31 Aralık 2013 Salı

‘’Anlamak, affetmektir’’





Sevgili Godot’un kadim dostları!..

Bu senenin son konuşmasını yapmak üzere burada,bizim meclisimizde  cem olmuş bulunmaktayız. Biliyorum hâlâ kırgınsınız Godot’ya. Kırgın olmanızın hiçbir önemi yok.Ama şunu bilin ki Godot,bir gün gelecek ve bu hasretiniz sona erecek.Bir gün mutlaka.Bu son yaşanan olayların kendi zatıyla hiçbir ilgisi olmadığını da sizi temin ederim.Öncelikle yılın bu son gününde neler izlediniz ve neler okudunuz biraz da onları tartışmak istiyorum:

‘’En son hangi filmi izlediniz? En son hangi kitabı okudunuz?’’

          Bir yandan hem bu soruların cevabını düşünün,hem de bir yandan beni dinlemeyi deneyin.Malûm hiç beklemediğimiz bir anda büyük bir patlama yaşandı birkaç gün önce.Kimseye bir şey olduğu yok şuan,ama daha sonraki günlerde-yıllarda bu ‘politik bomba’nın yıkıcılığını hissedeceğinizden hiç şüpheniz olmasın.İnsanları yargılamak bana düşmez tabii,ki yargıdan anladığımı da pek söyleyemem.Sadece olanları hayretler içinde anlamakla meşgûlüm bu aralar; kim mücrim, kim mağdur, diye? Mücrimin kim olduğu o kadar da önemli değil? Bilmek de istemiyorum.Hem bilsek ne fark eder ki. Lakin mağdurun yine vatandaş olduğu herkesçe aşikâr.Buraya kadar anlaşılması güç bir durum yok elbette. Hayır hayır, bunun için beddua edecek değiliz.Bizim, ne olduğumuzu bildiğimiz gibi onları da çok iyi biliyoruz. Buna aklımız da izanımız da yeter çok şükür.Öyle ki, bu aralar sıkça kullanılan meşhur bir laf vardır:’’abdestimizden şüphemiz yok ki namazımızdan olsun’’. Ama müsterih olun haddimi aşıp öyle ‘’kutsal kitaplar’’dan ayetler okuyarak cümlelerimi süslemeye çalışmayacağım. Bunu becerebileceğimi de hiç sanmıyorum zaten.Hem ‘’ileri demokrasi!’’yle yönetilen böyle bir memlekette,dini istismar ettiğimizi pekâla düşünebilirler.Hatta siz,İranlaşanlardan mısınız yoksa Malezyalaşanlardan mı,diye bir takım tuhaf içsel sorulara cevap vermek zorunda bırakabilirler sizi.Buna hazırlıklı olmalısınız zira.

           Her şeye rağmen ve herkese inat bu hâkir kulun arkasına sığınabileceği, Dücane Cündioğlu’nun ‘’dindarların da günaha ihtiyacı vardır.’’ sözü olacaktır.Ne bir fazla ne bir eksik.
Ve böyle bir ortamda, sanatla ilgilenmek de bize cezadır herhalde.Cezadan kastım mecburiyet değil,varoluşumuzdur.Ama bir dakika şunu da söylemeden edemeyeceğim;mimari eserlerimizi restore etmekteki maharetimiz her geçen gün biraz daha artıyor.Bundan nasibini alan son eserler, İstiklal Caddesi’ndeki Ağa Camii ve Aksaray’daki Pertevniyal Valide Sultan Camii oldu. Eğer yolunuz buralardan geçerse gözlerinizi şöyle bir çevirin semâya ve pür dikkat bakın lütfen.Aradaki müthiş uçuruma,tarihin nasıl katledildiğine şahit olacaksınız ve bakma zahmetine girmişken,etrafınızdaki beton yığınlarını da usulca süzmeyi unutmayın. Mezkûr düşünürden bununla alakalı olarak bir söz daha paylaşmadan edemeyeceğim; ‘’Kapitalizm seni betona gömüyor ey talip farkında bile değilsin,hem de bu sefer sarığıyla, cübbesiyle,seccadesiyle.’’Daha vahimi herkes evinin önünde bir kuyu kazma meşguliyetine girmiş durumda.Oysa bir gün, Ebu Cehil gibi kazdıkları o kuyulara kendilerinin düşebileceği ihtimalini hiç hesaplamıyorlar!..Az önce gördük.En son yaşadık.

          Evet,olaylar böyle cereyan ederken,biz kendi hayatımızı yaşamaya devam ettik,hiçbir şey olmamış gibi.Yani ‘’popülizmin’’ içine girdiği o karanlık dehlizlerden arındırmaya çalıştık belleğimizi; daha çok şiirler,hikâyeler okuduk;filmler izledik.Bir nevi açlığımızı gidermeye çalıştık.En çok hangi yönden eksiksek oraya doğru yelkenlerimizi açtık ve açıldık fırtınalı okyanuslara.Başarabildik mi peki?  

           Sanırım kendimize ‘’biraz daha’’ yabancılaşmaya başladık.Büyüdük ve kirlendik.Her şeyden öte ‘’inancımız’’sarsılmış durumda.Bunu söylemek çok meşakkatli ama bu aralar kime, ne için inanacağımı bilememenin sancısı içinde cebelleşiyorum.Öyle ki, Bergman’ın  The Seventh Seal(Yedinci Mühür) filmini bile sonunu getiremeyecek kadar yenik düştüm algıma.İlk başta özüme yapılmış ağır bir suçlama olarak gelebilir size,ama kenara çekilip tefekkür edince insan anlıyor hakikati. Bulunduğu yeri bile sorgulamaya çalışıyor bir noktadan sonra.Söylediklerim tamamıyla saçma gelebilir size ya da delirdiğimi söyleyeceksiniz.Delirmedim hayır,en azından bunu rahatlıkla söyleyebilirim.Fakat hiçbir ‘’deli’’ ben deliyim demez öyle değil mi? Haklısınız.Tam da Tarkovsky’nin Nostalghia’sindeki Domenico’nun filmin sonunda ‘’Deli bir adam size…Kendinizden utanmanızı söylüyorsa…Ne biçim dünyadır burası?’’ dedikten sonra kendini yakması kadar vahim.Seyretmek sağlıklı insanların işi ne de olsa.Ama gene de ısrar ediyorum; DELİ DEĞİLİİİM!..


Ve ben.

Tanrı’nın nerede olduğu ve benim Tanrı’ya ne için hizmet ettiğimin hiçbir önemi olamaz,olmamalı aslında.Bunlar benim asıl vazifelerim çünkü ve hiç kimseyi ilgilendirmez.Hatta Tanrı’yı bile,demek geliyor içimden,ama KORKUYORUM. Bu günahın sorumluklarını kaldırabilecek güçte olduğumu hiç sanmıyorum.Ondandır ki,kelimelere dökemiyorum iç kırıklarımı.Dökemem de.Anlamaya çalışıyorum.Tanrı’nın da tam bu yüzden beni anladığını ve affettiğini düşünecek kadar ahmak olduğumun da farkındayım.





‘’Artık alkışlamayın, biraz da anlayın!’’
Dücane Cündioğlu


Harun Aktaş
 31 aralık 2013


2 Ekim 2013 Çarşamba

‘Uzun Bir Adam’ın Ardından






''Yazmak mutsuzluktur,mutlu insan yazmaz.''



Fırsat bulduğunuz her anda egosunu okşadığınız ''iki yüzlü'' çocukluğunuzu,''geleceğinizden'' muhafaza etmek için karanlık,kapkaranlık bir kuyu-zaman zaman gelip baktığınız- kazdınız mı hiç? Sizi bilmem ama ben kazdım ve oraya çıplak bir halde de gömdüm. Gene de siz bu sorunun alelâdeliğini mantığınızın en hassas hücresinde tartadurun ben,kılıcımı kuşanıp dalmaya gidiyorum o yıllara.

