25 Şubat 2015 Çarşamba

Tramvayda Özel Bir Şair



Günlerden Salıydı. Beyoğlu’nun arka yakasında kalan soğuk bir gündü. Kabataş tramvay durağına yürüyordum. Tek başıma. Bedbin ve bir sokak kedisi kadar avare. Üzerimde tanımadığım insanların bakışları geziniyordu. Paltomun içinde gittikçe küçülüyordum sanki. Şarkı mırıldanmak istiyordum, ama hafızam müsaade etmiyordu bir türlü. Giydiğim botların çıkardıklar sesten bile rahatsızlık duymaya başlamıştım. Yolda birbirine sımsıkı sarılan çiftler. Karşıdan karşıya kırmızı ışıkları hiçe sayarak geçen insanlara çalınan korna sesleriyle durağa vardım. Tramvay bekleme modundaydı. Kapı açılınca birden karşımda O’nu. Şair. İsmet Özel’i gördüm. Gördüm ki ne gördüm. Kırk yaşında da değildi üstelik. Saçları ağarmış, yüzü kalınlaşmış bir vaziyette çöküvermişti koltuğuna. O’na ait onca şiir, onca söz, onca kelime beynimde gıcırdayarak dolanıyorlardı. Kendisine sokulmak bir meczubun cine meydan okuması gibi delice olduğunun farkındaydım. O yüzden son derece ihtiyatlı davranmalıydım. Tramvayın en sakin saatleriydi zaten. Şair’in yanındaki koltuk, karlı bir havada gözümüze çarpan belediye bankları gibi ulaşılmaz ve soğuk görünüyordu, ki ben de başka bir koltuğa yöneldim hemen. Aramızda mesafe yok denecek kadar azdı oysa. Mesai saatindeki bir dedektif gibi gözlerim üzerindeydi. Kaçırmak istemiyordum. Bir anlık dalgınlık olur da onu kaybetmeme sebep olabilirdi çünkü. Hataya da düşmemeliydim. 
Zira;

‘’Hata yapmak
fırsatını Adem’e veren sendin
bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana
gençtim ve ben neden hata payı yok diyordum hayatımda’’

Dilimde bu dizeler mırıldanıyordum. O’ nerede inerse, ben de orada ineceğim diyordum kendime. Her durak sonrası tramvay kalabalıklaşıyordu ve camlar biraz daha buğulanıyordu. Biraz daha. Biraz daha. Kimse umursamıyordu ama. Herkes memnundu halinden. Kimse tanımış gibi de durmuyordu. Gene de onca insan tecahül-ü arif yapıyor olamazdı. Her neyse işte, mevzu bu değildi. Hangi durakta inecek diye yolcuların arasından pür dikkat izliyordum kendisini. Beynimde cevabını arayan bir yığın soru, bir dizi kelime dolanıyordu. Nihayet batı cephesindeki azılı bir asker gibi ayaklandı. Çantasını omzuna aldı, dışarı çıktı.  Tabi arkasında tanımadığı bir ben-i adem, yani ben. Yürüyordu. Yürüyordum. Yürüyorduk.
''yola madem
çöllerdeki satrabı yalvartmak için çıkmıştım

hava bozar, yüzüm eğik giderdim yine’’

Cesaretin canı cehenneme deyip yanına sokularak merhaba ey şair!
Dedim. Yüzüme baktı. Gözlerim kalın suratında geziniyordu. Tebessüm ederek-şairler tebessüm eder, gülümsemez- merhaba dedi O’ da. Kelimeler firar ediyormuşçasına dökülüyorlardı dilimden. Sanki susarsam başından defedecek-miş gibi geliyordu. Meşhûr Sultanüş’şüâra Baki’nin Kanuni’ye dizdiği kasideler gibi durmadan methiyeler dökülüyordu ağzımdan. Bir müddet sonra. Beklenmedik bir soru çarptı kulaklarıma. Minarelere değen o ses gibi:
''Çanlar sustu ve fakat
binlerce yılın yabancısı bir ses
değdi minarelere: Tanrı uludur! Tanrı uludur!''

Soru sorulduysa cevap verilmeliydi. Ama ayaklarımın kaldırım taşlarıyla temas ederken ki maruz kaldığı titreyişi damarlarımdaki aşağılık kanda bile hissediyordum. Bir süre böyle gittik, iki yabancı gibi. O’nun beni tanımadığına anlam veremiyordum. Tanımalıydı. Evet, seni bir yerde gördüm. Beni dinleme geliyordun demesini bekliyordum belki de. Demeyeceğini bile bile hem de. Birden nereye gidiyorsun, diye sordu. Hiçbir yere… Siz nereye, ben oraya, diye cevap verdim. Bu özgüvenden sonra malûm şairleri tramvaylarda görmeye pek alışkın değiliz, deyince, o da şairler her zaman binmelidir tramvaylara diye karşılık verdi.

