16 Temmuz 2015 Perşembe

Dağınık Korku




       Baban öldü. Öyle dediler. Sonra. Suratıma kapattılar telefonu. Neden benim babam, neden diye isyan etmek gelmedi aklıma o an. Eğer sevseydim bunları yapardım. Yapmam lâzımdı. Olması gereken buydu çünkü.  Sanırım çocukken de böyleydim. Büyüdüm; hiç değişmedim.  Geçmedi de.
Bir gün evden ayrıldım. Kimseye söylemeden hem de. Kimsenin umurunda değildim zaten. Üç yıl önceydi işte. Başka bir kente gittim. Kalabalık olan çok uzak bir kent. Herkesin uzağından daha çok uzaktaydı. Ben uzaktayken öldü babam. Bu yüzden cenazesine gitmemek için fazlasıyla sağlam bir bahanem bile vardı. İnsan babası öldüğünde yanında olmalıydı oysa. Ben olmadım. Haberim olsaydı da olmayacaktım belki de.

 Babam neden öldü?

Bu sorunun hiçbir önemi kalmadı artık. Babam cumartesi sabahı ölmüş, bugünse günlerden pazartesi. Dün pazardı. Cumartesi ölseydi de gitmeyecektim ama.  Öldüğü sabah uyanıktım mesela. Son sigaramı sarıyordum bir arap kâğıdına-arap kağıtları ince olur-. Kimse pek bilmezdi ama babam erken de uyurdu. Belki de bu yüzden erken öldü babam.  Zaten erken denilen bir zaman diliminde aradılar beni. Açmadım. Açmak istemedim sanırım. Kendimi kandırmanın anlamı yok, basbayağı açmak istemedim o an. Bunlar yetmezmişçesine sabah işe gittim. Patrondan izin almak için odasına daldım. Babam ölmüş, gideceğim dedim. İnanmadı. Allah’a da pek inanmazdı yavşak. Başka bir yalan bulamadın mı, dedi sadece. Haklıydı kendince. Burada herkes az biraz haklıydı zaten. Ben de o kadar haklıydım. Oradakiler, yalan söylemiyor, onun babası sahiden ölmüş, deyince inanmak zorunda kaldı. Neden ağlamadığımı sordu sonra. Ben ağlamam, dedim. Suratımın meymenetsizliği öfkemi kapatmaya yetmiyordu. Böyle deyince kızdı. Paramı verdi ve çık dışarı dedi. Çıktım. Bir daha da gelme dedi. Duyduğum en son cümle bu olmuştu.

