Baban öldü. Öyle dediler. Sonra. Suratıma
kapattılar telefonu. Neden benim babam, neden diye isyan etmek gelmedi aklıma o
an. Eğer sevseydim bunları yapardım. Yapmam lâzımdı. Olması gereken buydu çünkü.
Sanırım çocukken de böyleydim. Büyüdüm;
hiç değişmedim. Geçmedi de.
Bir
gün evden ayrıldım. Kimseye söylemeden hem de. Kimsenin umurunda değildim
zaten. Üç yıl önceydi işte. Başka bir kente gittim. Kalabalık olan çok uzak bir
kent. Herkesin uzağından daha çok uzaktaydı. Ben uzaktayken öldü babam. Bu
yüzden cenazesine gitmemek için fazlasıyla sağlam bir bahanem bile vardı. İnsan
babası öldüğünde yanında olmalıydı oysa. Ben olmadım. Haberim olsaydı da
olmayacaktım belki de.
Babam
neden öldü?
Bu
sorunun hiçbir önemi kalmadı artık. Babam cumartesi sabahı ölmüş, bugünse günlerden
pazartesi. Dün pazardı. Cumartesi ölseydi de gitmeyecektim ama. Öldüğü sabah uyanıktım mesela. Son sigaramı
sarıyordum bir arap kâğıdına-arap kağıtları ince olur-. Kimse pek bilmezdi ama
babam erken de uyurdu. Belki de bu yüzden erken öldü babam. Zaten erken denilen bir zaman diliminde
aradılar beni. Açmadım. Açmak istemedim sanırım. Kendimi kandırmanın anlamı
yok, basbayağı açmak istemedim o an. Bunlar yetmezmişçesine sabah işe gittim. Patrondan
izin almak için odasına daldım. Babam ölmüş, gideceğim dedim. İnanmadı. Allah’a
da pek inanmazdı yavşak. Başka bir yalan bulamadın mı, dedi sadece. Haklıydı
kendince. Burada herkes az biraz haklıydı zaten. Ben de o kadar haklıydım. Oradakiler,
yalan söylemiyor, onun babası sahiden ölmüş, deyince inanmak zorunda kaldı. Neden
ağlamadığımı sordu sonra. Ben ağlamam, dedim. Suratımın meymenetsizliği öfkemi
kapatmaya yetmiyordu. Böyle deyince kızdı. Paramı verdi ve çık dışarı dedi. Çıktım.
Bir daha da gelme dedi. Duyduğum en son cümle bu olmuştu.
Oradan ayrıldığımda saçlarım kirliydi.
Ellerim de tiner kokuyordu. Epey tükürk biriktirmiştim ağzımda, fırsatını bulur
bulmaz da fırlattım yere. Simsiyahtı. Ağzımdan yere fırlatınca gördüm. Kömür
gibiydi. Bunlar ayrıntı değildi. Söylemek zorundaydım. Eve gittim. Sadece
ellerimi yıkadım. Çok dağınıktı ev. Etrafı toparlamaya gerek duymadım. Valizimi
hazırladım sadece. Birkaç elbise dışında başka da bir şeyim yoktu. Sıradan bir
cenaze gibi perşembe günü ikindi vaktine müteakip kaldırılacakmış. Beni
bekleyeceklermiş o zamana kadar. Benim ölülerden tiksindiğimi bilmiyorlardı.
Bilselerdi bu kadar ısrar etmezlerdi çünkü. Neyse işte. Biraz kestirmek için
uyudum. Uyandığımda akşam olmak üzereydi. Valizimi alıp dışarı çıktım. Oturduğum
apartmanın bir alt katındaki ev sahibine anahtarı vermeye gittim. Geri
gelmeyeceğim bir daha, al anahtarı. Kendine başka bir kiracı bul, deyince suratı
gevşedi. Sonra sırıtmaya başladı. O öyle sırıtınca daha da tiksindim kendimden.
