…’’kim bilir belki bu gece her şey sona erdiğinde güzel bir cenaze töreni düzenlersiniz bana’’
İpşiroğlu, Zehra, Tiyatro’da Düşünsellik, Mitos Boyut, İstanbul 1995
'' Toparlanın, gitmiyoruz ''
…’’kim bilir belki bu gece her şey sona erdiğinde güzel bir cenaze töreni düzenlersiniz bana’’
İpşiroğlu, Zehra, Tiyatro’da Düşünsellik, Mitos Boyut, İstanbul 1995
Dönseydi eğer, gitme
kal diyecekti. Gitti gibi. Bazı miskin kadınlar gibi. Ama çok geç artık. Tren
geçti. Kuşlar, böcekler, balıklar veyahut ruhsuz gemiler, derken yüzü yuvarlak,
kaşları belirgin esmer bir adam, banka oturdu. Paltosu üzerinde. Nedime baktı. Islak
kayalar gibi baktı. ’’Sol elinizi tutabilir miyim?” dedi adam. Kimsin, nerden
çıktın, der gibiydi Nedime’nin sümsük bakışları. Sonra ’’Tanışıyor muyuz?’’ diyerek
o sessiz aralığın üzerinden geçti. “Hiç, sadece sizi görünce geldim. Hepsi bu’’
dedi Nedime’nin solundaki adam.
‘’Bencil biri
olmalısınız?”
‘’Neden?’’
‘’Nedeni yok’’
‘’Nasıl yani?’’
‘’Yağmur yağacak”
‘’Tamam sustum?’’
‘’Çok sustuk bu sefer de”
‘’Kim?’’
‘’Siz’’
‘’Ben mi?’’
Cevap vermedi Nedime.
Başka soru sormadı adam. Yağmur yağıyordu hâlâ. Orhan yürüyor olmalıydı.
‘’Peki, o kim?’’
Nedime uzakları taramaya
devam ediyordu. Adam sorusunun giysileri değiştirerek yineledi.
‘’Yürüyen adam yani?’’
‘’Çok soru
soruyorsunuz?’’
Kırmızı. Rujlu
dudakları ıslanmıştı Nedime’nin. Permalı saçlarından eser kalmamıştı geriye.
Ansızın ‘’Dudaklarınız çok güzel, öpebilir miyim’’ dedi ıslak paltolu adam. Nedime,
bu sözün dumanıyla başını öne eğdi. Bir şey gevelemeyecek kadar öne eğdi
başını. ’’Sakın denemeyin’’, dedi Nedime. Bize bakan yok henüz. Adam durdu. Afalladı.
Sustu. Sustular.
‘’N’olmuş yani?’’
‘’Hiç’’
‘’Ama ıslanıyoruz.’’
Karanlık taşınmak
üzereydi bankın üzerinden. Adam paltosunu çıkarıp, Nedime’nin omuzlarına
bıraktı. Bakıştılar yine. Bekliyorlardı hâlâ.
‘’Artık gidin!’’
‘’Gidemem.’’
Alaycı bir gülümseme esir
aldı Nedime’nin dudaklarını. Az önceki halinden eser kalmamıştı. Ne olduğunu o
da anlamamıştı.’’ İlk görüşte âşık olunacak biri miyim?’’ dedi. Bir cevap
bekliyordu artık.
‘’Size âşık olduğumu
nereden çıkardınız?’’ Yutkundu Nedime. Duymak istediği yanıt o değildi çünkü.
‘’Sahi âşık değil
misiniz?’’
‘’ Ne önemi var ki.’’
‘’ Önemi var. Çünkü
birlikte ıslanıyoruz?’’
‘’Şemsiyemi
paylaştım.’’
“Beklediği cevabı alamamıştı.
Laf… paltonuzu alın o zaman üzerimden. Ya da gidin” dedi.
‘’Nasıl yani?’’
‘’ Paltonuzu alın.”
“Kimseye âşık olamam.
Çabuk sıkılırım. Paltomu aldım”
Nedime daha da ıslandı
ve ayağa kalktı. Paltolu adam karşısında. “Gidin o zaman buradan şimdi’’ dedi.
Adamın yüzünde ekşimeye meyilli bir şaşkınlık belirdi. Hiç oralı olmayınca.
Yineledi sözünü.’’ Gidin artık’’.
‘’Ama neden?’’
‘’Soru sormayı
bırakın, sadece gidin.’’
‘Gitmek o kadar
kolaysa siz gidin.’’
Bir güne iki ayrılık sığdıracaktı
Nedime. Adamın sözlerini içerlemese de yerinden kalktı. Yürümeye başladı. Adam paltosunu
giydi. Nedime durdu. Dudaklarına dokundu. Gülümsedi. Üç adım daha attı. Yağmur
yağmaya devam etti.
Bu başlığı niye attım ya da bu soruyu neden soruyorum?
Bunları söylersem ayıplanacakmışım gibi zavallı bir korku var üzerimden
atamadığım. Arkadaşlarımın benimle paylaştıkları sırları ifşa etmek gibi. Sırlarına
sadık kalacağımdan emin olsam da böyle hissederim. Ama bu soruyu da sormak
istiyorum her defasında kendime. Size diyemiyorum; çünkü içinde bulunduğumuz şu
melun günlerde parçalanmış bu sorularla muhatap olun istemiyorum. Bir
kaybedişin kılıf bulma gayesinden hallice. Emin olamadığım bir mesele de şudur; Ben yazar
mıyım? Sorduğuma göre, cevabın da muhatabı benim. Şüpheyi her zaman hafızamın
bir köşesinde saklı tutarım çünkü. Basılmış, okunabilecek bir kitaptan bile
yoksunum sonuçta. Yabana atılacak bir cümle değil kurmaya çalıştığım bu cümle.
Kelimelerle aram fena sayılmasa da suyu bulandırarak soru değiştirerek
soruyorum: ben şair miyim? Bakmayın, hoyratça kelimeleri savurduğuma, kabuğu
ortadan kırılmış faili meçhul bir ürkeklikle boğuşuyorum kelimelerle. Ama öte yandan on dokuz yıldır düzenli olarak
tek yaptığım eylem olduğu da bir hakikat. Bu eyleme şahit olanların isimlerini
saklı tutarak söylüyorum tabii. Ağzımda
ne geveliyorum o zaman, ne ima etmeye çalışıyorum? Beni anlamadıklarını ya da
neden birçokları gibi okunmuyorum demek mi istiyorum acaba? Şimdi buna hayır,
böyle bir düşünceden çok uzaktayım desem inandırıcı gelir mi size kelimelerimin
astarı. Bu ikisi değilse de ne?
Sorduğum soruya cevap verişimi başka neyle izah
edebilirim? Hadsizlik, bilmişlik edasına girmek değildir de nedir bu? Gene soruyla
karşılık veriyorum gördüğünüz üzere. Hayata karşılık veremeyen şu kendini
bilmezin söylediklerini işitiyor musunuz? Kusura bakmayın, şunu söylemeden edemeyeceğim;
Georges Perec’in “Doğdum” kitabını okumuş olmasaydım bu yazıyı da yazmayacaktım.