         Oradan ayrıldığımda saçlarım kirliydi. Ellerim de tiner kokuyordu. Epey tükürk biriktirmiştim ağzımda, fırsatını bulur bulmaz da fırlattım yere. Simsiyahtı. Ağzımdan yere fırlatınca gördüm. Kömür gibiydi. Bunlar ayrıntı değildi. Söylemek zorundaydım. Eve gittim. Sadece ellerimi yıkadım. Çok dağınıktı ev. Etrafı toparlamaya gerek duymadım. Valizimi hazırladım sadece. Birkaç elbise dışında başka da bir şeyim yoktu. Sıradan bir cenaze gibi perşembe günü ikindi vaktine müteakip kaldırılacakmış. Beni bekleyeceklermiş o zamana kadar. Benim ölülerden tiksindiğimi bilmiyorlardı. Bilselerdi bu kadar ısrar etmezlerdi çünkü. Neyse işte. Biraz kestirmek için uyudum. Uyandığımda akşam olmak üzereydi. Valizimi alıp dışarı çıktım. Oturduğum apartmanın bir alt katındaki ev sahibine anahtarı vermeye gittim. Geri gelmeyeceğim bir daha, al anahtarı. Kendine başka bir kiracı bul, deyince suratı gevşedi. Sonra sırıtmaya başladı. O öyle sırıtınca daha da tiksindim kendimden. Çok yakışıklıydı çünkü. Vedalaşmadan ayrıldım oradan. Tren istasyonuna doğru yol aldım. 16.45 trenine bir bilet aldım. Trenin gelmesini bekledim. Benimle bekleyen başka birileri de vardı. Anneler, kadınlar, babalarının elini tutan çocuklar, kahkaha atanlar…  Kuru kuruya beklemek zoruma gidiyordu. Sonra ekspresin siren sesi duyuldu. İstasyon hayli kalabalıklaşmıştı, nasıl olduysa artık. Vagonlardan yolcular iniyordu. En öndeki vagondan içeri daldım hemen. Arkadan ‘’yavaş ol ayı’’ diyen kalın bir ses kulaklarıma dokunsa da bakmadım. Üşendim. Galiba babam öldüğü için bakmadım.
Cam kenarındaki koltuğuma oturdum. Sigara içmek geldi içimden. Bir kent terk edilirken sigara içilir sayın yolcular! İşyerindeyken biri söylemişti bu sözü, çay molasında. Aklımda oradan kalmıştı. O da bir kitaptan okumuştu zaten. O kitabın yazarı da bir şairden almıştı. Öyle işte, saçma ama dilime takılmıştı. Sigaram yavaş yavaş parmaklarımın arasında yok olup gidiyordu. O esnada hareket etti ekspres. Uyumak istedim gene. Gece geç bir saatti uyandığımda.  Başka yolcular da sigara içtiğinden içerisi çok fena olmuştu. Camı açtım hemen. Tren durmuştu. Demiryolu diye bir istasyonundaydık. İki adam ve bir kadın, camlardan başını çıkaran insanlara ellerindeki hasır sepetlerden bir şeyler satmaya çalışarak dolaşıyorlardı vagonları. Sepetleri görünce epey acıktığımı hissettim. Onlara seslendim. Ama duymuyorlardı. Biraz daha gür seslenince dönüp baktılar bana. Koşarak geldiler…

       Yarım saattir size sesleniyorum, deyince içlerinden biri tehlikeli bir ses tonuyla söze atlayarak ‘’Biz buradayız abi de siz neredesiniz’’ diye cevap verince manasızca gülüştüler. Niçin güldükleri pek ilgilendirmiyordu beni. Bu yüzden gülmedim. Ne sattıklarını sordum. Gene beklemediğim bir cevap aldım: hikâye satıyoruz.  Nasıl yani hikâye mi, diyerek karşılık verdim. Ne tür hikâyeler yazdıklarını anlatmaya başladılar. Ben hikâye okuman deyince sustular. Az önceki hallerinden kalmamıştı. Tren, peyderpey hareket ediyordu. Derken, içlerinden biri bana seslendi. ‘’Elimde sadece bir hikâyem kaldı. Al, benden olsun’’ diyerek birkaç kâğıt uzattı. Hiç düşünmeden aldım –çok az düşünürüm-.
       Camı kapadım. Koltuğuma iyice yayıldım. Karnım aç olsa da göz gezdirdim. İçimde bir şeyler kudurmuştu sanki. Okuduğum her kelime geçmişimden çalınmışçasına yüzüme çarpıyordu. Tren hızlanmıştı. Beynim trim trak uğulduyordu. Fakat gene bırakmıyor, devam ediyordum okumaya. İlk defa bir şeyin sonunu getirmek için kendimle boğuşuyordum. Biraz bekledim. Toparlanmak için bekledim. Camı açtım. Dışarısı zifiri karanlıktı. Korkmak için korkuyu beklemeye gerek yoktu. Korkutucuydu gece. Köpekler havlıyordu. Bir kasabanın ışıkları görünüyordu. Hangi kasabaydı o? Aklıma bunları kim soktu? Kafamda buna benzer sorular cirit atıyordu adeta. Kâğıtları yanımdaki boş koltuğa bıraktım. Başımı cama dayayıp gözlerimi kapadım. Uyumaya çalışıyordum.  Fakat uyuyamıyordum. Sebebi babam değildi ama, bendim.

