değinmek istedim.Normal şartlarda böyle bir girizgaha gerek bile duymazdım,ancak bu sefer sessiz kalmayı pek başaramadım galiba.Sözkonusu kitabın payını da unutmamak gerekir,ki  her şeyi alt üst etti,her şey paramparça olmuş bir vaziyette kafamın içinde zonkluyor.Hatırladığım kadarıyla yaklaşık beş yıl önce Paranın Cinleri’ni okuduğumda şuan ki hâlet-i ruhiyetimin tam tersini yaşıyordum; tabii de her iki kitap birbirlerine zıt temalarla dokunuyor,ki o başka. İki bambaşka hayat: Biri masumiyeti,diğeri acı hayat’ı.

Bize kalan ise şimdilik acı hayat.




Acı hayat’tan kastım İlhan Berk’in Uzun Bir Adam’ adlı anlatı(otobiyografik)eseridir.Kendisinin deyimiyle:


''Kendim üstüne bir kalem denemesi diye bakılmalı bu kitaba.Kendimi yazarken de Montaigne’in dediği gibi,okuyucunun kitabımda beni,bende de kitabımı bulsunlar istedim.''

Peki nedir özel ve sahici kılan bu kitabı? O kadar çok anı,yaşanmışlık var ki,hangisinden nasıl,ne şekilde başlayacağımı inanın bilemiyorum.Belki de bir şairden bu kadar cesur bir atağı beklemediğim içindir.Ama bir hakikat varsa o da bazı şair ve yazarlardan çok derin bir farkı olduğudur.Burnundan kıl aldırmayan,çocukluğunu,gençliğini yerlere göklere sığdıramayan sözde birçok edebiyat adamı,çocukluğunun pembe panjurlarından baktığı hayata sığınarak, bize mavi bir resim çizmeyi anlatmayı marifet sayarlar.İlhan Berk ise bu eseriyle hakikatin çıplak yanını berraklaştırıyor:

‘’Dünyaya gelişimle ilgili hiçbir şey anımsamıyorum.Gök,her zamanki gök,evler,sokaklar,çarşılar olacak.Başka türlü olsaydı anımsardım diyorum…Dünyaya gelmiş olmak,bir bunu bilmek bana yetiyordu’’.

Kitabın girişinde bunları söyleyen şairin söyledikleri, sonundaki noktayla birlikte iyice somutlaştığını da görüyoruz.Sayfaların arasında gezinirken,aynı zamanda okur da çocukluğuyla yüzleşiyor ve kendini koruma altına alıyor yaşadıklarıyla.Bu kitabın en büyük avantajlarından biri de neden bu olmasın ki:


‘’Çocukluğunu yaşamış olanlarla benim aramdaki ayırım nedir? Öyle sanıyorum ki benim çocukluğum olmadı derken,babamı,bir onu düşünüyorum da böyle diyorum.Aslında ‘’Babam olmadı,ben baba nedir bilmiyorum’’demek yerine ‘’çocukluğum olmadı benim’’diyorum.’’

Gerçekten çocukluğumu özledim mi ya da çocukluğumla yüzleşmeye hazır mıyım? Buna cevap vermek henüz çok erken biliyorum. Kimi çocuk,büyürken arınır günah’larından,kimi çocuk da büyürken günahlara karışır.Elimizdeki yazgımızdan okuduklarımız bunlar oluyor çünkü.Dahası en büyük günahımız belki de yazgımızın bize bahşettiği çocukluğumuzdur.Ayrıca çok iyi bilirsiniz ki çocukluğun en güzel yaşanmışlıkları baba-anne-‘ ile birlikte geçirilen an’lardır.Mezkur Şair,dünyaya gözlerini daha açar açmaz yalnızlığın asık suratıyla tanışmış belli ki,ya da...Bazı kişilerin yalnızlığı daha koyu olur derler ya,aynen öyle.

Herkes için mi geçerli bu? Sanmam:

‘’Çocukluk asıl babayla başlıyor,diyeceğim.Babamı düşününce,ondan pek bir şey anımsamıyorum.İşte bunun için de benim çocukluğum olmadı diyorum.Onunla doğduğum,oturduğumuz evde hiç el ele yürümedik.Bunu bile söylemem zor.Beni hiç dövmüş olabilir mi? Bilmiyorum.Hiç sevdi mi? Onu da bilmiyorum.Elinin yanağımın üstünde hiçbir anısı yok…’’