Sanırım böyle bir derdimiz de olmayacaktı. Fakat iyi yazarları okuyunca insana öyle
bir özgüven saplanıyor ki sormayın. İyi ki bu yazarı okuyorum, demekten başka çare
bırakmıyorlar size. Doludizgin atı dizginlemekten daha zor bir uğraş bu. Eğer bunu sayıklamak bir kabahatse suçlusu da
az önce adını itiraf ettiğim yazarın bizatihi kendisidir. Tutanaklarda böyle
geçsin isterim. Yazarın yaşadığı onca acıdan sonra bu şuursuzluğu yapmaktan men
ediyorum kendimi. Kaldı ki bu yazar kadar cesur değilim; yazarın adını veriyor olmam yazdıklarıma makul
bir kılıf dikmekten kaynaklanıyor. Onun arayışlarının yanında benimkisinin adı
bile okunmaz nihayetinde. Geçmişimize şahsi bir not bırakmak da diyebiliriz. Buraya
kadar yazdığım her kelimeyi okumadan silmeyi tasarladıysam da doğrusu
kıyamadım, zira duygusal olarak bu kadar yükselebileceğim başka bir gece daha
yakalayacağıma ihtimal vermedim ve vazgeçtim silmekten. Bu fikri uzaklaştırdıktan
hemen sonra başlığın haddinden fazla büyük anlamlar barındırdığı gerçeği gözüme
çarptı. George Orwell’ın “Neden Yazıyorum” makalelerinden oluşan kitabının ismi
yanım sönüp duruyordu karşımda. Bu kadarını da yapmak fazlaca küstahça olurdu
çünkü. Aslında yazmak, tam böyle bir şey işte; küstahçadır. O yüzden başlığa da
dokunmadım, dokunmuyorum.
Ne yazarsanız
yazın, yazdıklarınızı hep başkalarının aşkıyla kıyaslarsınız ve bu kıyas sizi
hep dibe çeker. Siz yapmasanız da birileri yapar, haklı olarak. O kadar yüksek bir yerlerdedirler ki bu
isimler ne yazarsam yazayım onlara erişemeyeceğim düşüncesi sizi en olmadık
yerinizden kanatır. Döktüğünüz her kelimeyi içinize atarken yutkunarak
gökyüzüne bakarsınız. Hıçkırık gibi bir
şeydir bu. Boğazınız düğümlenerek devam edersiniz yaranızı sarmaya. Her şeye
rağmen dışarıda sizi anlayabilecek bir göz ararsınız. “Yazmasaydım deli olacaktım” diyen Sait Faik’i
hatırlarsınız belki de. Hah işte birazdan diner bu acı, diye kendinizi avuturken
buldum derken, nafile, bu da derman olmaz derdinize.
Bu sefer, yazıyorum da ne oluyor, dersiniz, ki azımsanmayacak
kadar çoktur “bu seferler”. Bari dergilerde yazdıklarım yayınlansın, belki
geçer bu acı dersiniz; sonra gayret edersiniz bir şekilde yayınlanır. Kitaptan
bahsetmiyorum bile. Hiçbir şeyin değişmediğini fark edersiniz. Yazmak bu
değildir çünkü. Bir şey’e bağımlılık duymak gibidir yazmak, neden yazdığınızı
bilemezsiniz, ama o şeyi istediğinizi hissedersiniz. Mantıklı bir cevap da aramazsınız.
Bu esrik hallere mantıksal cevaplar aramak zaten saçmadır. Kabahatler kanununda kendine kalınca yer bile
bulur, biraz zorlasak.
Bu yazıdan önce onlarca yazı var başladığım. Öyle
büyük bir arzuyla başladım ki her birisine, yazdıkça o arzunun sönüşüne ayak
uydurur ve yazmayı bırakırdım. Şimdi ta baştan kurmaya çalıştığım bu yazının
çatısını yarım bırakmadan yayınlıyorum.
Bu satırlar
yayınlandığında ise dünya dönmeye devam edecek yine, birileri yine utanmayacak
yaptıklarından, ne yazık ki birilerinin ihmalleri yüzünden yine birileri ölecek
ve yine suçlu görünmeyecek ortalıklarda. Neden yazıyorum, diye sordum da neden
rüyâlarımdan bahsetmedim?
İçimizde tarifi zor ağrılarla yaşarız çoğu zaman ve değil
başkaları kendimizden bile saklamaya çalışırız. Örteriz yaralarımızın üstünü
yani. Anlatmamak ya da anlatamamak arasında boğuşarak içimizdeki kırıkları
kanatmayı da göze alırız. Bazen duygularımızı zorlayıp anlatmaya ikna
ettiğimizde de karşımızdakinin bizim gibi ağrılarının olmadığını fark
ettiğimizden hemen oracıkta vaz geçeriz gırtlağımızdaki harflerin beyhude
çıkmasına. O mazbut ağrıları kabul edip onlarla yaşamaya çalışırız. Bu ağrılar
öyle ağırlaşır ki böğrümüzde, onları taşımaktan iflahımız kesilir yine de
anlatmak gelmez içimizden, direniriz buna. Ta ki hiç ummadığımız o kişi bir
yerde karşımıza çıkana dek. Nasıl olduğunu bilemesek de iyi hissederiz yanında.
Açarız kalbimizi, belki de ağlarız diz dize. İşte, “HardLove”, içimizdeki
kırıklara dokunan böylesine bir oyun. Hızlı bir giriş oldu sanki. “HardLove”,
neyin nesidir peki? Başta buna açıklık getirelim ki sözlerimizin de bir karşılığı
olsun. “Artalan Kolektif”te Anıl Can Beydilli’nin yazıp yönettiği ve nihayet
geçenlerde Barış Manço Kültür Merkezi’nde seyretme fırsatı bulduğumuz, adıyla
müsemma, iddialı hard bir oyun. Bu tek perdelik oyunun özetinde de belirtildiği
üzere barda tanışan iki kişi sevişmek için eve gelir. Görünen o ki, eve geliş
sebepleri de bellidir; sevişmek. Sahneye girer girmez bu yöndeki arzularını
birbirlerine örtük bir şekilde ifade ederken ilerleyen dakikalarda kabuğunu
kırmak için de üzerine üzerine giderler. Aslında her şeyi ifşa ederek dışa
vururlar duygularını, desek daha uygun bir söylem olur. Akış devam ederken de
adrenalin hormonu devreye girerek düşüncelerden ziyade bedenlerin çarpıştığı
anlara odağımızı çevirmemiz gerektiğini hatırlatır bize. Her şeyin çıplak
olarak anlatıldığını düşündüğümüz anda ise gerçeği yüzümüze vurur ve pek âlâ
yanıldığımızı söyler iki karakter de: anlaşmadan sevişmeyelim. (Sıla’nın
‘sevişmeden uyumayalım’, şarkısı sanki bu oyun için yazılmış, tüm dizeler o
kadar yerine oturuyor ki, hayret)
Öyle ki; karakterlerin gerçek adı ne, ikisi ne iş yapar,
nerede, nasıl yaşar gibi bilgileri yazar bizimle paylaşmaz bile. Önemli de
değildir zaten, özellikle oyun kişileri için. Paylaşmak istedikleri başka
şeyler çünkü, bizi ilgilendirmeyen türden. Herhangi iki kişi, herhangi bir
odada sevişmek istemektedir, o kadar. Mı? Bu yüzden isimler, birer göstergeden
başka bir şey değildir. Ahmet ile Ayşe’dir onlar, ama başkaları da olabilir
bunlar. Varsayalım ismimiz budur dercesine bilinmezliğe sürüklerler bedenlerini,
düşüncelerini. Buna inanıp inanmak da bizim sorunumuz olarak kalır cebimizde.
Bu isimlerin çağrıştırdığı ironinin bizi götürdüğü yer de belli hem. Eylemlerin
ve sözlerin anlam kazandığı odanın içinde yaşananlardan başka isimlerinin
hiçbir önemi olmaz nasılsa. Bir oda, iki beden ve yüzlerce kelime ve hareket.
“Hiçbir şekilde öylesine yaptım, öylesine çıktı ağzımdan” dememek için dikkat
etseler de o hataya düşerken bulurlar kendilerini.