Böyle savruk konuştuğum için beni bağışlayın. Bağırdığımı da sanabilirsiniz şuan,lakin yine de bunu sesimin gür oluşuna bağlayabilirsiniz.E haliyle bu da kelimelerimin çıldırmasına sebep oluyor;söz geçirdiğimi de pek söyleyemem.Mesela çocukluğumda da hiç rahat durmadım böyle,yani daha açık konuşmam gerekirse büyük yaramazlıkların vazgeçilmez amatör oyuncusu oldum hep.Böyle davranarak mutlu oluyordum sanırım,bilemiyorum.Mesela ‘’ben hayatta en çok babamı da sevmedim,sevemedim’’. Ve aynı şekilde babamın biricik oğlu da olmadım.Bizim ilişkimiz,karşılıklı imzalanan bir anlaşmanın maddelerine uyma mecburiyetiydi daha çok.Babam doldurdu o gizil maddeleri ben kabul ettim. Şuan epey abarttığımı düşünüyor olabilirsiniz.Hiç önemli değil,âkil adamlarız,idare edebiliriz birbirimizi;çünkü ben sanıldığı kadar yaramaz bir çocuk da olmadım.Öyle ki birinci sınıfta‘’öğretmenim tuvalete gidebilir miyim’’diye izin almayı bile beceremezdim.Oysa bütün arkadaşlarım her dersin ortasında istedikleri zaman, sıraların arasından kuyruk sallaya sallaya gidebilme cesareti gösterirlerdi.Tuvaletin bir rahatlama mekanı olduğunu daha o zamanlar anlamıştım zaten.Keşke bununla kalsa iyi;gene bir gün sınıfta öğretmenimizin gelmesini bekliyorduk.Fakat adam gibi beklemeyi bilmediğimizden miydi neydi,sınıf toz duman içinde kalmıştı.Birçok kişi ayaktaydı,tabii ben de gürültüden rahatsız olmuş olacağım ki her iki elimle kulaklarımdan  detone olan o gürültünün girmesini engelliyordum.Ne olduysa artık o an oldu.Öğretmenimiz içeri girdi ve bana doğru gelmeye başladı.Suratımda hissettiğim şamarın çıkardığı sesle kulağımın nasıl çınladığını bir ben bilirim.

HİÇ UNUTAMADIM.

Ve hâlâ cevabını bulamıyorum,''neden o tokadı ben yedim''. Bu okulda yediğim dayakların,tokatların sadece başlangıcı oldu.Haliyle sıradan bir dayak,bir tokat bile vücut ardinal depolamak istiyor.En azından artık hakkettiğim için atılıyordu o tokatlar ve adalet yerini buluyordu.

O  dayaklar yetmezmiş gibi  ilkokuldan mezun olacağım sene zorunlu eğitim sekiz yıla çıkarıldı.Nasıl bir şeyse artık ''Hükümet'' bile dayak yiyişimden memnundu sanki,yoksa ne gerek vardı böyle bir karara,zamanı mıydı?  O zamanlar başbakan Mesut Yılmaz’dı sanırım.Adını bu olaydan sonra bir daha unutmadım.O derece siyasetten uzaktım hani. Neyse ortaokul sıralarına çabuk alışmıştım ve nedendir bilmiyorum kendimi büyümüş hissediyordum artık o sıralarda oturunca.Ne de olsa  kravat takıyordum.Benim için kravat büyüklük’ nişanesiydi.Bir de kendi kravatınızı kendiniz bağlayabiliyorsanız, ne âlâ. İşte o zaman sizden daha bahtiyarı olmaz.

O yüzden benim de çocukluğumda anlatabileceğim anılarım -sadece anı-oldu.Hatta sırf bir zamanlar anı olsun diye ucuz hilelikler peşinde koştuğumu söyleyebilirim.Nasıl yani? Gene abarttım evet,ama sanki öyleymiş gibi geliyor bana.Yoksa durduk yere neden İngilizce hocama âşık’ olayım ki. Hatta O’nun da bana âşık olduğunu düşünecek kadar kendimi kaptırmıştım bu aşka.En arkada oturmama rağmen,sadece İngilizce derslerinde O’na daha yakın olmak adına öğretmen masasının hemen önündeki sıraya oturur,dersin bitimine kadar masumane bir duruşla dinlerdim anlattıklarını.En çok da ecnebice kelimelerinin söyleyiş biçimine hayrandım.Tabii gözüne girmek için verdiği bütün ödevleri eksiksiz yaptığımı da eklemem gerekir. O’nun için başka ne yapabilirdim ki zaten? Ama yine de bu çabalarım işe yaradı ve en ‘gözde’ öğrencisi oldum kısa bir zamanda.Kendimce düşler kurar, az kelimeli senaryolar karalardım.Sonra birden kayboldu.Meğer bizim Fen Bilgisi hocamızla nişanladığı için ortadan kaybolmuştu.Bu olaydan sonra Fen Bilgisi öğretmenleri benim en büyük düşmanım oldular.

Dediğim gibi babam hiç gözdem olmadı.Babamdan çok mu nefret ederdim peki? Hayır,daha ötesi ona karşı herhangi bir duydu da beslemezdim: korku dışında.Beni dövdüğünü hatırlamadığım gibi saçlarımı okşamasını da hatırlamıyorum-belki de saçlarımın kıvırcıklığındandı,bilemiyorum-Öyle bazı babalar gibi,uyuduktan sonra rol yapacak kadar becerilerden de yoksundu.Belki de seviyorduk  birbirimizi,ama açılamıyorduk birbirimize,kim bilir.İkimiz de platonik bir aşka kurban mı gittik yoksa?
 Babamın askerde çektirdiği 21x30 boyutlarında bir fotoğrafı asılıydı salonumuzun duvarında.İlk gördüğümde anneme ‘’bu adam kim’’ diye sorduğumu çok iyi hatırlıyorum.Çünkü o fotoğraftaki adam çok yakışıklıydı ve onun babam olabileceğini hiç düşünmedim.Her baba gibi benim babam da yakışıklıydı.Asıl önemlisi nasıl olur da  oğlunun yani benim yakışıklı göründüğüm bir tek fotoğrafım hâlâ olmaz duvarlarda?

Sahi bunları niye anlattım şimdi durduk yere?

Evet,bütün bu anlattıklarım birazdan bahsedeceğim kitabın tanıtımına naçizane özel bir girizgahtı sadece.Ama öyle‘’bir kitap okudum ki,hayatım değişti’’türünden öte bende bıraktığı derin ürpertiyi birkaç satır da olsa değinmek istedim.Normal şartlarda böyle bir girizgaha gerek bile duymazdım,ancak bu sefer sessiz kalmayı pek başaramadım galiba.Sözkonusu kitabın payını da unutmamak gerekir,ki  her şeyi alt üst etti,her şey paramparça olmuş bir vaziyette kafamın içinde zonkluyor.Hatırladığım kadarıyla yaklaşık beş yıl önce Paranın Cinleri’ni okuduğumda şuan ki hâlet-i ruhiyetimin tam tersini yaşıyordum; tabii de her iki kitap birbirlerine zıt temalarla dokunuyor,ki o başka. İki bambaşka hayat: Biri masumiyeti,diğeri acı hayat’ı.

Bize kalan ise şimdilik acı hayat.




Acı hayat’tan kastım İlhan Berk’in Uzun Bir Adam’ adlı anlatı(otobiyografik)eseridir.Kendisinin deyimiyle:


''Kendim üstüne bir kalem denemesi diye bakılmalı bu kitaba.Kendimi yazarken de Montaigne’in dediği gibi,okuyucunun kitabımda beni,bende de kitabımı bulsunlar istedim.''

Peki nedir özel ve sahici kılan bu kitabı? O kadar çok anı,yaşanmışlık var ki,hangisinden nasıl,ne şekilde başlayacağımı inanın bilemiyorum.Belki de bir şairden bu kadar cesur bir atağı beklemediğim içindir.Ama bir hakikat varsa o da bazı şair ve yazarlardan çok derin bir farkı olduğudur.Burnundan kıl aldırmayan,çocukluğunu,gençliğini yerlere göklere sığdıramayan sözde birçok edebiyat adamı,çocukluğunun pembe panjurlarından baktığı hayata sığınarak, bize mavi bir resim çizmeyi anlatmayı marifet sayarlar.İlhan Berk ise bu eseriyle hakikatin çıplak yanını berraklaştırıyor:

‘’Dünyaya gelişimle ilgili hiçbir şey anımsamıyorum.Gök,her zamanki gök,evler,sokaklar,çarşılar olacak.Başka türlü olsaydı anımsardım diyorum…Dünyaya gelmiş olmak,bir bunu bilmek bana yetiyordu’’.

