…’’kim bilir belki bu gece her şey sona erdiğinde güzel bir cenaze töreni düzenlersiniz bana’’
İpşiroğlu, Zehra, Tiyatro’da Düşünsellik, Mitos Boyut, İstanbul 1995
…’’kim bilir belki bu gece her şey sona erdiğinde güzel bir cenaze töreni düzenlersiniz bana’’
İpşiroğlu, Zehra, Tiyatro’da Düşünsellik, Mitos Boyut, İstanbul 1995
Dönseydi eğer, gitme
kal diyecekti. Gitti gibi. Bazı miskin kadınlar gibi. Ama çok geç artık. Tren
geçti. Kuşlar, böcekler, balıklar veyahut ruhsuz gemiler, derken yüzü yuvarlak,
kaşları belirgin esmer bir adam, banka oturdu. Paltosu üzerinde. Nedime baktı. Islak
kayalar gibi baktı. ’’Sol elinizi tutabilir miyim?” dedi adam. Kimsin, nerden
çıktın, der gibiydi Nedime’nin sümsük bakışları. Sonra ’’Tanışıyor muyuz?’’ diyerek
o sessiz aralığın üzerinden geçti. “Hiç, sadece sizi görünce geldim. Hepsi bu’’
dedi Nedime’nin solundaki adam.
‘’Bencil biri
olmalısınız?”
‘’Neden?’’
‘’Nedeni yok’’
‘’Nasıl yani?’’
‘’Yağmur yağacak”
‘’Tamam sustum?’’
‘’Çok sustuk bu sefer de”
‘’Kim?’’
‘’Siz’’
‘’Ben mi?’’
Cevap vermedi Nedime.
Başka soru sormadı adam. Yağmur yağıyordu hâlâ. Orhan yürüyor olmalıydı.
‘’Peki, o kim?’’
Nedime uzakları taramaya
devam ediyordu. Adam sorusunun giysileri değiştirerek yineledi.
‘’Yürüyen adam yani?’’
‘’Çok soru
soruyorsunuz?’’
Kırmızı. Rujlu
dudakları ıslanmıştı Nedime’nin. Permalı saçlarından eser kalmamıştı geriye.
Ansızın ‘’Dudaklarınız çok güzel, öpebilir miyim’’ dedi ıslak paltolu adam. Nedime,
bu sözün dumanıyla başını öne eğdi. Bir şey gevelemeyecek kadar öne eğdi
başını. ’’Sakın denemeyin’’, dedi Nedime. Bize bakan yok henüz. Adam durdu. Afalladı.
Sustu. Sustular.
‘’N’olmuş yani?’’
‘’Hiç’’
‘’Ama ıslanıyoruz.’’
Karanlık taşınmak
üzereydi bankın üzerinden. Adam paltosunu çıkarıp, Nedime’nin omuzlarına
bıraktı. Bakıştılar yine. Bekliyorlardı hâlâ.
‘’Artık gidin!’’
‘’Gidemem.’’
Alaycı bir gülümseme esir
aldı Nedime’nin dudaklarını. Az önceki halinden eser kalmamıştı. Ne olduğunu o
da anlamamıştı.’’ İlk görüşte âşık olunacak biri miyim?’’ dedi. Bir cevap
bekliyordu artık.
‘’Size âşık olduğumu
nereden çıkardınız?’’ Yutkundu Nedime. Duymak istediği yanıt o değildi çünkü.
‘’Sahi âşık değil
misiniz?’’
‘’ Ne önemi var ki.’’
‘’ Önemi var. Çünkü
birlikte ıslanıyoruz?’’
‘’Şemsiyemi
paylaştım.’’
“Beklediği cevabı alamamıştı.
Laf… paltonuzu alın o zaman üzerimden. Ya da gidin” dedi.
‘’Nasıl yani?’’
‘’ Paltonuzu alın.”
“Kimseye âşık olamam.
Çabuk sıkılırım. Paltomu aldım”
Nedime daha da ıslandı
ve ayağa kalktı. Paltolu adam karşısında. “Gidin o zaman buradan şimdi’’ dedi.
Adamın yüzünde ekşimeye meyilli bir şaşkınlık belirdi. Hiç oralı olmayınca.
Yineledi sözünü.’’ Gidin artık’’.
‘’Ama neden?’’
‘’Soru sormayı
bırakın, sadece gidin.’’