Zira söylendiğinde ya da yapıldığında aralarındaki
iletişimin nasıl evirildiğini anlamak adına yukarıda alıntıladığımız sözler ne
demek istediğimizi açıklar niteliktedir. Diyaloglar biraz da bu ritimle ilerler
aslında: Tik tak. Tak tik. Sonra hareket. Yanlış anlaşılmalara sebep olabilecek
bir ritim. Ritim demişken Aristoteles, ritmin insan davranışlarını ve ruh
hallerini etkilemekle beraber değiştirdiğini de belirtir. Bu ritimlerin
bazıları, insanları sakinleştirdiğini bazılarınınsa dengelerini bozduğunu da
söyler. Bu oyun için o kadar geçerli bir niteleme ki bu. Karşılıklı olarak
yaralarını deşerken (bazı durumlarda mahsus) ne denli acı duyduklarını davranış
ve sözlerindeki o ritimle görürüz. Bu arada, söz konusu hesaplaşmaların asıl
nedeni tam anlamıyla açıklanmadığı ve dahası üzerinde durmadıklarından mı
bilinmez yeterince anlaşılabildiğini söylemek güç. Böyle düşünmemizin haklı
sebebini de çatışmanın yeteri kadar “hard” olmadığına bağlayabiliriz belki.
Karakterlerin söz ve jestlerindeki komik ögeler
işlevselliğini yerine getirerek seyircide karşılık bulurken, ne yazık ki
hayatlarına dair ruhsal pürüzlerin anı kurtarmaktan öteye gitmemektedir. Geçiştiriliyor
gibi, daha çok bunu sonra konuşalım cinsinden. Trajikomik unsurların ortalıkta
dolandığı bir hikâye diyerek dengeyi sağlayabiliriz belki. Hemen hafızamızı
zorluyor ve acaba bu duygusal gelgitlerin sebebi alkol ve bir türlü zirveye
çıkamayan cinsel bağımlılık mıydı? Fazla mı mübalağa ettik acaba? Yoksa
rahatlamak için çaba gösteren, her defasında kesintiye uğrayan ve bir türlü
doyuma ulaşamayan anların içinde dolanıp durmalarını başka neyle izah
edebiliriz ki? Ya da gece bittiğinde hiçbir şey yaşanmamışçasına kaldıkları
yerden devam mı edecekler yoksa var olan yaralara bir yenisini daha mı
ekleyecekler? Bu sorular belleğimizde dursun şimdilik.
Ahmet’i oynayan Atakan Yılmaz’ı oyundan yarım saat önce
dışarıda görüp sonrasında sahnede büründüğü karakterle karşılaşmak gerçeklik
algımızı kısacık da olsa sarssa da toparlayabildik. Oyun değil de gerçekten
odasını dikizliyor gibi hissettik. Yatak odasını gördüğümüz kaç oyun var ki
izlediğimiz. Böyle düşündüğümüz için ayıplanmayız umarım. Ahmet’in gizli yaralarına
inandırabilmesi karaktere ne denli inandığının göstergesiyle açıklayabiliriz
sanırım. Kendini oynamak gibi bir şey herhalde. Yalnız oyundaki önemli
diyebileceğimiz bir sahnede Ahmet’in karnına aldığı bıçak çiziğinin üzerinde
durmaması, gerçeklik duygusuyla baktığımızda bunun gözden kaçan bir ayrıntı
olarak kabul edebilir miyiz? Bir karşılığı varmış gibi durup sonrasında bu
acının sönüp gitmesini bu şekilde açıklayabiliriz ancak. Bununla beraber;
karakterlerin aydınlandığı diğer bir deyişle korkularını aştığı, gerçekten
anlatmaya başladıkları sahne olması açısından son derece önemli bir yerde
konumlanmakta sahne.
Bir de Ahmet, anladığımız kadarıyla titiz olan biridir;
ancak yatağını dağınık bir vaziyette bırakıp dışarı çıkmasını es geçebilir
miyiz? Bu ufak ayrıntıların göze battığını söylememizde bir sakınca yoktur
umarım. Tuğba Sorgun’un Ayşe’si ise daha ilk dakikalarda eve geliş niyetinin
seks olduğu çok açık. Bu tür rollerin bıçak sırtında olduğunu söylemeye lüzum
yok. Dengeyi bulmadığınız anda dağılabilme ihtimaliniz yüksek olabiliyor çünkü.
Yine de Ayşe karakteri kabuğunu tam kırmadığını, cinsel arzularını yeteri kadar
dışa vurmadığını da belirtmek gerekir. Özellikle fantezisini anlattığı sahnede
çıkarmak istemediği kişi de gösterdi bize. Bu açıdan her iki oyuncunun hakkını
teslim etmeliyiz, sözlü iletişiminin yanında bedensel iletişimleri de uyum
içindeydi. Daha vülgarize tabirle müthiş bir ikiliydiler.
Duyguları kanırtmadan çerçeve içinde kalıp hareket
tasarımına odaklanmalı en iyisi. Özellikle yatak üstünde ahenk içinde
yaptıkları o hareketlerin estetiği bu cümleyi kurmamız için yeterli bir sebep.
Müzikal ve müzikli oyunları bir kenara koyacak olursak sürekli yürüyerek bir
şeyler anlatan oyunların arasında yatakta bile hareketli bir oyun tercih etmek
başlı başına bir duruş göstergesi. Kolaya kaçmamaktır bunun adı. Bu yüzden
hareket tasarımını yapan Gülnara Golovina büyük bir alkışı hakkediyor doğrusu,
hani yemeğe lezzeti veren ve adını bir türlü bulamadığımız baharat gibi olmuş.
Harekete bağlı olarak müziğin ritmi de unutulmamalı. Oyuncu olarak tanıdığımız
Mekin Sezer ve Arkadaş Deniz Koşar’ın müziği, hareketlerin pürüzsüz çıkmasını
sağlamakla beraber adeta bir bara giriyormuş hissi verdi. Bu söylediklerimizin
tamamını kendi içinde toplayan dekor tasarımı sade olsa da ve bütünsellik
açısında tamamlayıcıydı. İlk başta bir yataktan ibaret olduğunu düşündüğümüz
dekor, oyunda en müzik ve oyuncular kadar sözü olduğunu bize göstermiş oldu.
Tabii hemen aklımıza neden yatağın yastıkları yok, sorusu geldi? Bu da bir
sorun mu? Eğer sadece bir odadan ibaret ise ve bu da bir yatak odasıysa bunun
da bir sorun olduğu aşikâr. Duvarda asılı olduğunu varsaydığımız (sahnede
yukarıdan aşağıya bir zincirle sarkık) boş çerçevelerle uyum sağlaması için
bırakıldı, denilmez herhalde. Son olarak; keyifli ve eğlenmek için bir oyun mu
arıyorsunuz, işte size “HardLove”. Gerisi sadece nümayiş.
Bu kadar dalgın duracak ne var, diyorum kahrolası yalnızlığımla baş başa kaldığımda. Sonra buruşuk kelimeler araya giriyor, onda da saç diplerim huysuzlaşıyor. Anlayacağınız, susturamıyorum kafamın içindeki büyük bir kabahat işlemişçesine sus pus olan düşüncelerimi. Zamansa akmaya devam ediyor marifetmiş gibi. Bu çarpık düşüncelerimin sebebinin bitirdiğim bir kitaptan kaynaklandığını sizi ikna etmeye çalışmayacağım. Apaçık ortada her şey, ne desem iflah olmayacak da zaten. Mesele şu ki; Orhan Veli’nin “Bütün Yazıları” adlı deneme kitabını bitirdim. Bakmayın bitirdim deyişime, satırlar dolaşmaya devam ediyor etrafımda. Ülkü, Varlık, Yaprak gibi dergilerde çıkan yazıları, söyleşileri Can yayınlarının 2021’de derleyip bastığı beyaz kapaklı bir kitap bu. Üç yüz 90 dokuz sayfa.