Kitabın girişinde bunları söyleyen şairin söyledikleri, sonundaki noktayla birlikte iyice somutlaştığını da görüyoruz.Sayfaların arasında gezinirken,aynı zamanda okur da çocukluğuyla yüzleşiyor ve kendini koruma altına alıyor yaşadıklarıyla.Bu kitabın en büyük avantajlarından biri de neden bu olmasın ki:


‘’Çocukluğunu yaşamış olanlarla benim aramdaki ayırım nedir? Öyle sanıyorum ki benim çocukluğum olmadı derken,babamı,bir onu düşünüyorum da böyle diyorum.Aslında ‘’Babam olmadı,ben baba nedir bilmiyorum’’demek yerine ‘’çocukluğum olmadı benim’’diyorum.’’

Gerçekten çocukluğumu özledim mi ya da çocukluğumla yüzleşmeye hazır mıyım? Buna cevap vermek henüz çok erken biliyorum. Kimi çocuk,büyürken arınır günah’larından,kimi çocuk da büyürken günahlara karışır.Elimizdeki yazgımızdan okuduklarımız bunlar oluyor çünkü.Dahası en büyük günahımız belki de yazgımızın bize bahşettiği çocukluğumuzdur.Ayrıca çok iyi bilirsiniz ki çocukluğun en güzel yaşanmışlıkları baba-anne-‘ ile birlikte geçirilen an’lardır.Mezkur Şair,dünyaya gözlerini daha açar açmaz yalnızlığın asık suratıyla tanışmış belli ki,ya da...Bazı kişilerin yalnızlığı daha koyu olur derler ya,aynen öyle.

Herkes için mi geçerli bu? Sanmam:

‘’Çocukluk asıl babayla başlıyor,diyeceğim.Babamı düşününce,ondan pek bir şey anımsamıyorum.İşte bunun için de benim çocukluğum olmadı diyorum.Onunla doğduğum,oturduğumuz evde hiç el ele yürümedik.Bunu bile söylemem zor.Beni hiç dövmüş olabilir mi? Bilmiyorum.Hiç sevdi mi? Onu da bilmiyorum.Elinin yanağımın üstünde hiçbir anısı yok…’’

Evet,bu satırları okuduğunuzda, elinizde olmadan ajitasyona banılmış sayfalar, diye düşünebilirsiniz,ancak biraz sabredip ilerlediğinizde nasıl da büyük bir yanılgı içine girdiğinizi fısıldayacaktır çevirdiğiniz nefti sayfalar sizlere. Daha da ötesi yakalandığınız o duygu çıplaklığıyla birlikte usulca sayfalarını çevirip örtmeye çalışacaksınız O’na karşı mahçubiyetinizi.Bizi mahveden biraz da bu önyargılarımız,sabırsızlığımız değil mi? Sonunu beklemeden çamur atmayı çok iyi biliriz.Neyse biz fazla konuşmadan Şair’in çocukluyla devam edelim yolumuza:

’Çocukluk nasıl unutulur? Nasıl yadsınır? İşte bunları düşünüyorum da belki de ben çocukken daha belleğim oluşmamış,kurulmamış gelişmemişti diyorum.’’

Bu satırlar,''hatırlamak için bir hafızamız varken,unutmak için elimizde hiçbir şeyin olmaması;hayatın bize attığı en büyük kazıktır'' sözünü hatırlattı Murathan Mungan'ın.Size de oluyor mu bilemem ama ben,zaman zaman hatırlamak istemediğim ama bilinçaltımın benle inat edercesine hafızamın kapalı çekmecelerini kurcalamasına fena halde bozulurum.Aslında hafıza metamorfoz halidir vicdanın.İstesek de baş edemeyiz.Ya da yazgımıza boyun eğercesine devam ederiz hayatımıza kaldığımız yerden.Gene de bütün bunlara rağmen bir tek şeyi yapabileceğimizi düşünüyorum,o da vicdanımızı daha fazla rahatsız etmemek.Bazı yaraların çok geç kabuk bağlamasının sebebi de bu değil mi zaten?

Şairin duygularımı derinden sarsan kısımlardan biri de Manisa'nın kurtuluşuna dair verdiği tümcelerdi:

''..düşman yenilmişti,kent bayraklarla donatılmış,YAŞASIN! sesleriyle çınlıyordu.Tutsaklar geçerken halk taş atıyor,tükürüyor,yumrukluyordu.Kentin dış mahallesindeki bir çukuru hiç unutmam:Kent düşmandan temizlendiğinde,sokaklarda,duman içinde hâlâ can çekişen düşman askerlerine rastlanıyordu.Ölü bir askerin bacaklarına çakı saplayan bizden büyük çocukları hiç unutmayacağım''

İşte böyle bir dünyada,böyle bir zamanda çocuk olduğunu fısıldıyor İlhan Berk.Elbette ki tarihi döneme ve şartlara göre değerlendirmek gerekir,ama yine de ''ölmüş bir askerin'' bacağına çakı saplamasını, ki o kişi düşman bile olsa vatanseverlikle izah edemem.Peki ya diğer pencerede hangi resim var onu biliyor muyuz? Okullarda okutulan tarihe bu yüzden ben hiç saygı duymam;çünkü yalanlar silsilesinden başka bir şey değildir ve dünya zannedildiği kadar ne masum ne de temizdir;çocuklar nasıl temiz kalsın ki.Aradan bunca zaman geçti,değişen n’oldu peki? Hiçbir şey.Hatta daha da ''kirlendik;çünkü büyüyoruz''.

Sayfaları çevirirken denk geldiğim şu satırlar,uzun bir süre nutkumun tutulmasına sebep oldu:


  • ‘’Büyük ablam deliydi.Yedi kişilik  küçük evimizde Huriye ablam tek başına bir odada otururdu.Çıplaktı ve öyle öldü:..ablamı Manisa’nın düşman işgalinde evde bırakıp dağa çıktık.Kent yanıyordu ve ablam bizimle dağa gelmek istememişti.Ben neden sonra onun,yangın evimizi sarınca,odasından çıkıp kente indiğini,öyle bir zaman dolaştıktan sonra,saçlarından tutuşarak yanıp kül olduğunu öğrendim.Benim çocuk dünyam da böylece yıkıldı’’

  • Bütün çirkinliklerin,savaşların günahını hep masum olanlar verir.Böyle bir durumu düşünürken bile insanın içi burkuluyor.Aradan yıllar geçmesine rağmen hem de.İyi insanlar neden çabuk göç eder ki bu dünyadan?
  • Şairin de sık sık ifade ettiği gibi sürekli uçlarda yaşadı ve şiirlerini en uçlarda kaleme aldı.Behçet Necatigil de zaten onun için‘’şiirimizin uç beyi’’ diyerek ona hakkını teslim etmiş oldu böylece.
  • Dolayısıyla bu kadar uçlarda yaşayan birinin çocukken nasıl oyuncakları olsun ki.Ya da oyuncaktan kastımız ne tam olarak,gelin gene sözü İlhan Berk’e bırakalım:

  • ‘’Çocuğun oyuncak dediği taş parçası,kırık bir sandalye,bir cam,bir ağaç dalı da oyuncaklarıdır onun.Oyuncak ‘’çocuğun benim’’diyebileceği her şeydir.Bunun için sokağa çıkması yeter.Sokaksa evden çok çocuklarındır.’
  • Şair, her çocuk gibi büyümeye başlıyor ve artık Ortaokul yıllarında boy atıyor.Böylece ilk aşk’la da tanışmış oldu.Yaşlılığında yakışıklı olan Şair, acaba çocukluğunda da o kadar yakışıklı mıydı? Arzu ederseniz sözü ona bırakalım:

Bir fotoğraf karesi:

Yakışıklıyım.Saçlarım biryantinli,parlak,ortadan ayırmışım,üstümden özen akıyor.Bir elim pantolon cebinde,öbür elimle ceketimin yakasını tutmuşum.Ellerimi böylece belki ilk kez koyacak bir yer bulmuşum.Yüzüm adamakıllı uzun,bir at yüzü sanki;kulaklarım küçük,dudaklarım ince,hafif şiş gözlerimin altı…Sevdiğim kız en önde okul müdürünün yanında duruyor.Esmer ve hep gülen.Cebim,onun için yazdığım şiirlerle dolu…’’

Görüldüğü gibi batı cephesinde de değişen bir şey yok,en büyük şairler bile bir aşkla başlamış şiire.Belki aşk olmasa şair de olmaz.E şimdiki aşklar,genellikle yalanla cebelleştiğine göre,şimdiki şairler de neden yalan olmasın ki?