‘Gitmek o kadar
kolaysa siz gidin.’’
Bir güne iki ayrılık sığdıracaktı
Nedime. Adamın sözlerini içerlemese de yerinden kalktı. Yürümeye başladı. Adam paltosunu
giydi. Nedime durdu. Dudaklarına dokundu. Gülümsedi. Üç adım daha attı. Yağmur
yağmaya devam etti.
Bu başlığı niye attım ya da bu soruyu neden soruyorum?
Bunları söylersem ayıplanacakmışım gibi zavallı bir korku var üzerimden
atamadığım. Arkadaşlarımın benimle paylaştıkları sırları ifşa etmek gibi. Sırlarına
sadık kalacağımdan emin olsam da böyle hissederim. Ama bu soruyu da sormak
istiyorum her defasında kendime. Size diyemiyorum; çünkü içinde bulunduğumuz şu
melun günlerde parçalanmış bu sorularla muhatap olun istemiyorum. Bir
kaybedişin kılıf bulma gayesinden hallice. Emin olamadığım bir mesele de şudur; Ben yazar
mıyım? Sorduğuma göre, cevabın da muhatabı benim. Şüpheyi her zaman hafızamın
bir köşesinde saklı tutarım çünkü. Basılmış, okunabilecek bir kitaptan bile
yoksunum sonuçta. Yabana atılacak bir cümle değil kurmaya çalıştığım bu cümle.
Kelimelerle aram fena sayılmasa da suyu bulandırarak soru değiştirerek
soruyorum: ben şair miyim? Bakmayın, hoyratça kelimeleri savurduğuma, kabuğu
ortadan kırılmış faili meçhul bir ürkeklikle boğuşuyorum kelimelerle. Ama öte yandan on dokuz yıldır düzenli olarak
tek yaptığım eylem olduğu da bir hakikat. Bu eyleme şahit olanların isimlerini
saklı tutarak söylüyorum tabii. Ağzımda
ne geveliyorum o zaman, ne ima etmeye çalışıyorum? Beni anlamadıklarını ya da
neden birçokları gibi okunmuyorum demek mi istiyorum acaba? Şimdi buna hayır,
böyle bir düşünceden çok uzaktayım desem inandırıcı gelir mi size kelimelerimin
astarı. Bu ikisi değilse de ne?
Sorduğum soruya cevap verişimi başka neyle izah
edebilirim? Hadsizlik, bilmişlik edasına girmek değildir de nedir bu? Gene soruyla
karşılık veriyorum gördüğünüz üzere. Hayata karşılık veremeyen şu kendini
bilmezin söylediklerini işitiyor musunuz? Kusura bakmayın, şunu söylemeden edemeyeceğim;
Georges Perec’in “Doğdum” kitabını okumuş olmasaydım bu yazıyı da yazmayacaktım.
Sanırım böyle bir derdimiz de olmayacaktı. Fakat iyi yazarları okuyunca insana öyle
bir özgüven saplanıyor ki sormayın. İyi ki bu yazarı okuyorum, demekten başka çare
bırakmıyorlar size. Doludizgin atı dizginlemekten daha zor bir uğraş bu. Eğer bunu sayıklamak bir kabahatse suçlusu da
az önce adını itiraf ettiğim yazarın bizatihi kendisidir. Tutanaklarda böyle
geçsin isterim. Yazarın yaşadığı onca acıdan sonra bu şuursuzluğu yapmaktan men
ediyorum kendimi. Kaldı ki bu yazar kadar cesur değilim; yazarın adını veriyor olmam yazdıklarıma makul
bir kılıf dikmekten kaynaklanıyor. Onun arayışlarının yanında benimkisinin adı
bile okunmaz nihayetinde. Geçmişimize şahsi bir not bırakmak da diyebiliriz. Buraya
kadar yazdığım her kelimeyi okumadan silmeyi tasarladıysam da doğrusu
kıyamadım, zira duygusal olarak bu kadar yükselebileceğim başka bir gece daha
yakalayacağıma ihtimal vermedim ve vazgeçtim silmekten. Bu fikri uzaklaştırdıktan
hemen sonra başlığın haddinden fazla büyük anlamlar barındırdığı gerçeği gözüme
çarptı. George Orwell’ın “Neden Yazıyorum” makalelerinden oluşan kitabının ismi
yanım sönüp duruyordu karşımda. Bu kadarını da yapmak fazlaca küstahça olurdu
çünkü. Aslında yazmak, tam böyle bir şey işte; küstahçadır. O yüzden başlığa da
dokunmadım, dokunmuyorum.