Kitabın içindeki ilk yazı 1941 tarihli. Adı size çok tanıdık gelecektir: Garip. Özetle şunu diyor: “şiiri şiir yapan sadece edasındaki hususiyettir; o da manaya aittir.” İkinci yazı da; “Sanat için sanat”. Birçok alana dair yazılar içerse de en çok şiir ve sanattan bahseder. Tabii evvela şunu söyleyelim; şiire 11-12 yaşlarında başlıyor. En çok sevdiği şiirlerinden biri “Sere Serpe”dir. Peyami Safa ve Halit Ziya Uşaklıgil’in eserlerinden pek haz etmez. Halikarnas Balıkçısı ve Mahmut Makal’ı fevkalade sever. Beykoz’da doğdu. Galatasaray Lisesini ve Felsefe bölümünü yarıda bıraktı. 28 sayı Yaprak dergisini çıkardı. En meşhur öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Ankara’da düştü, İstanbul’da son nefesini verdi. “Aşk Resmi Geçidi” son yazdığı şiirdir, o da ceketinden çıktı. Aşiyan mezarlığına defnedildi. Abidin Dino, mezarını şaire yakışır biçimde tasarladı. Yıllar sonra Rumelihisarı’nda heykeli yapıldı, bir martıyla beraber. Birkaç kez martı çalınsa şimdilerde ikisi de boğaza bakıyor.
Orhan Veli öldü, diyorlar durmadan. Bu dı-du-dü ekleri
o kadar merhametsiz ki ne söylesem yarım kalacak duygusu sözlerimin. Güzel ve
iyi şeyleri arkamızda bırakıyorlar hep bu ekler. Kötü hatıralardan bahsederken
de bu böyledir. Orhan Veli öldüğünde 36 yaşındaydı, bu satırları yazansa şimdi
otuz altı yaşında. Hangimiz daha kekre?
Fakat kitabın sayfalarını atladıkça bitecek şeyin sadece kitap olmadığı gerçeği yüzüme çarpıyor. Şairin ölümüne çevirdiğim her sayfayla beraber biraz daha yakınlaşıyormuşum hissi ağır basıyor çünkü. Şair Orhan Veli’nin ölümüyle yüzleşmek istemiyordum sanırım. Böyle de yatılmaz ki, diyecek birini bekliyordum belki de. Başımı kaldırıp göğe bakarsam da gerçek değişmeyecekti. Orhan Veli Öldü, diyecekler. Yazdıklarından nahif bir şahsiyet olduğu hemen anlaşılıyordu. Öyle ya bir şairden başka ne beklenir ki başka. Tek satırla geçiştirilen ölümü bende hassas hisler uyandırması bu yüzdendir belki. Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın yanında bankta oturan üçüncü arkadaşı olmak için çok geç kaldım. Süleyman Efendi’nin nasırı vardı, benimse hiçbir şeyim. Şişede balık bile değilim nihayetinde. Yazık oldu bana. Satır aralarında duraklarken son sayfada öleceğini, öldüğünü bilecek olmam beni kahrederken kısa bir sallantı geçiriyor hafızam; şairin hayatı şiire dâhil olduğunda şiirler işte o zaman tamamlanıyormuş meğer. Bunu belleğime kaydedip öyle devam ediyorum yoluma.
Neden içim hâlâ buruk peki?
Bu yazıyı duygularımla ağlak bir hale getirerek mübalağa sanatını dehşetle kanırtmamak için direniyorum. İyi ama böyle de ölünmez ki. Gene de bu kitaptaki birkaç noktaya değinmeden alamıyorum kendimi. Ama yok bunun kimseye bir yararı olmayacak, özellikle de bana. Kitabı tanıtmak bana düşmez, bunun için de yazının başına geçmedim; kitaba çok kolay erişebilirsiniz sonuçta. Daha önce yapılan basımları da mevcut elbette. Kim bilir hiç beklemediğim yerde adına yine rastlayacağım; Orhan Veli öldü, diyecekler. Yalan, diyemeyecek kadar ürkek olduğumu hatırlayacağım ve vazgeçeceğim bu gayretimden.
Orhan Veli Öldü, ısrarla gözüme sokacaklar bu cümleyi.
Kafam almayacak inatla. Bu garip gerçek, edebiyat kitaplarında yarım asırdır
yer alıyor, bilime meydan okuyamazsın, diye haykıracaklar kitaplarında.
Süleyman Efendi’nin nasırını gösterecekler haylaz çocuklar gibi. Kendisiyle yapılan
bir röportajda “Bu dizeyi yazarken nasırınız var mıydı” diye soracaklar. İlk
bakışta lüzumsuz bir soru gibi gelebilir; ancak soran kişinin niyeti aşikâr,
özellikle bazı kızların merak konusu olduğu da eklenince bu soruya
şaşkınlığımız bir kat daha artıyor; çünkü sorunun sahibi Sait Faik’tir. Orhan
Veli de cevaben nasırı olmadığını; ama sonrasında o şiirin ahı tuttuğunu
söyler. Süleyman Efendi’nin nasırı bir dizeden daha fazlası değil midir? Uzun
bir süre yadırgansa da dillere pelesenk olur. Paul Verlaine’den çaldı diyen
bile çıktı. Durmadan hep bir şey dediler hakkında. Hem toy şair dediler hem de
hırsız. Orhan Veli, yapılan aşağılayıcı
eleştirilere sessiz kalmak istese de bazen kendini tutamaz ve alaycı dokunuşlarla
had bildirir. Kendisini sert eleştirenlerden biri de Nurullah Ataç’tır. Bir
mülakatta da kendisine yöneltilen bir soruya Orhan Veli’yi tanımadığını söyler,
yok sayar kendince. Orhan Veli bu, durur mu hiç, yapıştırır cevabı? Bir elinde
cımbız, bir elinde ayna, o da onu tanımadığını söyler. Altında müstehzi bir
gülümsemeyle tabii. Meselenin iç tarafı başka, çünkü Nurullah Ataç,
tanımadığını söylese de iyi bir şair olduğunu ikrar eder başka mecralarda.
Orhan Veli de iyi bir eleştirmen olduğunu söyler Ataç için. Bu nasıl bir kafa
dağınıklığı yarabbi anlamış değilim. Edebiyatçıların atışması, küskünlüğü de
fiyakalı.
Derler ki; hayatında bir kere küfür etmiştir, o da iyi
şairsin diyen Sait Faik’e; ‘’hadi oradan it”. Kaç şair övüldüğü için küfür
etmiştir ki edebiyat tarihinde. Sayalım mı? Orhan Veli, öldü diyecekler bana,
suskun kalacağım durduğum yerde. Şiir okurum ya da.
“ …Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü…”
Kelimelerimi yutkunup betondan duvarlara yaslanan adamlara bakıyorum. Ellerim cebimde iniyorum merdivenlerden. Karşımda amansızca gördüğüm her şeyi bildiğimi sanarak, herkesi de tanıdığımı umarak zihnimdeki köhne çeperi yıkmaya gayret ediyorum. Susturarak gözlerimi kitaplığımı düzenlemeye ikna ediyorum ellerimi. Dışarısı kapkaranlık nasılsa. Pencereden yansıyan gölgemin yüzü benimkinden daha pürüzsüz. Tuhaf bir ikilem. Bir soytarılık gizli olsa da bu gece de radyoda, “California Dreamin” şarkısı ve ben yalnız bakıyorum duvarlara. Böyle ağır rutubetli nereye kadar gidebilir ki gece. Kafesin içinde tomris. Gagasında ahşap kırıntıları. Kitaplığı düzenlemeye devam ediyorum. Gözlerime naftalin kokulu ve yıpranmaya meyletmiş bir kitapçık çarpıyor. Çok tanıdık bir isim. Çok büyük dediğimiz o isim. Shakespeare’i anlatıyor. Shakespeare’i bilememek mümkün mü? Bir kabalık seziyorum sözlerimde. Kendisi hakkında hafızamız bize iki şık tanıyor zaten. İyi veya kötü. Kötü demek iyi demekse iyi demek de kötü demek nihayetinde. Macbeth’de okuduğumuz bu. Daha nicelerini okuduk da bunları sayfamıza sığdıramaya vaktimiz yetmez. Ailenin gurur kaynağıdır bir bakıma. Uzak, mesafeli, asil, bilgili, soylu, lord, kısaca on parmağında on marifet. Karşı komşunun annesinin işaret parmağıyla gösterdiği örnek bir şahsiyettir. Bak elin oğlu neler yazıyor neler dedikleri...bir o kadar da bazı yazar/şairlerin kıskandığı, ya da gıpta ettiği onun gibi yazmaya çalışıp ama bir türlü beceremedikleri bir efsane. Sözcükleriyle serenat yaktığımız bir İngiliz lordu olsa da hakikati yadsıyamayız.