Peki Gerçek neydi şair için:

…’’Gerçek benim!..Gerçekten de kişinin bu dünyayı,dünyadaki nice şeyi anlayabilmesi,onu kabullenmesi,ya da yadsıması,değiştirmek istemesi ancak kendini ortaya koyması,bir birey olarak bu bilince sahip çıkmasıyla başlar.’’

Asıl bizi ilgilendiren de  belki de Şairin yazmayla olan ilişkisini anlattığı kısımdır.Daha ilk okul sıralarında şiirle tanışan birinin ileride büyük bir şair olacağını kim bilebilirdi ki? Ve daha ortaokul sıralarındayken şiirlerini Halk Evi basıyor.Aynı zamanda Hayat ve Muhit dergilerini de takip eder.Bir yandan da Nâzım Hikmet,Ahmet Haşim gibi şairler…Tabi okuyacağım derken insanın başına hiç beklemediği şeyler de gelebilir:

‘’O zamanlar benim günlerim,her gün okula dişçi dışında,kitaplarda geçiyor.Muradiye camisinin kitaplığında beyaz sakallı,nur yüzlü,daha çok ululara benzeyen,yeşil sarıklı birinden dergileri alıp okuyorum.Adam beni hep karşısına oturuyor,oturtup bana bakıyor.Ne zaman bir kitap verse ellerimi ellerinden zor kurtarıyorum.Kitaplık cami gibi sessizdi ve hemen hemen de kimseler olmazdı burada…Bu ulunun bir homoseksüel olduğunu  çok sonra anladım ve ürktüm.’’

Aslında alıntılara yer vermemin sebebi,kitabın içinde saklı duran kelimelerin,hayatların,acıların ne kadar kutsal olduğunu anlatmak içindi.Belki de Şair kadar anlatmayı beceremeyeceğimden korktuğum için de olabilir.Her şeyden önemlisi böyle bir kitabı,hayatı okuduğum için kendimi bahtiyar addediyorum.Böylece okuduğum şairlerin listesinde adı epey geride olan bu Şaire haksızlık yaptığımı da öğrenmiş oldum.Kitabın bana kazandırdığı en büyük şey de bu oldu galiba.Ve tanıdığım onca hayat da cabası.



Daha önce 2008 yılında Çırağan Sarayı’nda İlhan Berk’i konu alan bir söyleşi düzenlenmişti ve gene orada öğrenmiştim aynı zamanda ressam olduğunu.Büyüdükçe öğreniyoruz galiba.


114 sayfalık kısacık bir kitaba ‘uzun bir adam’ın hayatını okumak hiç de öyle kolay olmadı.



Son olarak Alber Camus’un şu sözüyle bitirmek istiyorum:


‘’Bu dünyayı anlamlı bulsaydım kalemi elime almazdım’’









                                                                                                              Ekim 2013


22 Eylül 2013 Pazar

İtiraf




Uzun bir zaman oldu aranızda olmayalı. Malûm biz şairler, çok yoğun oluruz.Mütemadiyen şiir yazıp okuduğumuz için de pek vaktimiz olmaz safsata yapmaya. Kendimiz için değil cancağızım, daha çok siz sevgili okurlara iyi şiirler sunmak için ortalıkta görünmeyiz.Tıpkı öleceklerini anladıklarında çekip giden kediler gibi,kayboluruz ortalıktan.Ah bir de bu ukalalığımız olmasa!.. Bazı şairler süper egodan yoksun olduklarından,ne dedikleri de pek anlaşılmaz.Abesle iştigal etmeyi marifet sanırlar. Fikirlerini iyi tahlil etmelisiniz bu yüzden,yoksa üzülen siz olursunuz.

Ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi?

 Neyse bırakalım bunları, söyleyin bakalım neler yaptınız ben yokken? Ya da boş verin lüzumsuz bir soru oldu.Hem bana ne, ne yaptığınızdan öyle değil mi? Bir de ne iş yapabilirsiniz ki okumaktan başka. Kaldı ki canım çıktı, okumayı sevdirene kadar size. Elbette ki pişman değilim, onu demek istemedim.Hemen yanlış anlıyorsunuz ayol beni,teessüf ederim. Duyduğuma göre şiir de karalıyormuşsunuz. Bu kervana katılmayan bir siz kalmıştınız zaten.Hatta şair olmak istediğinizi ifade etmişsiniz pislik içinde boğuşan günlüklerinizde.Okudum tabii.Hem de tek tek,kim ne yazmış hepsini biliyorum.Çok komiksiniz, hatta aklınızın alamayacağı kadar çok. Sizin gibi insanların yapacağı meslek değil ki şairlik. Öyle birkaç çapulcunun dediği gibi kutsal bir meslek falan filan da değil.Aldanmayın bu kaşarlanmış sözlere rica ediyorum.Hem kutsal olsaydı dilencilik yaparak satmaya kalkışırlar mıydı şiirlerini? Nereden mi biliyorum? Bastıkları şiir kitaplarını köşe başlarında bekleyerek satmaya çalışanların, herhangi bir profesyonel dilenciden ne farkı var sizce? Hiç. Bütün suç sadece onlarda mı peki? Elbette değil. Hepinizde.Okumayı bırakıp şiir yazacağız diye tutturursanız böyle köşe başlarında züğürt gibi dilenir işte şairler. Hakkınız yok bu suçu işlemeye.Yazıktır,günahtır!..Kendinize gelin cancağızım.Hiç yakışık kalıyor mu siz alaylı okurlara.Ben yakıştıramıyorum.
Ama anlatacaklarım bunlar değildi ki.Nereden geldim bu konuya,hiç anlamadım.

Durun durun bulacağım şimdi…

Hah, hatırladım:

 Anlatıp anlatmama konusunda çok düşündüm doğrusu, ancak mevzubahis değerler olunca düşünecek hiçbir şeyin olmadığına karar verdim. Şaşkınlığınızı anlayabiliyorum, hak da veriyorum tabiî. Geçen gece şair dostlarla birlikteydik yine bir meyhanede. Herkes en son kaleme aldığı şiiri okudu önce. Bilahâre eleştirilmeye başlandı şiirler. ‘’Mirim biraz daha metafor kullansaydın ya; metaforsuz şiir hiç sevmem’’,demesin mi bir şair dostumuz.’’Ama ben de hece şiiri sevmem cancağızım,n’olacak’’ diye bir cevap alınca, tartışma gittikçe büyüdü. Bense olanları seyrediyordum acemi bakışlarla. Çok gülünç bir vakayla karşı karşıyaydım zira ve n’apacağımı bilemiyordum. Karar verdim,tartışmayı seyredecektim. Gece boyunca sohbet birbirine iğnelemelerle geçti. Bu konuda şairler eskilerin deyişiyle pek istidatlıdır; yani yeteneklidir.Sabaha kadar sürdü bu sidikli atışmalar,anlamadığım bir şekilde.Tam herkes sakinleşti dediğimiz anda da bir şair arkadaşımız,yani hepinizin çok yakından tanıdığı ve ismiyle müsemma olan Şair Yazgı, hiç nâhoş olmayan bir kelimeyi ağzından kaçırınca,tabiri caizse işin cılkı çıktı. Buna maruz kalan ise laf aramızda şiirlerini çok sevdiğim Senai Kabahat oldu.Tabii ki Sayın Kabahat’ın avukatlığını yapmayacağım; olması gerekeni söyleyeceğim: Gecemizi mahvettiler!

Off of!..

Çok yorgunum, o yüzden hiç sormayın sonra n’oldu diye. Siz, sadece okuyun,kaldı ki şairleri anlayamazsınız? Biz bile anlayamıyoruz kendimizi bazen.Hayır sizi kırmak gibi bir niyetim yok,gerçekleri söylüyorum.Hep böyle yapıyorsunuz,olmaz ki.Ama siz olmasanız şiir yazmanın da hiçbir anlamı olmaz,kabul ediyorum. Şunu iyice belleyin:şairler olmadan siz bir hiçsiniz!.. Çok çetin oldu bu söz de.

Peki, neden bazı şairler, hiç tartışmasını beceremiyor? Neden sürekli hakaretvari cümlelerin gölgesine sığınıyorlar? Cevaplar çok basit olmasına rağmen,hep kaçarlar nedense yüzleşmekten kendileriyle. Yine de ne olursa olsun hiç kimsenin hakkı yok başka birini kırmaya. Yoksa  nasıl olsa şairiz, deyip dillerine hakim olamadıkları için mi böyle davranıyorlar? Hayır hayır tamamen kişinin kendini bilememesinden kaynaklanıyor. Bu gibi insanlarla-affedersiniz şairler- değil şiir, lahmacun fiyatlarını bile tartışamazsınız.Kendi yazgılarına terk edeceksiniz böylelerini,ancak o zaman anlarlar hayatın cilvesini.