Ne yazarsanız
yazın, yazdıklarınızı hep başkalarının aşkıyla kıyaslarsınız ve bu kıyas sizi
hep dibe çeker. Siz yapmasanız da birileri yapar, haklı olarak. O kadar yüksek bir yerlerdedirler ki bu
isimler ne yazarsam yazayım onlara erişemeyeceğim düşüncesi sizi en olmadık
yerinizden kanatır. Döktüğünüz her kelimeyi içinize atarken yutkunarak
gökyüzüne bakarsınız. Hıçkırık gibi bir
şeydir bu. Boğazınız düğümlenerek devam edersiniz yaranızı sarmaya. Her şeye
rağmen dışarıda sizi anlayabilecek bir göz ararsınız. “Yazmasaydım deli olacaktım” diyen Sait Faik’i
hatırlarsınız belki de. Hah işte birazdan diner bu acı, diye kendinizi avuturken
buldum derken, nafile, bu da derman olmaz derdinize.
Bu sefer, yazıyorum da ne oluyor, dersiniz, ki azımsanmayacak
kadar çoktur “bu seferler”. Bari dergilerde yazdıklarım yayınlansın, belki
geçer bu acı dersiniz; sonra gayret edersiniz bir şekilde yayınlanır. Kitaptan
bahsetmiyorum bile. Hiçbir şeyin değişmediğini fark edersiniz. Yazmak bu
değildir çünkü. Bir şey’e bağımlılık duymak gibidir yazmak, neden yazdığınızı
bilemezsiniz, ama o şeyi istediğinizi hissedersiniz. Mantıklı bir cevap da aramazsınız.
Bu esrik hallere mantıksal cevaplar aramak zaten saçmadır. Kabahatler kanununda kendine kalınca yer bile
bulur, biraz zorlasak.
Bu yazıdan önce onlarca yazı var başladığım. Öyle
büyük bir arzuyla başladım ki her birisine, yazdıkça o arzunun sönüşüne ayak
uydurur ve yazmayı bırakırdım. Şimdi ta baştan kurmaya çalıştığım bu yazının
çatısını yarım bırakmadan yayınlıyorum.
Bu satırlar
yayınlandığında ise dünya dönmeye devam edecek yine, birileri yine utanmayacak
yaptıklarından, ne yazık ki birilerinin ihmalleri yüzünden yine birileri ölecek
ve yine suçlu görünmeyecek ortalıklarda. Neden yazıyorum, diye sordum da neden
rüyâlarımdan bahsetmedim?
İçimizde tarifi zor ağrılarla yaşarız çoğu zaman ve değil
başkaları kendimizden bile saklamaya çalışırız. Örteriz yaralarımızın üstünü
yani. Anlatmamak ya da anlatamamak arasında boğuşarak içimizdeki kırıkları
kanatmayı da göze alırız. Bazen duygularımızı zorlayıp anlatmaya ikna
ettiğimizde de karşımızdakinin bizim gibi ağrılarının olmadığını fark
ettiğimizden hemen oracıkta vaz geçeriz gırtlağımızdaki harflerin beyhude
çıkmasına. O mazbut ağrıları kabul edip onlarla yaşamaya çalışırız. Bu ağrılar
öyle ağırlaşır ki böğrümüzde, onları taşımaktan iflahımız kesilir yine de
anlatmak gelmez içimizden, direniriz buna. Ta ki hiç ummadığımız o kişi bir
yerde karşımıza çıkana dek. Nasıl olduğunu bilemesek de iyi hissederiz yanında.