       Babam perşembe günü gömülecekti. Oysa bugün salıydı ve daha yoldaydım. Vagondakiler manasızca bana bakıyorlardı. Bir süre sonra bakmayı kestiler. Beynimin içinde okuduğum o hikâyeden fırlayan köpekler durmadan havlıyordu. Kafamın içinde bir yerlerde kudurmayı bekliyorlardı sanki. Bunları düşünürken sızmıştım. Bartın’da gözlerimi açabildim ancak. Buradan otobüsle İnebolu’ya gidecektim. Üç dört saat sürecekti. Belki daha da uzun. Babamın öldüğü eve gidecektim. Doğduğum eve yani. Terminale gidiyordum. Elimde valizim, etrafı dikizliyordum. Biraz sonra kalkacak araç, dedi gözlüklü esmer bir adam. Beş on dakika beklemem gerekiyordu ama. Cam kenarındaki bir koltuğa oturup bekledim. Çok geçmeden otobüs hareket etti. Yanımda kızıl saçlı bir kadın vardı. Kitap okuyordu. Kalın bir kitaptı. Merak ettim -hep merak ederim-. Baktım. Kadın baktığımı gördü. Çevirdim başımı. Çektim.
Perdeyi çektim. Herkes benimle geliyor gibiydi. Kimse inmiyordu çünkü. Herkesin babası ölmüş olamazdı ama. Bir saat sonra otobüs durdu. Şoför, kapıları açtıktan sonra indi. 
        İnebolu’daydık.
       Her şey haddinden fazla değişik gelmişti bana. Tahta at mahallesine gidecektim. O esnada beklemediğim bir olay oldu. Babama çok benzettiğim beyaz mantolu bir adam yanımdan geçti. Gözlerimin önünde cereyan ediyordu her şey. Baksaydı bana o da şaşıracaktı belki ama bakmadı. Adam uzaklaşınca ben de yoluma devam ettim. Yaklaştıkça mahalleye yıllar önce neden terk ettiğim o an hafızamın içinde berraklaşıyordu. Dişlerim gıcırdıyordu adeta. Avlulu evlerin arasına kazık gibi dikilen apartmanlar korkunç hâle sokmuştu mahallemizi. Yeniydiler, ama bahçeleri yoktu. Bahçe dedim de evi terk ederken babam bahçedeydi.  Ansızın bir kadın seslendi. Duymazdan geldim önce.  Yürümeye devam ettim. Önüme çıktı. Tanımakta zorluk çekmedim onu. O da tanıdığı için seslenmişti zaten.

      Annemdi. Baban iki gün sonra defnedilecek. Sevin artık. Senin yüzünden öldü, dedi.  Babam gibi bakıyordu. BÜYÜK BİR ÖFKEYLE. İçinde demlendirdiği kötü bir şeyler olduğu belliydi. Ruhu cinnet geçirmiş olabileceğini düşündüm ilk önce babamınki gibi. Bu daha başkaydı gene de. Kinliydi. ‘’Sen bir katilsin. KATİL’’, dedi. Elinde demir çubuk vardı. Paslıydı. Babama benzeyen o beyaz mantolu adam geçti yanımızdan. Bu defa o da baktı. Hiç şaşırmadı. Yanılmıştım. Annem suratıma bir şamar vurunca afalladım. Çok aşağılık bir darbe yemiştim suratıma. Annem pes etmiyor, vuruyordu devamlı.  Elindeki demir çubukla başıma vurmaya başladı sonra. Kanlanmıştı yerler. Daha fazla dayanamadım, yere yığıldım. Gene de söz geçiremiyordum dilime: Babamı sevmiyorum. Babamı sevmedim. Babamı sevmeyeceğim!







Lacivert/ temmuz-ağustos 2015 Sayı 64 






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Mağara