Herkes şair.mi?

Sahi ders alırlar mı?

Şimdi soruyorum ne olacak?

Hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam mı edecekler? Daha önce hep böyle olmadı mı zaten, diyeceksiniz belki de.Bilmiyorum ama ben bu işlerden sıkıldım. Hem de fazlasıyla. Sıkıldıysan bırak şiiri, diyerek kolaya kaçmayacağınızı biliyorum;bu kurtuluş değil çünkü.

Üstüme gelmeyin ve kapatın artık bu konuyu.Baksanıza Godot gelmedi hâlâ.Çok özledim onu. Ahh…Hasretlere tutsağım cancağızım!..Olmuyor işte,yapamıyorum. Her akşam buraya gelip onu bekliyoruz.Yıllar geçti…Ama yok işte. Estragon, ayakta duramayacak kadar yaşlandı.Vlademir’i de yarın asmaya götürecekler.N’apacağız? Elimizden hiçbir şey gelmiyor.Godot gelse böyle mi olurdu?
Haberiniz var mı tüm bunlardan? Gidiyorlar işte birer birer.Yalnız kalacağız,kimse bizi anlayamayacak.
Kime derdimizi anlatacağız?
Kime sığınacağız geceleri?

Toparlayamıyorum.

Unutmadan, bu haftaki ödeviniz: ’’Vox populi,vox Dei’’.
Bu söz üzerinde tartışacağız,hazırlıklı gelin.İtiraz istemem.


Bastonum nerede! 









Şubat 2013



29 Haziran 2013 Cumartesi

Godot’yu Beklerken




Godot gelecek, hiç endişe buyurmayın. Sizi boşuna bekletmiyorum cancağızım,muhakkak gelecek. Hayır, kendisini şahsen hiç görmedim, lâkin geleceğine dair söylentiler geldi kulağıma. Söylenti deyip de geçmeyin rica ederim, ya hakikat payı varsa,ol vakit ne olacak hiç düşündünüz mü?  

Şu zamana dek, beklenen kişinin geldiği nereden mi görülmüş?  İlk defa lafı gevelemeden  ziyadesiyle haklısınız demek istesem de, diyemiyorum.Ama ussal sorular sormaya başladığınızın siz de farkındasınızdır umarım.Epey yol katettiniz..Beni şaşırtıyorsunuz ziyadesiyle. Bu istikrarı bırakmamanızı dilerim. İlk zamanlar düzeleceğinizden pek emin değildim doğrusu, ancak bu akşam benimde  yanılabileceğimi öğrettiniz.  Benimle alakalı sarf ettiğiniz sözler için ise  müteşekkir olduğumu belirtmek isterim.Bu kadar sevildiğimi bilmezdim; sözlerime önem verilmediğini sanıyordum mamafih. Hatta benden nefret ettiğinizi sanıyordum. Hicap duyuyorum bundan mütevellit.

İyi ki varsınız,söylenecek başka kelam bulamıyorum zira.

Hadi,yaklaşın biraz daha,gözlerinizin içine bakıp öyle devam etmek istiyorum laflarıma. Kulaklarınızı da iyi açın. Godot’yu beklemek mecburiyetindeyiz, başka çaremiz yok! O gelirse memlekette her şey değişecekmiş gibi bir his var içimde.Beni anlamaya çalışın cancağızım. Tanımıyorum kendisini dedim ya az evvel,yoksa neden söylemeyeyim kim olduğunu. Ya gelmezse, ne mi olacak dediniz? Hayır hayır, böyle bir ihtimal mevzubahis bile olmamalı, katiyen. Buyurunuz sizi dinliyorum. ‘’Godot, Mesih olabilir mi?’’dediniz. Fevkalade bir soru bu. Şuan cevap vermek istemiyorum lakin(galiba bu soruya hazırsızlık yakalandım).Başka bir toplantıda derin derin ele alalım.Ne dersiniz?

Anlaştık o zaman.

 Sessiz olun lütfen, ezan okunuyor. Ezan dedim de aklıma bir hikâye geldi. Müsaadenizle paylaşmak istiyorum: bir gece canım çok sıkkındı. Can sıkıntımı gidermek için birçok saçmalık yaptımsa da geçmedi.Kendimi dışarı attım hemen. Güneş batmak üzereydi.Yürümeye devam ettim kaldırımda.Bir süre sonra ‘’eş…eş hedü eş…hedü eş hedü…’’ diye minarenin hoparlöründe ses kontrolü yapan bir müezzin sesi dokundu kulaklarıma. Anladım ki akşam ezanı okunmak üzere. Nereye baktığını bile bilmeyen o adamlar gibi yoldan geçenlerin çoğunun başı minareye yöneldi.Herkesin yüzünde bir tebessüm dağılıyordu etrafa. Fuzuli yapılan akşam sohbetlerine malzeme çıktığından belki de bu kadar tebessüm ediyorlardı,bilemiyorum. Bense gülemeyecek kadar kızgındım aslında bu müezzine.Uydurma değil elbette bu anlattıklarım. Tamamen yaşanmış bir hikâyeden bahsediyorum.

Bazı müezzinlerimiz kendilerini assolist olarak mı görüyor acaba, mikrofonu elerine alırlarken? Keşke bununla kalsalar sadece.  Neyse yormayayım sizi. Sözlerime alınıp dışarı çıkan mı var dediniz? Hani nerede göremiyorum. Ya da boş verin onları,biz kendi halimize bakalım. Şaklabanları kaale alacak yaşı çoktan geçtim. Size de tavsiye ediyorum. Hem, onlara pabuç bırakacak göz var mı ben de? Yaaa!..
Cancağızım boşuna yaklaşın demedim.Bir bildiğimiz vardı ki gelin dedik. Biraz önce neler olabileceğini tahmin etmiştim. Ermiş falan değilim,böyle bir iddiam da yok(en nihayetinde şuan.) Sakın elimi öpmeyi kalkışmayın, öptürmem... Bize yakışık kalmaz da ondan.

‘’Godot!.. Godot...Godot!.. ‘’

Bu konuyu kapattığımızı düşünüyordum,ne oldu size böyle birden anlamadım ki. Kaldı ki Godot’nun böyle bir adam olduğunu tahayyül etmek bile istemiyorum.Siz, Godot deyince ivedilikle gelebileceğini mi sandınız yoksa? Hah ha ahaa! Siz burayı tribünle karıştırdınız herhalde.Gidin orada böğürün.  İçinizde kurtlanmış yabani hayvanı ancak bu şekilde dışarı çıkarabilirsiniz.Ben de çok izledim zamanında,ancak sıkıldım.Kendime başka bir meşgale buldum. Buna rağmen yine ara da bir televizyonun başına geçip izlerim. Alışkanlıklardan kurtulmak o kadar kolay değil biliyorsunuz. Sizin gibi böğürmezdim tabii ki.Edebimizle izler sonra da evimize geçerdik.  Sizi tenzih ederim ama, niye bağırdığının farkında bile olamayan birkaç ahmaktan mütevellit  maçlara da gidemez olduk.Ahmaklar!..Hangi takımı tuttuğumu söyleyemem. Ama söylediklerimden anlayabilirsiniz. Pek bir ehemmiyeti olmadığını en çok da ben bilirim. İlk aşk gibidir bu,bırakınca unutulmuyor öyle.

Bu bahsi hemen kapatalım,daha fazla konuşmak istemiyorum. Döndük dolaştık topa bağladık ya sohbetimizi, daha ne diyebilirim ki. Sizin de ilginizi celbetti tabii, uyarmadınız. Her şey arapsaçına döndü resmen.Neyden bahsedeceğimizi unuttum. Kafamı toparlamalıyım.

Son olarak;

Godot’dan umudunu kesen var mı?

Yok mu?


Dağılabilirsiniz!



2 Mayıs 2013 Perşembe

intihar







intihar
dualar kadar vazgeçilmezken
beynimde
ne anlamı var ki beklemenin
azrail’i



nisan 2013

22 Nisan 2013 Pazartesi

Vatanika






Dinleyin ey varlığını hiçe sayan idare-i maslahatçılar ve dübür-ü muazzamasını toprağa terk eden behey kazkafalılar,siz de işitin!