Açarız kalbimizi, belki de ağlarız diz dize. İşte, “HardLove”, içimizdeki
kırıklara dokunan böylesine bir oyun. Hızlı bir giriş oldu sanki. “HardLove”,
neyin nesidir peki? Başta buna açıklık getirelim ki sözlerimizin de bir karşılığı
olsun. “Artalan Kolektif”te Anıl Can Beydilli’nin yazıp yönettiği ve nihayet
geçenlerde Barış Manço Kültür Merkezi’nde seyretme fırsatı bulduğumuz, adıyla
müsemma, iddialı hard bir oyun. Bu tek perdelik oyunun özetinde de belirtildiği
üzere barda tanışan iki kişi sevişmek için eve gelir. Görünen o ki, eve geliş
sebepleri de bellidir; sevişmek. Sahneye girer girmez bu yöndeki arzularını
birbirlerine örtük bir şekilde ifade ederken ilerleyen dakikalarda kabuğunu
kırmak için de üzerine üzerine giderler. Aslında her şeyi ifşa ederek dışa
vururlar duygularını, desek daha uygun bir söylem olur. Akış devam ederken de
adrenalin hormonu devreye girerek düşüncelerden ziyade bedenlerin çarpıştığı
anlara odağımızı çevirmemiz gerektiğini hatırlatır bize. Her şeyin çıplak
olarak anlatıldığını düşündüğümüz anda ise gerçeği yüzümüze vurur ve pek âlâ
yanıldığımızı söyler iki karakter de: anlaşmadan sevişmeyelim. (Sıla’nın
‘sevişmeden uyumayalım’, şarkısı sanki bu oyun için yazılmış, tüm dizeler o
kadar yerine oturuyor ki, hayret)
Öyle ki; karakterlerin gerçek adı ne, ikisi ne iş yapar,
nerede, nasıl yaşar gibi bilgileri yazar bizimle paylaşmaz bile. Önemli de
değildir zaten, özellikle oyun kişileri için. Paylaşmak istedikleri başka
şeyler çünkü, bizi ilgilendirmeyen türden. Herhangi iki kişi, herhangi bir
odada sevişmek istemektedir, o kadar. Mı? Bu yüzden isimler, birer göstergeden
başka bir şey değildir. Ahmet ile Ayşe’dir onlar, ama başkaları da olabilir
bunlar. Varsayalım ismimiz budur dercesine bilinmezliğe sürüklerler bedenlerini,
düşüncelerini. Buna inanıp inanmak da bizim sorunumuz olarak kalır cebimizde.
Bu isimlerin çağrıştırdığı ironinin bizi götürdüğü yer de belli hem. Eylemlerin
ve sözlerin anlam kazandığı odanın içinde yaşananlardan başka isimlerinin
hiçbir önemi olmaz nasılsa. Bir oda, iki beden ve yüzlerce kelime ve hareket.
“Hiçbir şekilde öylesine yaptım, öylesine çıktı ağzımdan” dememek için dikkat
etseler de o hataya düşerken bulurlar kendilerini.
Zira söylendiğinde ya da yapıldığında aralarındaki
iletişimin nasıl evirildiğini anlamak adına yukarıda alıntıladığımız sözler ne
demek istediğimizi açıklar niteliktedir. Diyaloglar biraz da bu ritimle ilerler
aslında: Tik tak. Tak tik. Sonra hareket. Yanlış anlaşılmalara sebep olabilecek
bir ritim. Ritim demişken Aristoteles, ritmin insan davranışlarını ve ruh
hallerini etkilemekle beraber değiştirdiğini de belirtir. Bu ritimlerin
bazıları, insanları sakinleştirdiğini bazılarınınsa dengelerini bozduğunu da
söyler. Bu oyun için o kadar geçerli bir niteleme ki bu. Karşılıklı olarak
yaralarını deşerken (bazı durumlarda mahsus) ne denli acı duyduklarını davranış
ve sözlerindeki o ritimle görürüz. Bu arada, söz konusu hesaplaşmaların asıl
nedeni tam anlamıyla açıklanmadığı ve dahası üzerinde durmadıklarından mı
bilinmez yeterince anlaşılabildiğini söylemek güç. Böyle düşünmemizin haklı
sebebini de çatışmanın yeteri kadar “hard” olmadığına bağlayabiliriz belki.