Çok yakışıklıydı çünkü. Vedalaşmadan ayrıldım oradan. Tren istasyonuna doğru
yol aldım. 16.45 trenine bir bilet aldım. Trenin gelmesini bekledim. Benimle
bekleyen başka birileri de vardı. Anneler, kadınlar, babalarının elini tutan
çocuklar, kahkaha atanlar… Kuru kuruya
beklemek zoruma gidiyordu. Sonra ekspresin siren sesi duyuldu. İstasyon hayli
kalabalıklaşmıştı, nasıl olduysa artık. Vagonlardan yolcular iniyordu. En
öndeki vagondan içeri daldım hemen. Arkadan ‘’yavaş ol ayı’’ diyen kalın bir
ses kulaklarıma dokunsa da bakmadım. Üşendim. Galiba babam öldüğü için
bakmadım.
Cam
kenarındaki koltuğuma oturdum. Sigara içmek geldi içimden. Bir kent terk edilirken sigara içilir sayın yolcular! İşyerindeyken
biri söylemişti bu sözü, çay molasında. Aklımda oradan kalmıştı. O da bir
kitaptan okumuştu zaten. O kitabın yazarı da bir şairden almıştı. Öyle işte,
saçma ama dilime takılmıştı. Sigaram yavaş yavaş parmaklarımın arasında yok
olup gidiyordu. O esnada hareket etti ekspres. Uyumak istedim gene. Gece geç bir
saatti uyandığımda. Başka yolcular da
sigara içtiğinden içerisi çok fena olmuştu. Camı açtım hemen. Tren durmuştu.
Demiryolu diye bir istasyonundaydık. İki adam ve bir kadın, camlardan başını
çıkaran insanlara ellerindeki hasır sepetlerden bir şeyler satmaya çalışarak
dolaşıyorlardı vagonları. Sepetleri görünce epey acıktığımı hissettim. Onlara
seslendim. Ama duymuyorlardı. Biraz daha gür seslenince dönüp baktılar bana.
Koşarak geldiler…
Yarım saattir size sesleniyorum, deyince
içlerinden biri tehlikeli bir ses tonuyla söze atlayarak ‘’Biz buradayız abi de
siz neredesiniz’’ diye cevap verince manasızca gülüştüler. Niçin güldükleri pek
ilgilendirmiyordu beni. Bu yüzden gülmedim. Ne sattıklarını sordum. Gene beklemediğim
bir cevap aldım: hikâye satıyoruz. Nasıl
yani hikâye mi, diyerek karşılık verdim. Ne tür hikâyeler yazdıklarını
anlatmaya başladılar. Ben hikâye okuman deyince sustular. Az önceki hallerinden
kalmamıştı. Tren, peyderpey hareket ediyordu. Derken, içlerinden biri bana
seslendi. ‘’Elimde sadece bir hikâyem kaldı. Al, benden olsun’’ diyerek birkaç
kâğıt uzattı. Hiç düşünmeden aldım –çok az düşünürüm-.
Camı kapadım. Koltuğuma iyice yayıldım. Karnım
aç olsa da göz gezdirdim. İçimde bir şeyler kudurmuştu sanki. Okuduğum her
kelime geçmişimden çalınmışçasına yüzüme çarpıyordu. Tren hızlanmıştı. Beynim
trim trak uğulduyordu. Fakat gene bırakmıyor, devam ediyordum okumaya. İlk defa
bir şeyin sonunu getirmek için kendimle boğuşuyordum. Biraz bekledim. Toparlanmak
için bekledim. Camı açtım. Dışarısı zifiri karanlıktı. Korkmak için korkuyu
beklemeye gerek yoktu. Korkutucuydu gece. Köpekler havlıyordu. Bir kasabanın
ışıkları görünüyordu. Hangi kasabaydı o? Aklıma bunları kim soktu? Kafamda buna
benzer sorular cirit atıyordu adeta. Kâğıtları yanımdaki boş koltuğa bıraktım. Başımı
cama dayayıp gözlerimi kapadım. Uyumaya çalışıyordum. Fakat uyuyamıyordum. Sebebi babam değildi
ama, bendim.