Çok zor bir dönem geçiriyoruz diye varlığımızı hiçlik uğruna fedâ edecek değiliz. Asla vazgeçmeyeceğiz ayaklarımızı ferahlatan toprakların huzur senfonisinden.Bizi yıldırmaya gücünüz yetmez, anlayın artık. Küflenmiş ağız kokunuzdan da bıktık!.. Geceleri ceset çiğneyen mahlûkatlar gibi her tarafı sardı kokusu boğazınızın.Şunu da unutmayın ki; nereye giderseniz gidin, bir çırpıda
tanıyacaklar gölgelerinizin karanlık renginden.Nereye kaçarsanız kaçın, vuracaklar ağzınızdan fışkıran salyalardan.Uslanın ve çökün yerlerinize; vatanı yok Tanrıların.

Görüyorsunuz yine dumura uğrattım sizi. Hiç beklemiyordunuz değil mi böyle bir çıkışı? Aslında, onların hiçbiri umurumda değil,ne düşünürlerse düşünsünler. Şuan tek derdim var, o da Godot’nun sıhhâti. Son aldığım bilgilere göre ağır bir melankoliğe yakalanmış.Kimseyi görmek istemediği gibi tedavi olmayı de refüze ediyormuş; fakat ısrarlara daha fazla dayanamayıp hastanenin yolunu istemeden de olsa tutmuş.Ne de olsa serde erkeklik,şey yani korku var.Öfkemi mâzur görün;ama dayanamıyorum bu hasrete. Hayır hayır aklıma kötü şeyler getirmemeliyim.Yanına gidip, belki sen gelmek istemiyorsun Godot ama,biz hep bekliyoruz seni,deyip sonra dönmek,bir de o uyurken kulağına: Godot,sen  ölmemelisin,sana ihtiyacımız var,demeyi ne çok isterdim;hani yeni doğan çocukların kulaklarına ezan okunur gibi usulca.

Fakat hâlâ aklım almıyor,nasıl olur da bu çok önemli şeyi kaçırırız,nasıl duymayız.dün geceden  beri bunu düşünüyorum,çıldırmak üzereyim resmen.Merak etmeyin birazdan anlatacağım.Eminim siz de duyunca çok şaşıracaksınız,hatta kafanızı duvarlara vurmak isteyeniniz bile olacak; öyle umuyorum yani.Biraz daha sabretmelisiniz.Önce şu gündemi irdeleyelim hep birlikte; siyaset,şiir,roman vesaire vesaire…
Tabii edebiyatı bir kenara bırakalım şimdi,asıl konumuz politika(çok yüz).Bakalım daha ne kadar şeyi bizden saklayacaklar ve daha ne kadar yalanı doğruymuş gibi anlatacaklar bize.Çünkü ‘’Politikacılar gerçeği gizlemek,sanatçılar ise gerçeği göstermek için yalan söyler’’ Öyle bakmayın suratıma bu kadar güzel lafı elbette ki ben söylemedim ve dilim de dönmez söylemeye zira.Bu söz V for Vandetta’ filmine ait.Ben sadece elçiyim ve elçiye zevâl olmaz.
Sanırım siz de hiç memnun değilsiniz, politikacıların takip ettiği şu politikadan.Nereye gidiyoruz,sonumuz ne olacak gibi sorularla kafanızı zincirlemiş durumdasınız. Umut etmeyi ise çoktan alfabenizden söküp atmış gibisiniz.Sürekli ya….sa…ya…se...Ama hiçbir zaman aklınıza bekleyelim,bakalım n’olacak gelmiyor.Oysa siz, geleceğini bile bilmediğiniz birini haftalardır hiç bıkmadan,şikâyet etmeden umutla bekliyorsunuz.

Neden?

Çünkü kendinizi ona inandırmışsınız,şayet gelirse bir gün bizi burada görsün,yanında olduğumuzu bilsin diye. İkisi de farklı şey değil mi?! Bu ülke sorunu,diğer bir deyişle vatanın tehlikeyle olan imtihanı,nasıl aynı kefeye koyarsın diye dem vuruyorsunuz belki de.Haklısınız,ama emin değilim. Vatanı en çok siz seviyorsunuz ve en çok siz sahip çıkıyorsunuz vatan’a. Oysa vatan, her gün 0.50 TL’ye satılıyor ve gıkınız bile çıkmıyor. Bu nasıl bir çelişki, bu nasıl bir riyârkârlık? Hani, vatana ilk popu getiren şarkıcı Erol Büyükburç’un haykırdığı gibi: vatanı en çok size sormak gerek,en çok size; saksı değilsiniz çünkü.


Durun,daha söylediklerim bitmedi,öyle kaçıp nereye gidiyorsunuz? Vatan'ı kurtarmaya mı yoksa?

I understand you

Anonim bir şaire mülhem olarak:

Siz bana nâkıs nâmütenahiden zâit nâmütenahiye dek vız gelirsiniz!
Bunu herkes bilir, siz de bilin!





Dağılabilirsiniz.




Harun Aktaş
Nisan 2013

7 Nisan 2013 Pazar

BUDALA





‘’Zeki insanlar asla bir baltaya sap olamaz,olanlar yalnız aptallardır.’’
(Fyedor Mihayloviç Dostoveski)

Sevgili Godot,bunca zaman bizi beklettiğin için hepimiz sana çok kırgınız;o yüzden bu akşam senden bahsetmeyeceğiz;ama yine de üzülme sadece bu akşam.Şunu da bilmeni isteriz ki; seni beklemekten caymayacağız hiçbir zaman, ne hastalıkta ne de sağlıkta.Ayrıca ne kadar bekletsen de varlığına ihtiyacımız olduğunu bilmeni isteriz?

Şaşırdınız değil mi,böyle başladığım için söze?

Biliyorum hepiniz gündemden birkaç kelâm edeceğimin beklentisi içerisindeydiniz;ama bu beklentinizi karşılayamadığım için üzgünüm. Gündem o kadar hızlı akıyor ki, yetişmek mümkün değil( bırakın yıkanmayı bu ırmakta,elinizi bile yıkasanız şükredin). Siz yetişiyor musunuz yoksa? Kaldı ki, nisan ayına nasıl geldik onu bile anlamakta güçlük çekiyorum şuan.’’Nereye gidiyoruz böyle? Ne zaman geldik 2013’e ve hep böyle mi devam edecek?’’, sorularıyla aklımı bulandırmış durumdayım. Bunları söylediğim için belki de bıyık altından gülüyorsunuz bana kim bilir.Hayır elbette ki kızmayacağım,sizin yerinizde olsaydım ben de kendime gülerdim. Korkarım kendimle alay ettiğim için söylediklerimi de kaale almayacaksınız; yetişkin ve her saati dolu geçen insanlarsınız çünkü. Demek istediğim,beni dikkâte alacak ve söylediklerimi kafanızda sindirecek kadar zamanınızın olmadığını düşünüyorum.Üzerinizde büyük bir yük var bu aralar, ne de olsa âkil insanlarsınız.

Neden öyle baktınız, nâhoş bir kelime mi kullandım farkında olmadan?

 Anladım ‘’âkil’’e kızdınız.  Kesinlikle o şeyi kastetmedim.Yazılışları aynı olsa da farklı anlamlar barındırıyor içinde. Hassas bir konu zira, bilinçli bir şekilde bulandıracak kadar hayâsız değilim.Öyle birkaç demagoji ustasının mahâretini ifa edecek yetkinlikte de bulmuyorum kendimi.Onlar gibi olabilmem için daha çok sene var. İtiraf etmek gerekirse; en az sizin kadar ben de huzuru özledim. Neden kendime haksızlık yapayım ki,o kadar aptal mıyım? Bakın ‘’özgürlük’’ demiyorum artık.’’Huzur’’ diyorum;ihtiyacımız olan en önemli şey huzur oldu son dönemlerde çünkü. Hatta huzur, özgürlükten bile popüler hâle geldi farkında mısınız(popülizmi sevmem;söz konusu huzur ise gerisi vesaire vesaire)?  Sözü ne yapıp edip dolaylı yönden de olsa gündemden kesitlere getirdim. Sizi kandırmadım merak etmeyin,sadece dikkatini celbetmek adına küçücük bir hileye başvurdum o kadar. Tabiî hile yapmak, kandırmanın üvey abisi değil mi, diye soracaksınız.Haklısınız kesinlikle.Kendimi esefle kınıyorum bunun için.
Yok  artık, o kadarı da değil cancağızım,şiddetle kınayamam.Böyle bir dönemde şiddet’e ne lüzum var.Biraz duyarlı olmak gerekir ve biraz da sabırlı.