Karakterlerin söz ve jestlerindeki komik ögeler
işlevselliğini yerine getirerek seyircide karşılık bulurken, ne yazık ki
hayatlarına dair ruhsal pürüzlerin anı kurtarmaktan öteye gitmemektedir. Geçiştiriliyor
gibi, daha çok bunu sonra konuşalım cinsinden. Trajikomik unsurların ortalıkta
dolandığı bir hikâye diyerek dengeyi sağlayabiliriz belki. Hemen hafızamızı
zorluyor ve acaba bu duygusal gelgitlerin sebebi alkol ve bir türlü zirveye
çıkamayan cinsel bağımlılık mıydı? Fazla mı mübalağa ettik acaba? Yoksa
rahatlamak için çaba gösteren, her defasında kesintiye uğrayan ve bir türlü
doyuma ulaşamayan anların içinde dolanıp durmalarını başka neyle izah
edebiliriz ki? Ya da gece bittiğinde hiçbir şey yaşanmamışçasına kaldıkları
yerden devam mı edecekler yoksa var olan yaralara bir yenisini daha mı
ekleyecekler? Bu sorular belleğimizde dursun şimdilik.
Ahmet’i oynayan Atakan Yılmaz’ı oyundan yarım saat önce
dışarıda görüp sonrasında sahnede büründüğü karakterle karşılaşmak gerçeklik
algımızı kısacık da olsa sarssa da toparlayabildik. Oyun değil de gerçekten
odasını dikizliyor gibi hissettik. Yatak odasını gördüğümüz kaç oyun var ki
izlediğimiz. Böyle düşündüğümüz için ayıplanmayız umarım. Ahmet’in gizli yaralarına
inandırabilmesi karaktere ne denli inandığının göstergesiyle açıklayabiliriz
sanırım. Kendini oynamak gibi bir şey herhalde. Yalnız oyundaki önemli
diyebileceğimiz bir sahnede Ahmet’in karnına aldığı bıçak çiziğinin üzerinde
durmaması, gerçeklik duygusuyla baktığımızda bunun gözden kaçan bir ayrıntı
olarak kabul edebilir miyiz? Bir karşılığı varmış gibi durup sonrasında bu
acının sönüp gitmesini bu şekilde açıklayabiliriz ancak. Bununla beraber;
karakterlerin aydınlandığı diğer bir deyişle korkularını aştığı, gerçekten
anlatmaya başladıkları sahne olması açısından son derece önemli bir yerde
konumlanmakta sahne.
Bir de Ahmet, anladığımız kadarıyla titiz olan biridir;
ancak yatağını dağınık bir vaziyette bırakıp dışarı çıkmasını es geçebilir
miyiz? Bu ufak ayrıntıların göze battığını söylememizde bir sakınca yoktur
umarım. Tuğba Sorgun’un Ayşe’si ise daha ilk dakikalarda eve geliş niyetinin
seks olduğu çok açık. Bu tür rollerin bıçak sırtında olduğunu söylemeye lüzum
yok. Dengeyi bulmadığınız anda dağılabilme ihtimaliniz yüksek olabiliyor çünkü.
Yine de Ayşe karakteri kabuğunu tam kırmadığını, cinsel arzularını yeteri kadar
dışa vurmadığını da belirtmek gerekir. Özellikle fantezisini anlattığı sahnede
çıkarmak istemediği kişi de gösterdi bize. Bu açıdan her iki oyuncunun hakkını
teslim etmeliyiz, sözlü iletişiminin yanında bedensel iletişimleri de uyum
içindeydi. Daha vülgarize tabirle müthiş bir ikiliydiler.
Duyguları kanırtmadan çerçeve içinde kalıp hareket
tasarımına odaklanmalı en iyisi. Özellikle yatak üstünde ahenk içinde
yaptıkları o hareketlerin estetiği bu cümleyi kurmamız için yeterli bir sebep.
Müzikal ve müzikli oyunları bir kenara koyacak olursak sürekli yürüyerek bir
şeyler anlatan oyunların arasında yatakta bile hareketli bir oyun tercih etmek
başlı başına bir duruş göstergesi. Kolaya kaçmamaktır bunun adı. Bu yüzden
hareket tasarımını yapan Gülnara Golovina büyük bir alkışı hakkediyor doğrusu,
hani yemeğe lezzeti veren ve adını bir türlü bulamadığımız baharat gibi olmuş.
Harekete bağlı olarak müziğin ritmi de unutulmamalı. Oyuncu olarak tanıdığımız
Mekin Sezer ve Arkadaş Deniz Koşar’ın müziği, hareketlerin pürüzsüz çıkmasını
sağlamakla beraber adeta bir bara giriyormuş hissi verdi. Bu söylediklerimizin
tamamını kendi içinde toplayan dekor tasarımı sade olsa da ve bütünsellik
açısında tamamlayıcıydı. İlk başta bir yataktan ibaret olduğunu düşündüğümüz
dekor, oyunda en müzik ve oyuncular kadar sözü olduğunu bize göstermiş oldu.