Benimkisi sadece kırık bir hatırlatma. Yeni bir şey okumayabilirsiniz yani. Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu bir kasap çırağının dillerden düşmeyen efsanesidir. Efsaneleri ise kimse yıkamaz, vardırlar ve tarih her defasında onları yazar. Avuçlarımda can çekişen naftalin kokulu kitapçığa dönelim en iyisi: Walter Ellis’in “Shakespeare Efsanesi”.
Sacit Polater’in 1946’daki çevirisiyle okumaya başladığım bu eser, şöyle başlar: “Elizabeth devrinin dram müellifi Ben Jonson ve Şair Edmund Spencer, Wastminster Abbey’e gömüldü. Onların muasırı William Shakespeare 1616’da öldüğü zaman -sebebi fazla içmekten- kimse onun adını Shakespeare piyesleri ile hiçbir surette karıştırmadı.” s.5.
İşin özü ne hayattayken ne de öldükten sonra piyeslerinden
bir iz göremediğini aktarır bize. O devirde edebiyat tarihinde de sık sık
rastlanılan bir yaklaşımdan bahseder. Edebiyat tarihinde alışık olduğumuz bir durum. Edebiyatta
iz bırakan yazarlar ve kişilerin ardından mersiye ve şiirler yazmanın moda olduğu bir dönemde Ellis’in aktardığı kadarıyla Shakespeare’in ölümünden kimsenin haberi olmadığını,
elinden çıkmış hiçbir mektuba rastlanmadığını, ona yazılmış yalnızca bir mektup
olduğunu, o da borç para için yazıldığı yönündedir.
Çok iddialı, merak edici ve tartışma yaratacak ifadeler olsa da okumaya devam ediyorum:“Stratford köylüsünün bir şair olduğunu gösteren hiçbir mektup yoktur.”
Yazmakla kalmaz, yazı masasını bildiğine dair bir delilin
olmadığını iddia eder. Bilakis bunun aksini ispat eden delillerin daha çok
olduğu yönündedir. Tıpkı bir kasabın et dövmesi gibi serttir kelimeleri yazarın.
Bu yüzden, Ellis’in yaklaşımında bir ironi veya bir eleştiri olduğunu kabul
etmek çok safça olur. Bazı vurguları bu yaklaşımındaki tonunu hemen ele veriyor
zaten: “Stratfordlu kasap çırağı hakkında
bilinen dokuz on tane pek ehemmiyetsiz vak’a vardır”. s.6.
Mesela, ölümünden doksan sene geçinceye kadar hayatına
dair hiçbir malumatın ortaya çıkmadığına dair alıntıları da okuyoruz. Stratfordlular’ın
bir kahraman yaratmak için hemen faaliyete geçtiğini, bundan nasibini almak
isteyen emlak sahipleri de Henley Street’te Shakespeare’in doğma
ihtimalinin olduğu üç kulübe seçtiğini aktarır. Shakespeare’in aynı evde
doğmayacağından bir tanesinin yıktırıldığını ekler. Geriye kalan iki evin de dört
yüz sene önce o sokakta bulunan kerpiç evlerle hiçbir ilgisinin olmadığını
belirtir. Bu görüşü de şöyle açıklar: “Stratford
bir iki defa yıkılmasına rağmen bu evlerin aynı şekilde kalmasını kimse izah
edemezdi. Haliyle evler sahteyse içindekiler de sahte olacaktır.”
Stratfordlu
bir tarihçi M.R.B Wheler şöyle der: Shakespeare
doğduğunda başında çok okumuş kişi vardı. Sadece kültürlü birkaç kişi okuma
yazma biliyordu. Halk arasında edebi eserlere ilgi henüz uyanmamıştı. Macaulay
o dönem için yazdıkları ise şöyle: yunanca ve Latince okumasını bilmeyen bir
şey okuyamazdı. Modern dinlerin arasında sade İtalyan edebiyatı mevcuttu. Bütün
Stratford’da beş altı kitaptan başka kitap bulunmaması pek muhtemeldir. s.7.
Sayfaları çevirdikçe tartışmanın nereye varacağını
tahmin etmek çok zor olmuyor. Alışagelen efsaneyi alaşağı etmişçesine Ellis, Shakespeare’in yazdığı tüm eserlerin asıl
sahibinin Francis Bacon, olduğunu şöyle söyler:
“Shakespeare’in piyeslerinde
rastlanan bilgilerin “insanlığın en büyüğü, en akıllısı olan Bacon’ın izini
taşır. Bacon Fransa, İtalya ve İspanya’yı gezdi Avukatlıktaki güzideliği su
götürmez bir hakikat olup İngiliz ve yabancı saraylardaki tecrübesi inkâr
edilemez.” s.9-10.
Bacon, kendi adını neden gizledi ve böyle bir yolu
niçin tercih ettiğini sebepleriyle açıklıyor. Tarih kitaplarının yazdığı üzere
o dönemler oyun yazarlarına hiç hoş bakılmazdı. Ellis de bunu meslek olarak
kabul etmenin başlıca bir adilik olduğunu yazar. Dolayısıyla önemli bir mevkide
olan kişilerin kendi adını değil de başkalarının adını kullandığını yazar. Edebiyatta
çok sık rastladığımız tavır ne de olsa. Kitapçıkta okuduğumuz üzere Oxford
kütüphanesinin kurucusu Sir Thomas Bodley bile koleksiyonundaki oyunları “süprüntü”
olarak kabul ettiğini, Bacon ise seçkin cemiyetlere girdiğinden, önemli saray
kişileriyle görüştüğünden isminin bu şekilde anılmasını istemediğini aktarır. Bu
sebepler dışında Bacon’ın daha başka mazeretleri olduğunu eklemeyi es geçmez. S.10-11.
Ellis, bu mazeretleri sıraladıktan sonra şunları aktarır:
“Bacon’ın not defteri Promus, bugün
Bristsh Museum görmek kabildir. Bu defter İngilizce ve yabancı dillerden
mürekkep ibare ve zarif sözlerle dolu olup o devre ait yepyeni bir şeydir”. Not
defterindeki bazı cümleleri Kral Lear’de geçen cümlelerle kıyaslar:
Shakespeare :
Basamakta sendeleyen birçok kimseler.
Bacon : Basamakta
sendelemek.
Shakespeare :
fikir hürdür.
Bacon : Fikir
hürdür.
Shakespeare:
Gölgesiyle cenkleşmek
Bacon : Gölge ile
döğüşmek.
Shakespeare : Yapılan bozulmaz
Bacon : Yapılan şey bozulmaz”… s.14.
“Bu benzerliklerin ufak tefek olduğunu, bunun gibi daha
yüzlercesi olduğunu, her iki yazarın da güneşe ‘’Titan” dediğini yazar. s.15.
Shakespeare’in adına hiçbir şeyin kayıtlı olmadığını
ve devlet dairelerindeki memurların Shakespearle hiçbir zaman karşılaşmadıklarına
dair bilgiden de yoksun bırakmaz bizi. Bacon’ın kimliğini gizlemek için geçerli
sebepleri olduğunu; ama Shakespeare’in olmadığını yazar. Ellis, biraz
daha ileriye giderek:
“Müelliflerin çoğu kendi anladıkları şahıs ve
eşyadan bahseder ve kendi içinde bulunduğu muhitten ilham alır. Nasıl oluyor da
Stratfordlu okumamış bir köylü eserlerinin hemen her mevzuunu kral ve
saraylıların hayatından ecnebi saraylarından veya uzak yerlerden seçmiş.” s.16.