Yüzüme bakıp sanatçılar ne olacak mı soruyorsunuz? Sanatçılardan kastınız,şair,yazar ve müzisyenlerse elbette ki cevaplayabilirim.Ama ben müzisyen değilim,onları anlayamam.Şair ve yazar da olmadığıma göre söyleyecek sözüm de yok. Evet eskiden karalardım şiir; ancak onu da bıraktım. Bakın şair dediniz yine huylandım.Bu sıfata bir türlü ısınamadım. O kadar çok ki,o kadar şiir var ki! Kulaklarınızı açın da size gündemden bir şey paylaşayım: adını şuan hatırlayamadığım bir şair: şiir öldü dedi. Hatta şiirin başkenti Fransa’da bile artık can çekişiyor diye ekledi kendisiyle yapılan röportajda. Düşündüm de her üç insandan dördü şair olan bir memlekette nasıl olur da şiir öldü, der anlam veremedim.Hem adama deli demezler mi? Bunu söyleyen alelâde bir insan olsa,belki kulak asmaz yoluma devam ederdim;ama çok derin fikirleri olan bir şair olunca ister istemez önemsedim. Bir çelişki var değil mi? Ya da biri yalan söylüyor; ama kim?


Yoksa durmadan budadıkları için mi bu kadar budalayız?!


Hepimiz Budala’yız,Buda değil!







Harun Aktaş
Nisan 2013

30 Mart 2013 Cumartesi

YALNIZ ÖLÜR GERGEDANLAR




İnsanoğlu ömrünün çoğunu hep birilerini ya da bir şeyleri beklemekle geçirir. Öyle ki, şarkılar bile beklemenin kutsiyetinden bahseder çoğu zaman.Mesela, ‘’ beklemek ibadet,kalmak zulümdür’’ şarkısını çoğumuz kaseti(ya da cd), tekrar tekrar başa alıp dinlemişsizdir Orhan Gencebay’ın.Bununla birlikte, ‘’gelecekse beklenen,beklemek güzeldir’’ gibi sarf edilen sözler ise, yüreğimizin ağrıyan yanına merhem olur.
Beklemek,beklemek, beklemek.


Hiç tanımadığım;ama müşterek bir noktamızın var olduğunu düşündüğüm birçok bekleyen gibi, Bahman Ghobadi’nin yeni bir film projesi olduğunu ilk duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Acaba nasıl bir film olacak,diye hep sorardım kendime  yaşadığım semtin arka sokaklarını deli divane bir halde adımlarken. Elbette ki daha önce izlediğim filmlerinin payı da mevcut böyle düşünmemde. Peki, sizin de bu şekilde beklediğiniz anlar oldu mu, diye üstü kapalı bir soru yöneltsem? Çok değer verdiğiniz bir yazar ya da bir şair, ‘’üzerinde uzun zamandır çalıştığım kitabım nihayet bitti,dolayısıyla çok yakında elinizde olacak’’ diye içtenlikle okuruna müjdelemesi, büyük bir merakla beklemenize ve heyecanlanmanıza sebep olmaz mı? Belki de o başka, bu başka diyeceksiniz. Ya da ben abartıyorum. Ancak yine de Pasolini’ye sırtımı dayamak istiyorum burada: ‘’aşırı olan doğrudur.’’

Bu sorunu da hallettiğimize göre devam edebiliriz kaldığımız yerden.

 Filmin isminden yola çıkarak, beynimin en ıssız kalmış odasında küçük küçük ''sözlü senaryolar'' karaladığımı itiraf etmek ve bir noktadan sonra da vazgeçmek zorunda kaldığımı söylemek istiyorum;fakat bu şekilde yaparak kendime haksızlık yaptığımı düşündüm; bilahare filmin oyuncu kadrosunun adları açıklanmasıyla  daha ayrı bir heyecan sardı pejmürde kıyafetli bedenimi diyebilirim. Hafızam beni yanıltmıyorsa ilk önce, Yılmaz Erdoğan’nın bu  filmde yer alacağını öğrendiğimi hatırlıyorum. Birkaç gün geçti geçmedi Monica Bellucci’nin adı da Türk medyasında yankılanmaya başlamasın mı? Kaldı ki, daha yönetmen motor demeden böyle ses getirdiyse,gerisi ölüyü diriltme çabasından başka ne olabilir ki? Diyeceksiniz ki,adı üstünde Monica Bellucci bu.Haklısınız,hem de çok haklısınız; zaten bir an önce filmin çekilip, bu divane halimden kurtulmayı da çok istemiyor değildim hani.

Buraya kadar hoş güzel de, hangi filmden bahsediyorum ben? Hepinizin daha başından tahmin ettiği gibi Gergedan Mevsimi’nden.Ayrıca söylemeden edemeyeceğim,sayılı gün çabuk geçer sözü benim için hiçbir anlam ifade etmediğini bu vesileyle belirtmek isterim; çünkü bazı sözler söylendiği dönemlerde anlam kazanırmış sadece.Bunu bir kez daha anladım bu vesileyle maalesef. İşte tam bu nokta da İsmet Özel’e söz hakkı doğuyor:

 ‘’bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman bu söz asıl anlamını kavradı’’


Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, filmde bir hayvan ismiyle karşı karşıyayız. Ancak bu sefer bizim memlekette hiç rastlamadığımız bir hayvan( bu da demek değildir hiç görmedik). Unutmamak gerekir ki Ghobadi,bu isimleri verirken tabii ki seyirciler heyecanlansın, diye yapmaz. Bunu anlamak hiç de güç değil aslında; ama asıl konumuzu aştığı için bu mesele burada kesiyorum bu bahsi de.Filmin egzotik ismiyle devam etmek istiyorum kaldığımız yerden (Film daha yeni olduğu için,bahçeye girmek yerine etrafında gezinmeyi uygun gördüm:spoiler'a ne gerek öyle değil mi?).Şimdi  aklımıza ilk gelen soru: neden gergedan olduğudur; çünkü bizim kendimize ilk sorduğumuz soru,neden gergedan olduğuydu.Anlattığı hikâyeyle orantılı olarak şöyle diyebiliriz belki: çoğumuzun bildiği üzere gergedan derisi çok kalın olan bir vahşi hayvandır; kalın derisinin altındaki o yumuşaklık bize İran devriminin şiddetini ve bunun altında yatan iç kanamayı simgeliyor diyebiliriz.mi? Ve gergedanlar ekseriyetle tek başlarına yaşarlar. Dolaysıyla, İran da o dönemler yalnızdı. Şuan bile yalnız başına susuzluğunu gidermeye çalışıyor; ancak onun yalnızlığı güçlü! oluşundan gelir biraz da. Diğer bir taraftan filme baktığımızda  karakterlerin yalnız olduklarını görürüz.Yalnızlığın ve yalnız insanların  birbirleriyle mücadele ettiği esrarengiz bir masal gibi akıp gider…



Ve o gün geldi artık.Gergedan Mevsimi sinema salonlarında yer aldı. Hiç vakit kaybetmeden gidip izlemem lazımdı. Vizyona girdiği ilk gün izlemeliydim hatta,yoksa filmin hiçbir özel anlamı kalmayacaktı benim için. Aynadaki kendime sorarak:bu kadar bekledin, bir iki gün daha sabretsen n’olur sanki?  Ancak hemen ardından sustuğumu eklemek istiyorum; çünkü ne yaparsam yapayım kendimi ikna edemeyecektim. Zaten daha önce dostlarla birbirimize söz vermiştik, o gün birlikte gideceğiz, diye; ama ne yazık ki birbirimize söz verdik dediğim çok değer verdiğim arkadaşım, çok sevdiği kız arkadaşıyla daha sonra gideceğini söyledi bana. Olacak şey mi bu,diyeceksiniz biliyorum.Siz sordunuz,ben cevaplayayım: Oluyor maalesef. Ama yine de yoluma devam etmek zorundaydım.Empati denilen bir durum var. Haklısın, deyip başka bir sayfaya atladım. Hem,başka ne diyebilirdim ki?  Hiç vakit kaybetmeden yalnızlığa şiir karalayan, başka bir arkadaş bulmam lazımdı hemen. Telefona uzattım elimi ve yalnızlığı hayat felsefesi edinen o arkadaşımı aradım: kalk Gergedan Mevsimi’ne gidiyoruz,dedim. Daha önce çınlattığım için kulağına,gelebileceğini söyledi( her ne kadar daha önce böyle bir şeyden bahsetmediğimi söylese de). Her şeye rağmen buluştuk,gittik.