Tabii hemen aklımıza neden yatağın yastıkları yok, sorusu geldi? Bu da bir
sorun mu? Eğer sadece bir odadan ibaret ise ve bu da bir yatak odasıysa bunun
da bir sorun olduğu aşikâr. Duvarda asılı olduğunu varsaydığımız (sahnede
yukarıdan aşağıya bir zincirle sarkık) boş çerçevelerle uyum sağlaması için
bırakıldı, denilmez herhalde. Son olarak; keyifli ve eğlenmek için bir oyun mu
arıyorsunuz, işte size “HardLove”. Gerisi sadece nümayiş.
Bu kadar dalgın duracak ne var, diyorum kahrolası yalnızlığımla baş başa kaldığımda. Sonra buruşuk kelimeler araya giriyor, onda da saç diplerim huysuzlaşıyor. Anlayacağınız, susturamıyorum kafamın içindeki büyük bir kabahat işlemişçesine sus pus olan düşüncelerimi. Zamansa akmaya devam ediyor marifetmiş gibi. Bu çarpık düşüncelerimin sebebinin bitirdiğim bir kitaptan kaynaklandığını sizi ikna etmeye çalışmayacağım. Apaçık ortada her şey, ne desem iflah olmayacak da zaten. Mesele şu ki; Orhan Veli’nin “Bütün Yazıları” adlı deneme kitabını bitirdim. Bakmayın bitirdim deyişime, satırlar dolaşmaya devam ediyor etrafımda. Ülkü, Varlık, Yaprak gibi dergilerde çıkan yazıları, söyleşileri Can yayınlarının 2021’de derleyip bastığı beyaz kapaklı bir kitap bu. Üç yüz 90 dokuz sayfa.
Kitabın içindeki ilk yazı 1941 tarihli. Adı size çok tanıdık gelecektir: Garip. Özetle şunu diyor: “şiiri şiir yapan sadece edasındaki hususiyettir; o da manaya aittir.” İkinci yazı da; “Sanat için sanat”. Birçok alana dair yazılar içerse de en çok şiir ve sanattan bahseder. Tabii evvela şunu söyleyelim; şiire 11-12 yaşlarında başlıyor. En çok sevdiği şiirlerinden biri “Sere Serpe”dir. Peyami Safa ve Halit Ziya Uşaklıgil’in eserlerinden pek haz etmez. Halikarnas Balıkçısı ve Mahmut Makal’ı fevkalade sever. Beykoz’da doğdu. Galatasaray Lisesini ve Felsefe bölümünü yarıda bıraktı. 28 sayı Yaprak dergisini çıkardı. En meşhur öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Ankara’da düştü, İstanbul’da son nefesini verdi. “Aşk Resmi Geçidi” son yazdığı şiirdir, o da ceketinden çıktı. Aşiyan mezarlığına defnedildi. Abidin Dino, mezarını şaire yakışır biçimde tasarladı. Yıllar sonra Rumelihisarı’nda heykeli yapıldı, bir martıyla beraber. Birkaç kez martı çalınsa şimdilerde ikisi de boğaza bakıyor.
Orhan Veli öldü, diyorlar durmadan. Bu dı-du-dü ekleri
o kadar merhametsiz ki ne söylesem yarım kalacak duygusu sözlerimin. Güzel ve
iyi şeyleri arkamızda bırakıyorlar hep bu ekler. Kötü hatıralardan bahsederken
de bu böyledir. Orhan Veli öldüğünde 36 yaşındaydı, bu satırları yazansa şimdi
otuz altı yaşında. Hangimiz daha kekre?