Ellis, bu kitapçığında yukarıda değindiğimiz birçok
ayrıntıya yer verdiği gibi eserler üzerinden de bir kıyasa gider. Kral Lear ve
Hamlet’te deliliğe doğru ilerleyişi Bacon’un
annesinin son günlerindeki akli melekelerini kaybedişini hatırlattığını söyler.
Kitapçığın sonlarında tarihleri arasında yaklaşık yüz yıl olmasına rağmen Shakespeare’in
birbirinden farklı iki büstünü de
paylaşarak teorisinde ne denli haklı olduğunu vurgular. Kitapçığın sonunda
yazdığı şu satırlar sanırım meramını iyice ortaya çıkarıyor: “Bu küçük broşürümüz delillerin ancak cüz’i
bir kısmını veriyor. Yoksa bu mevzu açıldıkça ciltler dolar. Delil delil
arkasından sökün eder…bir çok zeki insan ileride herkesin eğlencesi olmıyalım
diye bu iş üzerinde çalışmaktadır.”s.32.
Tabii bu işe sadece kendisinin kafa yormadığını, Amerika’nın da bu olayı epey araştırdığını öğreniyoruz satır aralarında. Öyle ki; Amerikalılar'ın İngiltere’nin bu kayıtsızlığına hayret ettiklerini yazar. O dönem, kelime hazinesi 300 olan ve üstelik kaba olan bir adamın Londra’ya gelerek, en alt sınıfın içinde üç-dört sene yaşayarak nasıl 15.000 ile 20.000 arasında kelime kullanarak dünyanın en büyük edebiyatını yapar, ayıptır günahtır, diyerek yüksek sesle bir soru sorar bize.
Gelgelelim bu teoriyi
savunan sadece Walter Ellis değil. Bu kitapçıktan bağımsız olarak; Mark Twain,
Friedrich Nietzsche, Georg Cantor, bu efsaneyle ilgili birkaç makale yazdığı apaçık
ortada. Shakespeare, Baconcular ve Stratfordcular olarak iki grup arasında bir o
yana bir bu yana elden ele dolaşmaktadır. Bu davanın en ilginç taraflardan
biri, 1916’da Chicago’da bir yargıcın Bacon’ın Shakespeare eserlerinin asıl yazarı
olduğuna karar vermesiydi. Baconcı teorisyenlerden Orville Ward
Owen ve Elizabeth Wells Gallup'un bir
adım daha ileriye giderek Bacon yani Shakespeare'in eserlerinde Elizabeth
dönemine ait şifreler olduğunu bile iddia etti. Bu iddiaların en tuhafı da Bacon'ın Kraliçe I. Elizabeth'in oğlu olduğunu söylemesidir. Bu iftira mı yoksa
bir aidiyet lüksü mü bilinmez ama efsane fena halde karmaşık. Peki, batı
cephesinde değişen bir şey yoksa siz hangi cephedesiniz?
Demli bir cumaydı. Ruhlarından bezmişçesine yürüyen bedenleri dikizliyordum. Resmi ellerden fırlamış püsküllü bir bok torbası gibi kırılgan hissediyordum. Üstümde kırıştırıyorlardı sanki. Onlar. Akrabalarım.
Diğerleri. Tanımadıklarım. Öfff!.. Kafamın içini bulandıran bu silik fikirleri bölüp balkon kapısına yanaştım. Tak. Kapı duvar. Sıska rüzgâr yumuşak
yanlarımı kemirerek sızıyordu damarlarımdan. Baktım içeriye. Köşelerine
çekilmiş öylece oturuyorlardı. Israrlı çırpınışlarım yüzümü ekşitiyordu. Bu
halimin onları yumuşatabileceğini umarak yapıyordum sanırım. Üşümez derlerdi bizim içim, oysa
dudaklarım sızlıyordu. Bir baksalar etraflarına. Bir merak etseler beni. Yok, bir kıvılcım yoktu, uyuşuktu bedenleri. Bıraktığım yerden rastgele devam ettim etrafı süzmeye. Gökyüzü
mavi rengini kaybetmişçesine gri duruyordu. Ortakulağımın iç duvarına kalın
küfürleri çarpıyordu insanların. Buruşuk yüz hatları gözlerimi ürkütüyordu.
Duvarın dibindeki adam, ellerini açmış tanımadığı ellerden medet bekliyordu: ''Az çok demeyelim''. Az diyen çok kişi oldu. Çok uzaktan gelen köpek havlamaları karışıyordu aralarına. Bedenimi kontrol
edemiyordum sivri soğuktan. Tanımadığım bir his. Köpek
korkusundan başka bir korkuydu bu.
Dişlerimdeki çürüklerin kokusu köpeklerin
burnuna çarpıyordu. Tırnaklarımı tenime batırdıkça köpek dişlerimin gıcırtısı
parmaklarımı kaşıyordu. Köpek dişlerim var mıydı, düşündüm. Dokunsam tanır mıydım?
Umurlarında bile değildim. Peki ama umur kimdi?
Midem bulanıyor, kafayı yemişçesine mırıltı çıkarıyordu. Az önce yediğim
ciğerin buna sebep olabileceği ihtimalini düşününce iyice karamsarlığa
büründüm. Başım zonk zonk. Zonkluyordu. Dayanamadım daha fazla. Korkuluğa korka
korka zıpladım. Derken ayaklarım kaydı. Yer çekimine yenik düşmekti bunun diğer
adı. Birazdan ne varsa içimden fışkıracaktı. Bu olabilir miydi gerçekten? Tutunabileceğim bir dal arıyordum. Gittikçe azalıyordum. Daha yukarıda bile tükenmeye başlamıştı canlarım.
Dokuz, sekiz, yedi, altı...
Sonuna yaklaşıyordum her şeyin; gene de burada son bulmamalıydı hayatım sanki. Az önce ayaklarıma değen rüzgâr göz kapaklarıma vuruyordu sinsice. İnadım inattı, ama inat neresiydi? Balkon ile beton arasında bir yerde cebelleşiyordum. İstemsizce bağırıyordum. Umut her yerde umuttur, diyerek, mahcup bir korkuyu bastırırcasına sıkıyordum dişlerimi. Yaprak bile kıpırdamıyordu. Buraya kadardı artık.
‘’Sahi
neden kimse umursamadı?’’
Bilmiyorum. Bilemem. Ben çok fazla şey bilmezdim zaten. Ding dong. Suratım betonla yüzleşince etrafımda toplanmaya başladılar. Başımdan kan fışkırıyordu. Foşur foşur. Beynimin damarları sinirlerime dolanmıştı. Koşarak geldiler. Tiksindiler benden. Bakamıyorlardı. İğrenmeliydiler zaten. Üzerlerinde kürklerimizin olması, sadece bir tesadüf olamazdı. Sıcacık. Üzülmüş gibi yapıyorlardı. Küfrettiler birden. Hiç önemi yoktu bunların oysa. Katili arıyorlardı. Ama fail belliydi. Ben nereliydim? Öteki neresiydi? Ait olduğum bir yer var mıydı gerçekten? Yoksa ben…
‘’Yoksa
sen, ne?’'
Ne yazık ki günahlarım göz kapaklarımın kapanmasına izin vermiyordu. Günahı boynuma takan kim? Karamsardım belki; fakat kara değildim. Lanetli hiç değildim. Bir söylentiydi yalnızca. Kırılmama rağmen gıkımı bile çıkarmıyordum. Dokuz canım vardı çünkü. Yeterliydi bana. Şimdi ise ağrılarım, acılarım kaldı elimde. Benim ağrılarım. Benim canlarım. Betona çakılınca çok daha iyi anladım yalnız, sahipsiz olduğumu. Annemi bilen çağırsın. Beynimde bir ses…zzzzz. Bağıramıyordum bu sefer. İçgüdülerimi kim çalmıştı öyle? Yalnızca kendim gibi, hayvanca bağırmak istiyordum. Kulaklarım uğulduyordu. Yerdeki ince tozlar kulağımı kaşıyordu belli ki. Neden kimse bakmıyordu balkondan, merak ediyordum? Neden kimse inmedi aşağıya? Ben orada değilmişim gibi davranmaları burnumu akıtıyordu. Anlamadılar. Ama…aması yoktu ki. Kan akıyordu burnumdan. Bir de…
‘’Bir
de ne?’’