(Uzattığımın farkındayım ve yeri de değil bu yazdıklarımın; dolayısıyla sabrınıza sığınarak bununla ilgili son düşüncelerimi de bırakıp asıl konumuza tekrar geri döneceğim. Beni yalnız bıraktı dediğim o mezkûr  dost, bu yazılanları okuyacağı için bizzat yazmak istedim bu olayı; çünkü unutulmasın istedim ve  yıllar sonra tekrar okuduğunda yüzünde küçük bir tebessüm belirsin istedim. En çok da bunun içindi sanırım.Belki tam tersi bir tepkiyle de karşılaşacağım,bilemiyorum. Dileriz mesaj yerine ulaşmıştır.)

Konuyu daha fazla dağıtmadan filmin altında gölgelenmeye devam edelim.Ghobadi’nin, daha önce‘’Sarhoş Atlar Zamanı ve Kaplumbağalar da Uçar’’ filmlerini izleyenler, bu filmi izledikten sonra aradaki farkı net bir şekilde göreceklerdir muhakkak.Bununla yanında, benzer ayrıntılar da ele veriyor kendilerini.Zaten en başta filmin ismi. Malumunuz üzere Ghobadi, filmlerine hayvan isimlerini vererek anlattığı hikâyeleri derinleştirmeyi çok başarılı bir şekilde yapabilen bir yönetmen. Vazgeçilmezidir diyebiliriz hayvanlar. Hem, hayvanlara bu derece âşık kaç yönetmen var? Belli ki insanlarla anlatamadığını,hayvanlarla tamamlamak istiyor. Onun filmlerindeki hayvanlar,şiirlerdeki metaforlar kadar kutsaldır. Onlarsız olmuyor hani desem abartmış olmam-yine-. Kendisiyle yapılan bir röportajda da: ‘’Ben hayvanlara âşığım. Hayvanlarda insanlarla ortak olan bazı anahtar davranışlar vardır. Ben o izleri bulmanın peşindeyim. Mesela filmdeki karakterin etrafına nasıl baktığını, nasıl davrandığını inceleyip, onun hangi hayvana benzediğini çıkarıyorum. Bu filmdeki karakter de gergedana benziyor.’’der. Anlatmayı beceremediğimi düşündüğüm sözlerin altını da dolduruyor bu sözler.


Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak çekilmiş zaten. Sahel, İran devrimi zuhur etmeden önce yayınladığı‘Gergedan’ın Son Şiiri’ adlı şiir kitabıyla adını duyuran ünlü bir şairdir.Fakat devrim gerçekleştikten sonra siyasi propaganda yaptığı gerekçesiyle cebren ele geçirilerek otuz yıla kadar mahkum edilir. Eşi Mina(Monica Bellucci) ise on yıla çarptırılır. Bütün bunlara sebep olan da şüphesiz, Mina’ya saplantılı bir şekilde âşık olan Akbar (Yılmaz Erdoğan)’ dır. Akbar ise Mina’nın babasının şoförüdür. Tabii bir gün daha fazla gizleyemez  aşkını içinde ve itiraf  eder Mina’ya. O da yüksek bir rütbeye sahip, asker olan babasına anlatır durumu.Akbar, fena bir biçimde dövülür,sonra da kapı dışarı edilir. Her şey bitti dediğimiz bir an da, olaylar gizemli bir şekilde gelişir. Devrimden sonra,büyük bir güç el eder Akbar. Kazandığı bu güçle acımasız bir şekilde intikamını almaya başlar onlardan. Dediğimiz gibi bu sadece başlangıçtır. Bütün olanlara rağmen, Mina’ya olan aşkı hâlâ devam etmektedir.Hiçbir şey engel olmaz ona. Zalim olacak kadar hem de. 

Derin ayrıntılara girerek sürpriz sahnelerini deforme etmek istemiyorum filmin. O yüzden biraz da oyuncuların performanslarından bahsetmek istiyorum.Öncelikle,Behrouz Vossoughi’den başlamak gerek.İran’ın dünyaca ünlü en önemli oyuncusudur diyebiliriz;ama 31( kimilerine göre 35) yıl hiçbir filmde yer almayarak uzak(küs) kalmıştır sinemadan. Neden uzaklaştığını kestirmek güç tabii.İran devriminden sonra ülkesinden uzaklaşmak zorunda kalır birçok aydın gibi ve bir daha da ekran da görünmez.Belki de bu yüzden yalnızlığı seçmiştir. Filmde bile bu sessizliğini muhafaza etmiştir.O yüzden, Vossoughi’nin geri dönüş filmidir de diyebiliriz bu film için. Gobhadi’nin sinemaya yıllarca küs kalan bu ünlü oyuncuyu tekrar kazandırdığı için ayrıca tebrik edilmesi gerekir. Vossoughi yani filmdeki adıyla Sahel hapishaneden çıkmadan önce eşine onun öldüğünü söylerler. Çıktıktan sonra da eşini aramaya koyulur.Bilahare eşinin Istanbul’a yerleştiğini öğrenir.Hiç vakit kaybetmeden İstanbul’a gider. Suskunluğuyla ayrı bir hava katan bu oyuncu adeta geçmişin de intikamını alarak kameranın karşısında öylece bakar seyirciye.İyi oyuncunun çok konuşarak kabul görülmemesi gerektiğini suskunluğuyla öyle bir anlatır öyle bir anlatır ki bakışlarındaki o puslu kalmış hüznü hemen yakalıyorsunuz. Buna rağmen, beklenilen ilgi ve alakayı, Monica Bellucci kadar görmedi maalesef.
Belçim Erdoğan ve son dönemlerde adından sürekli söz ettiren Fatmagül,affedersiniz Beren Saat’in oyunculuklarıyla ilgili yorumu da sizlere bırakmak istiyorum. Bu yükten de muaf olduğuma göre hiç vakit kaybetmeden Monica Bellucci’ye dönüyorum tekrar yüzümü. Saf ve düşünceli bir duruşla çok güzel bir kadın gerçekten, bunu söylemeden edemeyeceğim; ama bir o kadar iyi bir oyuncudur.Bizi ilgilendiren de bu özelliğidir zaten. Filmde rolünü içselleştirerek hakkını fazlasıyla vermiştir. Abartıya gitmeden, en doğal şekliyle hem de. Öyle ki  dünyaca ünlü tiyatro kuramcısı olan Eric Morris( rol yapmayın)’i şimdi daha iyi anladığımı da itiraf etmek istiyorum. En azından ne demek istediğini net bir şekilde görme şansı yakaladım bu film sayesinde.

Ve Yılmaz Erdoğan. 


Son zamanlarda izlediğim filmlerde(yerli-yabancı) oyunculuğuyla beni derinden etkiledi. Bazı oyuncuların  gerçekten iyi olup olmadıklarını anlayabilmek için çok zıt rollerde oynamaları gerekir,yoksa bunu anlamak güçleşir. Cem Yılmaz, nasıl ki, Av Mevsimi’yle bunu kanıtladıysa, Yılmaz Erdoğan da bu filmle o yüzünü gösterdi.Tabii tamamen bağımsız bir seyirci gözüyle söylüyorum bunu.Bunu da unutmamak gerekir. Yani demem o ki,farklı rollerde görmek bazı oyuncuları harikulade hoşuma gider. Konuştuğu farsça bile o kadar yakışmış ki Yılmaz Erdoğan’a.Bir insana anadili nasıl yakışıyorsa,öyle yakışmış O’na. Özellikle, bir sahne var ki,sırf o sahne için filmi izlemeye tekrar izleyebilirim. Şiir seven biriyseniz hele daha çok seveceğinizden emin olabilirsiniz. Nasıl bir sahne olduğunu şimdi burada anlatmak isterdim;ama yukarıda da ifade ettiğim gibi izlemeyenler olduğu için,bu kötülüğü yapamam onlara.


Sözünü sakınmayanlara.








  Harun Aktaş
ekim-kasım 2012