Babam
perşembe günü gömülecekti. Oysa bugün salıydı ve daha yoldaydım. Vagondakiler manasızca
bana bakıyorlardı. Bir süre sonra bakmayı kestiler. Beynimin içinde okuduğum o
hikâyeden fırlayan köpekler durmadan havlıyordu. Kafamın içinde bir yerlerde kudurmayı
bekliyorlardı sanki. Bunları düşünürken sızmıştım. Bartın’da gözlerimi
açabildim ancak. Buradan otobüsle İnebolu’ya gidecektim. Üç dört saat
sürecekti. Belki daha da uzun. Babamın öldüğü eve gidecektim. Doğduğum eve yani.
Terminale gidiyordum. Elimde valizim, etrafı dikizliyordum. Biraz sonra
kalkacak araç, dedi gözlüklü esmer bir adam. Beş on dakika beklemem gerekiyordu
ama. Cam kenarındaki bir koltuğa oturup bekledim. Çok geçmeden otobüs hareket
etti. Yanımda kızıl saçlı bir kadın vardı. Kitap okuyordu. Kalın bir kitaptı. Merak
ettim -hep merak ederim-. Baktım. Kadın baktığımı gördü. Çevirdim başımı. Çektim.
Perdeyi
çektim. Herkes benimle geliyor gibiydi. Kimse inmiyordu çünkü. Herkesin babası
ölmüş olamazdı ama. Bir saat sonra otobüs durdu. Şoför, kapıları açtıktan sonra
indi.
İnebolu’daydık.
Her
şey haddinden fazla değişik gelmişti bana. Tahta at mahallesine gidecektim. O
esnada beklemediğim bir olay oldu. Babama çok benzettiğim beyaz mantolu bir
adam yanımdan geçti. Gözlerimin önünde cereyan ediyordu her şey. Baksaydı bana
o da şaşıracaktı belki ama bakmadı. Adam uzaklaşınca ben de yoluma devam ettim.
Yaklaştıkça mahalleye yıllar önce neden terk ettiğim o an hafızamın içinde
berraklaşıyordu. Dişlerim gıcırdıyordu adeta. Avlulu evlerin arasına kazık gibi
dikilen apartmanlar korkunç hâle sokmuştu mahallemizi. Yeniydiler, ama bahçeleri
yoktu. Bahçe dedim de evi terk ederken babam bahçedeydi. Ansızın bir kadın seslendi. Duymazdan geldim
önce. Yürümeye devam ettim. Önüme çıktı.
Tanımakta zorluk çekmedim onu. O da tanıdığı için seslenmişti zaten.
Annemdi.
Baban iki gün sonra defnedilecek. Sevin artık. Senin yüzünden öldü, dedi. Babam gibi bakıyordu. BÜYÜK BİR ÖFKEYLE.
İçinde demlendirdiği kötü bir şeyler olduğu belliydi. Ruhu cinnet geçirmiş
olabileceğini düşündüm ilk önce babamınki gibi. Bu daha başkaydı gene de. Kinliydi.
‘’Sen bir katilsin. KATİL’’, dedi. Elinde demir çubuk
vardı. Paslıydı. Babama benzeyen o beyaz mantolu adam geçti yanımızdan. Bu defa
o da baktı. Hiç şaşırmadı. Yanılmıştım. Annem suratıma bir şamar vurunca
afalladım. Çok aşağılık bir darbe yemiştim suratıma. Annem pes etmiyor,
vuruyordu devamlı. Elindeki demir
çubukla başıma vurmaya başladı sonra. Kanlanmıştı yerler. Daha fazla
dayanamadım, yere yığıldım. Gene de söz geçiremiyordum dilime: Babamı
sevmiyorum. Babamı sevmedim. Babamı sevmeyeceğim!
Lacivert/ temmuz-ağustos 2015 Sayı 64
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Mağara