Fakat kitabın sayfalarını atladıkça bitecek şeyin sadece kitap olmadığı gerçeği yüzüme çarpıyor. Şairin ölümüne çevirdiğim her sayfayla beraber biraz daha yakınlaşıyormuşum hissi ağır basıyor çünkü. Şair Orhan Veli’nin ölümüyle yüzleşmek istemiyordum sanırım. Böyle de yatılmaz ki, diyecek birini bekliyordum belki de. Başımı kaldırıp göğe bakarsam da gerçek değişmeyecekti. Orhan Veli Öldü, diyecekler. Yazdıklarından nahif bir şahsiyet olduğu hemen anlaşılıyordu. Öyle ya bir şairden başka ne beklenir ki başka. Tek satırla geçiştirilen ölümü bende hassas hisler uyandırması bu yüzdendir belki. Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın yanında bankta oturan üçüncü arkadaşı olmak için çok geç kaldım. Süleyman Efendi’nin nasırı vardı, benimse hiçbir şeyim. Şişede balık bile değilim nihayetinde. Yazık oldu bana. Satır aralarında duraklarken son sayfada öleceğini, öldüğünü bilecek olmam beni kahrederken kısa bir sallantı geçiriyor hafızam; şairin hayatı şiire dâhil olduğunda şiirler işte o zaman tamamlanıyormuş meğer. Bunu belleğime kaydedip öyle devam ediyorum yoluma.
Neden içim hâlâ buruk peki?
Bu yazıyı duygularımla ağlak bir hale getirerek mübalağa sanatını dehşetle kanırtmamak için direniyorum. İyi ama böyle de ölünmez ki. Gene de bu kitaptaki birkaç noktaya değinmeden alamıyorum kendimi. Ama yok bunun kimseye bir yararı olmayacak, özellikle de bana. Kitabı tanıtmak bana düşmez, bunun için de yazının başına geçmedim; kitaba çok kolay erişebilirsiniz sonuçta. Daha önce yapılan basımları da mevcut elbette. Kim bilir hiç beklemediğim yerde adına yine rastlayacağım; Orhan Veli öldü, diyecekler. Yalan, diyemeyecek kadar ürkek olduğumu hatırlayacağım ve vazgeçeceğim bu gayretimden.
Orhan Veli Öldü, ısrarla gözüme sokacaklar bu cümleyi.
Kafam almayacak inatla. Bu garip gerçek, edebiyat kitaplarında yarım asırdır
yer alıyor, bilime meydan okuyamazsın, diye haykıracaklar kitaplarında.
Süleyman Efendi’nin nasırını gösterecekler haylaz çocuklar gibi. Kendisiyle yapılan
bir röportajda “Bu dizeyi yazarken nasırınız var mıydı” diye soracaklar. İlk
bakışta lüzumsuz bir soru gibi gelebilir; ancak soran kişinin niyeti aşikâr,
özellikle bazı kızların merak konusu olduğu da eklenince bu soruya
şaşkınlığımız bir kat daha artıyor; çünkü sorunun sahibi Sait Faik’tir. Orhan
Veli de cevaben nasırı olmadığını; ama sonrasında o şiirin ahı tuttuğunu
söyler. Süleyman Efendi’nin nasırı bir dizeden daha fazlası değil midir? Uzun
bir süre yadırgansa da dillere pelesenk olur. Paul Verlaine’den çaldı diyen
bile çıktı. Durmadan hep bir şey dediler hakkında. Hem toy şair dediler hem de
hırsız. Orhan Veli, yapılan aşağılayıcı
eleştirilere sessiz kalmak istese de bazen kendini tutamaz ve alaycı dokunuşlarla
had bildirir. Kendisini sert eleştirenlerden biri de Nurullah Ataç’tır. Bir
mülakatta da kendisine yöneltilen bir soruya Orhan Veli’yi tanımadığını söyler,
yok sayar kendince. Orhan Veli bu, durur mu hiç, yapıştırır cevabı? Bir elinde
cımbız, bir elinde ayna, o da onu tanımadığını söyler. Altında müstehzi bir
gülümsemeyle tabii. Meselenin iç tarafı başka, çünkü Nurullah Ataç,
tanımadığını söylese de iyi bir şair olduğunu ikrar eder başka mecralarda.
Orhan Veli de iyi bir eleştirmen olduğunu söyler Ataç için. Bu nasıl bir kafa
dağınıklığı yarabbi anlamış değilim. Edebiyatçıların atışması, küskünlüğü de
fiyakalı.
Derler ki; hayatında bir kere küfür etmiştir, o da iyi
şairsin diyen Sait Faik’e; ‘’hadi oradan it”. Kaç şair övüldüğü için küfür
etmiştir ki edebiyat tarihinde. Sayalım mı? Orhan Veli, öldü diyecekler bana,
suskun kalacağım durduğum yerde. Şiir okurum ya da.
“ …Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü…”