Beynimde O’na ait sözcükler çarpışmaya devam ediyordu: Ne saçma. Ne budalaca! Adım attıkça bir tını sarıyordu bedenimi.  ‘’Edebiyat bize burada yardım edemez. Biz yeniler alt dudağımızı ısırır ve terleriz…Saçma; ama başka ne sorulurdu ki, in misin cin misin’’ Yürüdükçe insanlar, arabalar, talebeler, yerli tramvaylar, seyyar satıcılar, işportacılar caddeler, yolcular hepsini geride bırakıyorduk. Gözlerim şairde, bir şeyler desin de konuşalım istiyordum. Öyle ki ‘’Bana soru sor artık, beni kurtarma, konuştur.’’ Diyen şair değil miydi?

Sonra beklenmedik bir soru soruldu:

 Liseyi nerede okudun? O sordu ya hemen cevap vermek elzemdi. Zühtü Kurtulmuş, diye bilenen düz bir lise diye cevap verdim. Doğru lise yani diye karşılık verince afalladım. Ama anlamadığımı belli etmemek için başımla evet diye onayladım. Azeriler düze, doğru derler, yanlışa da pis, deyince her şey netlik kazandı kafamda şimdi. Sadece başka kafalardaydık. O kadar.

Fakat ben…

Başından def’etmeden söylemem gerekenleri söylemeliydim Şair’e.

Ey sökülmüş cep! Ey ıslak yorgan!
Ey bulduğu her bahaneyle çıngar çıkaran!
Yardım et! Yardım et!

Bir Yusuf Masalı’ndan bahsetmeliydim mesela.
Naat’tan, Münaacat’tan ya da. Bu nasıl bir aşk? Bu nasıl bir masal? Söyleyin ey şair, diye haykırarak belki de. Çekiniyordum ama. Zaman durmadan akıyordu. Çıldırmamak mümkün değildi-mübalağa burada işimize yaradı-, fakat sebat ettim. Direndim… Aklımdan geçenleri söyledim.

Anlat:
 Bu bir Yusuf Masalıdır de.
Bunu söyle ve fakat
şunu da sor
Yusuf’un Masalı neden
Yusuf’la başlamıyor.’’

N’oldu bilmiyorum ama lise edebiyat kitaplarında bile görülmemiş bir mübalağa dilimden fışkırdı. Şuan bunları yazarken bile kahroluyorum, nasıl yaptım böyle bir saçmalığı, ahmaklığı diye. Haddimi aşmama sebep olan o söz sanırım şöyleydi: Eğer Kur’anı Kerim Türkçe indirilseydi. Bu şekilde olurdu-İsmet Özel’i tartıştığımız bir günde kıymetli bir arkadaşımdan dökülmüştü-. Dedim. Bütün kutsanmış, afili kelimelerle hem de. Kelimeler işte bazen başka anlamlara da geliyor-muş maalesef. Ve tekrar şair konuştu: Evet. Mübalağa etmiş arkadaşınO benim müsveddelerim, deyince suratıma ateşten bir şamar vurulmuşçasına tarumar oldum. O ise kelimeleri dizmeye devam ediyordu: Sadece bir defa bastım. Üzerinde çalışıp tekrar yayınlayacağım. Artık söz söyleme hakkım yoktu. Mevzuu çevirmekten başka çarem yoktu, ancak bu da mümkün değildi o şartlarda.

Fark ettim ki yolun sonuna gelmişiz. Yorgundu bakışları. Ürkütücüydü. Romanlarda, filmlerde, hikâyelerde rastladığımız o kahramanlar misali parktaki pespaye bir bankı işaret ederek: Ben şimdi burada biraz dinleneceğim, demesiyle her şey alaşağı olmuşçasına devrildi zihnimde. Bu cümlenin Türkçesi artık başımdan git demekti. Ve  iblis. Durma. Hadi sen de git onunla dediyse de dinlemedim; çünkü daha evvel
‘’Hiç deneme
Cibril’i düşünmeden
Asla yaşayamazsın’’ 

diye haykırmıştı Şair. Elimi uzatarak vedalaştım ve sonra uzaklaştım. Uzaklaştı. Uzaklaştıkça küçülüyordu şair. Sonra kayboldu. Sonra. Sonra.
‘’Ah bu hep zaten böyle oluyor
İnsanlar tabiatı her zaman heyecana boğuyor.’’



Sonra…




şubat 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Mağara