Mart epey geç gelmişti zaten. Sırtımda yürüyen bir şey hissettim;
bakamadım. Üşendim. Kulağım kaşındı. Etrafa fışkıran kan pıhtıları dağılmıştı.
Kalp atışlarım mahmurlaşıyordu git gide. İyi de sekiz canımı kim çaldı?
Dokuzdan sekiz çıktı, kaç kaldı? Elde var kaç? Bir cevabı olmalıydı bunların.
Durdurun dedim kanımı…durmuyordu. Kan grubum neydi? Kan neden akar? Gözlerim
kapanıyordu. Bıyıklarımı göremiyordum artık.
Galiba beni siz öldürdünüz.
Cenaze’den çok önce.
Siyam - Zırvalamayı
kes. Kendi düşen ağlamaz.
Van - İşte böyle
kıvranırsın. Bizi hor görürsün ha? Hadi bakalım
sahibin gelsin de kurtarsın seni…ne demişti şair: ‘Üşüyorum kapama gözlerini.’ Hah ha haha!..haaap şu!..
Fars - Son nefesini boşuna tüketme istersen.
Umurumuzda değilsin. Memleket karışık zaten. Hem sen bizden değildin ki balkon
güzeli… Ötekisin. Laiksin. Tekbir Allahuekber.
Ama…
Amerikan - Aması cimisi
yok. Sen kaşındın lavuk. Ayrıca
hümanistsin sen. Ben oportünist. Yardım etmek fıtratımda yok hem. Etmem.
Haddini bil ve çek patilerini üzerimden. Doğalgaza gene zam.
Ankara - Evet. Haklı. Vallahi de haklı. Billahi de.
Mavi Rus - Boşver.
Votkaya devam… Nazdarovya reis.
Fars - ‘’Rahmetliyi
nasıl bilirdiniz!’’
Ankara - Bir . İki Üç. Hep bir ağızdan.
KORO - ‘’Nankör!.. Nankör!..’’
Denizde gemiler. Köpekler havlıyor ve fıtrat denen bir şey vardı.
Gülünç karanlığın içindeki sefil gölgemizi, ardımızdan
söylenmesini umduğumuz latif sözlere kursağımızda yer açarak takip ediyoruz.
Bazı bekleyenlerin kayıp yazgısı böyledir işte. Şöyle diyelim kısaca; alandayız
ve yine “Godot’yu Bekler-ken” buluyoruz ökseye kıstırılmış gölgemizi.
Samuel Beckett’in avangart denilen o meşhur piyesinden
dem vuruyoruz. Beckett, ilk olarak 1948 yılında Fransızca yazar Godot’yu
Beklerken’i. 1954’te ise metni elden geçirerek İngilizceye çevirir ve oyun
başka ülkelerde de sahnelenmeye başlar. O günden beridir gözlerimiz hep
karıncalanır, kafalarımız hep kurcalanır. Kimilerine göre tüm zamanların en iyi
oyunudur ne de olsa. Hiçbir şeyin uzmanı değiliz; ama bizim de gönlümüzden
geçen de budur belki. Şuan için orijinal metin için söyleyebileceğimiz bunlar. Dilimizi
yakan sözlerimiz ağza gelse de içimizdeki boşlukları kelimelerimizle
doldurabilecek cesareti bulamadığımızı itiraf etmek isteriz; çünkü kapısını
aralayarak giriş yapacağımız oyun, ondan bir uyarlama: “Godot’yu
Bekler-ken”.
Bu kadar cerbezeden sonra oyunun sahneleneceği House
of Performance’taki prömiyerindeyiz. Bakırköy’de çiçeği burnundaki bu
sahneyle tanışmış olmanın sevinciyle emeği
geçenlere sonsuz teşekkür ederken fuayede alanında çoğu misafirin elindeki özel
davetiyelere göz kırpıp daralan nefesimizin gönlünü hoş ederek sahneye doğru
yol alıyoruz.
Koltuk numaramızı ararken ilk sorumuzu yöneltiyoruz
kendimize: Burak Han Keyif’in uyarlayıp yönettiği “Godot’yu
Bekler-ken”, kulağımıza ne fısıldayacak ve bizim beklentimiz ne
kendisinden? Nedendir bilinmez orijinal metni kurcalıyor belleğimiz. Sanırım
daha güvenli bir alan olduğu için böyle fütursuzca belleğimizi yoklayabiliyoruz.
Ancak sarf edeceğimiz her kelimenin can sıkmaktan öteye gidemeyeceğinin de
bilincindeyiz. Öncelikle sahne tasarımı, kullanılan göstergeleri oyunun
bütünselliğiyle birleştirdiğimizde bir temel üzerinde oturtabiliyoruz. Yasin
Gültepe, orijinal metinde olduğu gibi, (iki farklı dünya arası gibi) sadece
bir ağaçla yetinmeyerek onun üstüne seyirciye sırtı dönük iki cansız bedeni de dikiyor. Göstergesel
işlevinin neye karşılık geldiğini zihnimizde mekânsal ve zamansal bir yerde
konumlandırarak içimizi rahatlatıyoruz. Her ne kadar oyunun tanıtım yazısında Estragon
ve Vladimir karakterlerinin uyarlanan bu metinden çıkartıldığı
belirtilse de ağaçtakilerin kimler olabileceğini az çok tahmin edebiliyoruz.
Koltuğumuza geçip oyunun başlamasını beklerken, bir
çocuk (Nesli Yılmaz) ürkek bir vaziyette sahneye giriş yapar
ve oyunun bittiğini söyleyerek sahneden ayrılır. Nesli Yılmaz’ın oyunun sadece başında
ve sonunda görünmesine rağmen, kanaviçe işlercesine ince bir işçilikle bu rolün
üstesinden geldiğini söylemeyi kendimize borç biliriz. Akabinde salon
aydınlanır ve seyirciler ne oldu şimdi, dercesine telaşlı gözlerle etrafı
süzer. Oyunun bitmediğinin farkında olsalar da süre uzadıkça bitmiş olabileceği
gerçeği onları az da olsa acaba dedirtir. Oyun başladı mı yoksa gerçekten (hangi
gerçek) bitti mi sorusu, Beckett’in düşünsel tavrına hassas bir
gönderme olduğuna inandığımız gibi yabancılaştırma efektinin estetik
anlayışıyla da kavramlaştırıyoruz. Yönetmen, seyirciye henüz oyunun başında
geleneksel formda ilerlemeyeceğini, dolayısıyla bu oyunda nelerle
karşılaşabileceği jestinde bulunur.
Salondaki mırıltı uğultuya dönüşmeden perde arkasından
duyulan bir ses seyircinin başını sahneye çevirmesini sağlar. Pozzo’nun sesidir
bu. Boynunda kocaman bir halat ya da tasmayla önce Lucky, akabinde halatı
sıkıca tutan Pozzo giriş yapar. Kamburunun altında ezilmiş ve Pozzo
tarafınca kendisine hunharca yöneltilen, ‘’dur, kalk, tabure, sepet”
gibi emirleri pörsümüş bedeniyle hızlıca yerine getirmeye çalışan, ama artık
bunları bile yerine getirmeye takati
olmayan Lucky’de dondururuz bakışlarımızı. Efendisinin
dışındaki dış seslere, yani dış dünyayla bağı tamamen kesilmişçesine yabancıdır
çevreye. Efendisinin varlığı onun için esas gerçekliktir. Pozzo’nun şikâyet
ettiği, yakındığı şeyler, Lucky’nin içinde bulunduğu durumla kıyaslandığında
fazlaca kaba; ama bir yandan daha gülünçtür. Pozzo’nun seyirciyi bu oyuna dâhil
etmesinin altında bu yozlaşmış şiddete göz yummak ya da işlenen suça ortak etme
istenci yatıyor, desek mübalağa sanatını teğet geçmiş oluruz.