Evet,bu satırları okuduğunuzda, elinizde olmadan ajitasyona banılmış sayfalar, diye düşünebilirsiniz,ancak biraz sabredip ilerlediğinizde nasıl da büyük bir yanılgı içine girdiğinizi fısıldayacaktır çevirdiğiniz nefti sayfalar sizlere. Daha da ötesi yakalandığınız o duygu çıplaklığıyla birlikte usulca sayfalarını çevirip örtmeye çalışacaksınız O’na karşı mahçubiyetinizi.Bizi mahveden biraz da bu önyargılarımız,sabırsızlığımız değil mi? Sonunu beklemeden çamur atmayı çok iyi biliriz.Neyse biz fazla konuşmadan Şair’in çocukluyla devam edelim yolumuza:

’Çocukluk nasıl unutulur? Nasıl yadsınır? İşte bunları düşünüyorum da belki de ben çocukken daha belleğim oluşmamış,kurulmamış gelişmemişti diyorum.’’

Bu satırlar,''hatırlamak için bir hafızamız varken,unutmak için elimizde hiçbir şeyin olmaması;hayatın bize attığı en büyük kazıktır'' sözünü hatırlattı Murathan Mungan'ın.Size de oluyor mu bilemem ama ben,zaman zaman hatırlamak istemediğim ama bilinçaltımın benle inat edercesine hafızamın kapalı çekmecelerini kurcalamasına fena halde bozulurum.Aslında hafıza metamorfoz halidir vicdanın.İstesek de baş edemeyiz.Ya da yazgımıza boyun eğercesine devam ederiz hayatımıza kaldığımız yerden.Gene de bütün bunlara rağmen bir tek şeyi yapabileceğimizi düşünüyorum,o da vicdanımızı daha fazla rahatsız etmemek.Bazı yaraların çok geç kabuk bağlamasının sebebi de bu değil mi zaten?

Şairin duygularımı derinden sarsan kısımlardan biri de Manisa'nın kurtuluşuna dair verdiği tümcelerdi:

''..düşman yenilmişti,kent bayraklarla donatılmış,YAŞASIN! sesleriyle çınlıyordu.Tutsaklar geçerken halk taş atıyor,tükürüyor,yumrukluyordu.Kentin dış mahallesindeki bir çukuru hiç unutmam:Kent düşmandan temizlendiğinde,sokaklarda,duman içinde hâlâ can çekişen düşman askerlerine rastlanıyordu.Ölü bir askerin bacaklarına çakı saplayan bizden büyük çocukları hiç unutmayacağım''

İşte böyle bir dünyada,böyle bir zamanda çocuk olduğunu fısıldıyor İlhan Berk.Elbette ki tarihi döneme ve şartlara göre değerlendirmek gerekir,ama yine de ''ölmüş bir askerin'' bacağına çakı saplamasını, ki o kişi düşman bile olsa vatanseverlikle izah edemem.Peki ya diğer pencerede hangi resim var onu biliyor muyuz? Okullarda okutulan tarihe bu yüzden ben hiç saygı duymam;çünkü yalanlar silsilesinden başka bir şey değildir ve dünya zannedildiği kadar ne masum ne de temizdir;çocuklar nasıl temiz kalsın ki.Aradan bunca zaman geçti,değişen n’oldu peki? Hiçbir şey.Hatta daha da ''kirlendik;çünkü büyüyoruz''.

Sayfaları çevirirken denk geldiğim şu satırlar,uzun bir süre nutkumun tutulmasına sebep oldu:


  • ‘’Büyük ablam deliydi.Yedi kişilik  küçük evimizde Huriye ablam tek başına bir odada otururdu.Çıplaktı ve öyle öldü:..ablamı Manisa’nın düşman işgalinde evde bırakıp dağa çıktık.Kent yanıyordu ve ablam bizimle dağa gelmek istememişti.Ben neden sonra onun,yangın evimizi sarınca,odasından çıkıp kente indiğini,öyle bir zaman dolaştıktan sonra,saçlarından tutuşarak yanıp kül olduğunu öğrendim.Benim çocuk dünyam da böylece yıkıldı’’

  • Bütün çirkinliklerin,savaşların günahını hep masum olanlar verir.Böyle bir durumu düşünürken bile insanın içi burkuluyor.Aradan yıllar geçmesine rağmen hem de.İyi insanlar neden çabuk göç eder ki bu dünyadan?
  • Şairin de sık sık ifade ettiği gibi sürekli uçlarda yaşadı ve şiirlerini en uçlarda kaleme aldı.Behçet Necatigil de zaten onun için‘’şiirimizin uç beyi’’ diyerek ona hakkını teslim etmiş oldu böylece.
  • Dolayısıyla bu kadar uçlarda yaşayan birinin çocukken nasıl oyuncakları olsun ki.Ya da oyuncaktan kastımız ne tam olarak,gelin gene sözü İlhan Berk’e bırakalım:

  • ‘’Çocuğun oyuncak dediği taş parçası,kırık bir sandalye,bir cam,bir ağaç dalı da oyuncaklarıdır onun.Oyuncak ‘’çocuğun benim’’diyebileceği her şeydir.Bunun için sokağa çıkması yeter.Sokaksa evden çok çocuklarındır.’
  • Şair, her çocuk gibi büyümeye başlıyor ve artık Ortaokul yıllarında boy atıyor.Böylece ilk aşk’la da tanışmış oldu.Yaşlılığında yakışıklı olan Şair, acaba çocukluğunda da o kadar yakışıklı mıydı? Arzu ederseniz sözü ona bırakalım:

Bir fotoğraf karesi:

Yakışıklıyım.Saçlarım biryantinli,parlak,ortadan ayırmışım,üstümden özen akıyor.Bir elim pantolon cebinde,öbür elimle ceketimin yakasını tutmuşum.Ellerimi böylece belki ilk kez koyacak bir yer bulmuşum.Yüzüm adamakıllı uzun,bir at yüzü sanki;kulaklarım küçük,dudaklarım ince,hafif şiş gözlerimin altı…Sevdiğim kız en önde okul müdürünün yanında duruyor.Esmer ve hep gülen.Cebim,onun için yazdığım şiirlerle dolu…’’

Görüldüğü gibi batı cephesinde de değişen bir şey yok,en büyük şairler bile bir aşkla başlamış şiire.Belki aşk olmasa şair de olmaz.E şimdiki aşklar,genellikle yalanla cebelleştiğine göre,şimdiki şairler de neden yalan olmasın ki?

Peki Gerçek neydi şair için:

…’’Gerçek benim!..Gerçekten de kişinin bu dünyayı,dünyadaki nice şeyi anlayabilmesi,onu kabullenmesi,ya da yadsıması,değiştirmek istemesi ancak kendini ortaya koyması,bir birey olarak bu bilince sahip çıkmasıyla başlar.’’

Asıl bizi ilgilendiren de  belki de Şairin yazmayla olan ilişkisini anlattığı kısımdır.Daha ilk okul sıralarında şiirle tanışan birinin ileride büyük bir şair olacağını kim bilebilirdi ki? Ve daha ortaokul sıralarındayken şiirlerini Halk Evi basıyor.Aynı zamanda Hayat ve Muhit dergilerini de takip eder.Bir yandan da Nâzım Hikmet,Ahmet Haşim gibi şairler…Tabi okuyacağım derken insanın başına hiç beklemediği şeyler de gelebilir:

‘’O zamanlar benim günlerim,her gün okula dişçi dışında,kitaplarda geçiyor.Muradiye camisinin kitaplığında beyaz sakallı,nur yüzlü,daha çok ululara benzeyen,yeşil sarıklı birinden dergileri alıp okuyorum.Adam beni hep karşısına oturuyor,oturtup bana bakıyor.Ne zaman bir kitap verse ellerimi ellerinden zor kurtarıyorum.Kitaplık cami gibi sessizdi ve hemen hemen de kimseler olmazdı burada…Bu ulunun bir homoseksüel olduğunu  çok sonra anladım ve ürktüm.’’

Aslında alıntılara yer vermemin sebebi,kitabın içinde saklı duran kelimelerin,hayatların,acıların ne kadar kutsal olduğunu anlatmak içindi.Belki de Şair kadar anlatmayı beceremeyeceğimden korktuğum için de olabilir.Her şeyden önemlisi böyle bir kitabı,hayatı okuduğum için kendimi bahtiyar addediyorum.Böylece okuduğum şairlerin listesinde adı epey geride olan bu Şaire haksızlık yaptığımı da öğrenmiş oldum.Kitabın bana kazandırdığı en büyük şey de bu oldu galiba.Ve tanıdığım onca hayat da cabası.



Daha önce 2008 yılında Çırağan Sarayı’nda İlhan Berk’i konu alan bir söyleşi düzenlenmişti ve gene orada öğrenmiştim aynı zamanda ressam olduğunu.Büyüdükçe öğreniyoruz galiba.


114 sayfalık kısacık bir kitaba ‘uzun bir adam’ın hayatını okumak hiç de öyle kolay olmadı.



Son olarak Alber Camus’un şu sözüyle bitirmek istiyorum:


‘’Bu dünyayı anlamlı bulsaydım kalemi elime almazdım’’









                                                                                                              Ekim 2013