Bununla birlikte; orijinal metinde bir iki sahnede
rastladığımız Pozzo ve Lucky’nin bu temsildeki sorun(çaresizlik)’larına
fazlasıyla tanık oluyoruz. Pozzo’nun Lucky’den çok seyirciyle
interaktif olarak iletişim kurmaya çalışmasını Lucky’nin oyundaki resmini iyice
bulanıklaştırmaktadır. Bilindiği gibi iletişim olabilmesi için öncelikle eşit
şartlar ve eşit güçlere sahip olmak gerekir. Sahnede duyduğumuz, rastladığımız
ise tamamıyla bir monolog. Pozzo’nun monoloğu. Var olan absürt gerçeklik,
seyircinin dahil edilmesiyle bu ilişkiyi
iyice absürt hale dönüştürüyor. Lucky’nin içine sürüklendiği veya fırlatıldığı
hayatını umursadığını söylemek fazlaca iyimser bir yaklaşım olur. Bu durumdan
kurtulmak istediğinden de emin değiliz. Hatta seyircinin bile. Bunu biraz daha
açacak olursak; Pozzo’nun yorgun düştüğü, kendisiyle meşgul olduğu durumlarda
seyirciyi çağırarak Lucky ile ilgilenmelerini istemesi ve seyircinin bunu kabul
edip yardım etmeye çalışması başka neyle açıklanabilir? Seyirci, temsilin
arkasına sığınıp kendini bundan uzak tutmak isteyebilir; ancak Pozzo’nun
isteklerini yerine getirerek, bu işte herhangi bir dahlim olmadığını iddia
edebilir mi sahi? Yine de sahneye davet edilen seyircinin Lucky’nin
boynundaki ipi çıkarmaya teşebbüs etmemesi yukarıda safça belirttiğimiz
düşüncemize dipnot verilebilir mi emin değiliz. Şu da var ki; Lucky, o kadar
kanıksamış ki bu durumu böyle bir işgüzarlığa müsaade edebileceğini düşünmek
masum bir serzeniş olur. Şapkasına dokunulmasından hiç hoşlanmadığını ayrı
tutarsak, genellikle tepkisiz bir halde, emirleri yerine getirmekten başka
çaresi olmadığına kendimizi ikna etmekle yetiniyoruz. Bu vahim durumuzu bizden
çok daha iyi açıkladığından şüphemizin olmayacağı tiyatro kuramcısı Agusto
Boal’ın Ezilenlerin Tiyatrosu’ adlı eserinden bir alıntıyla
belirginleştirebiliriz:
…’’ezilenlerin poetikası eylemin kendisinde
yoğunlaşır: seyirci kendi erkini gerek onun yerine eylemesi gerekse onun yerine
düşünmesi için karaktere (oyuncuya) 31 devretmez; tam tersine kahraman rolünü
bizzat kendisi üstlenir, dramatik eylemi değiştirir, çözümler geliştirmeye
çalışır, değişim planlarını tartışır – kısacası kendisini gerçek eylem için
eğitir …
Oyunun sonlarına doğru, gözlerini kaybeden Pozzo’nun
Lucky’nin yerine seyirciden yardım istemesi ve bu isteklerin de anında yerine
getirilmesi yukarıda üstü kapalı değindiklerimizin üstünü açar. Seyirci olarak
hepimiz birer Lucky adayı mıydık yoksa Pozzo’nun işlediği suça ortak mı oluyorduk
farkında olmadan? Bu uyarlamanın bize hatırlattığı bir soru da bu olabilir
miydi? A. Boal’den mülhem olarak yönetmen iyi sorabilir; ama seyirci de de iyi
sorular bulmak zorundadır. Bazen iyi cevaplar da. ( Pozzo’nun gözlerini
nasıl, neden kaybettiğini, oyun düzleminde oturtamadık maalesef, çünkü bu kısma
çok hızlı geçildiğinden parçaları yerine oturtmakta güçlük çektiğimizi belirtmek
isteriz. Becket’in oyun sonu’na bir gönderme miydi acaba?)
Lucky, kendine dönük varlığıyla o kadar pörsümüş ki
döngüyü tersine çevirmekten bile aciz. Becket’in ‘’Endgame’’ (oyun
sonu) oyununda görüleceği üzere ne köle efendisinden vazgeçebiliyor ne
de efendi kölesinden. İkisinin varlığı tamamıyla birbirine bağlı. Bir bakıma
yılgın kişilerin mecburiyeti. Lucky, aldığı komutları yerine getiren bir
robottur da diyebiliriz. Sahibi tarafından hizmet etmeye programlanmış gibidir
adeta. Bozuk saatin bile bazen doğruyu göstermesi gibi aykırı davrandığı tek
yer, Pozzo’nun düşün dedikten sonra durmadan, düşünmeden
hızlıca konuşmaya başladığı an’dır. Ayarı bozulmuş bir makine de diyebiliriz.
Bundan rahatsızlık duyan Pozzo, seyircinin de desteğiyle şapkası kafasına
takılır ve susturulur. Pavlov’un köpeğinin yapay uyarıcılara verdiği tepkileri
hatırlayalım.
Tek perdelik olarak tasarlanan oyun, kendi döngüsü
içinde ilerlerken çocuk, bir kez daha gelir ve oyunun başladığını söyler. Bu
sözü o kadar içerler ki ağlamaya başlar. Biten şeyin yeniden başlayabileceğinin
bilgisi bizde de saklı olduğundan tepkimiz ilki kadar olmaz. Yani oyun, gerçekten
o an bitmiş olabilir, ama başlayacaktır aynı zamanda.
Işığa dair söylenecek en önemli şey kendi uzamı
içinde atmosferle uyum sağlamasıdır. (
Uyumsuz bir oyundan uyumdan amma da bahsettik ha) Kullanılan aksesuarları,
göstergeleri es geçmek olmaz şimdi. Lucky’nin boynundaki halat ile elindeki
sepetin bunca zaman hiç tahriş olmaması, oluşturulmak istenen gerçeklikle
örtüşmediğini söylemekte bir beis olmamalı; prömiyerden bir gün önce
alınmışçasına tertemiz, yeni görünmesi gözden kaçan ufak bir detay olarak kabul
edilebilir. Tuba Geçgel’in elinden çıkan kostümler, karakterler ve koşulları
göz önünde bulundurulduğunda sadece üstündekilerin epey pörsümüş olması tesadüf
olmamalı.
Bitirmeden, bize düşmez bunu söylemek, farkındayız.
Lucky’i oynayan Kanbolat Görkem Arslan’ın haklı haykırışını saymazsak hiç
konuşmaması, bunu tercih etmemesi içindeki çaresizliğini gestusuyla yansıtarak bizi
buna ikna etmesi az şey değil doğrusu. Umut Karadağ (Pozzo)’ın performansını unutmuş
değiliz. Lucky’e tam zıt bir karakter olarak sürekli konuşan, bağıran,
seyirciyle diyalog halinde olması ve onları oyuna dahil etme çabasına alkış
tutmaktan başka ne diyebiliriz ki. Bu iki oyuncuyu ilk defa sahnede
izlemiş olmanın hoşnutluğuyla yerimden
kalkarak pencereyi açıyorum. Gök dolabilir içeri.
Yararlanılan kaynaklar
Karaboğa, Kerem, Yaşamdan Oyuna,
Oyundan Yaşama Ezilenlerin Pedagojisi ve Tiyatrosu,
Tiyatro
Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü Dergisi, Yıl 2003, Sayı: 2, s.
30-31