Demli bir cumaydı. Ruhlarından bezmişçesine yürüyen bedenleri dikizliyordum. Resmi ellerden fırlamış püsküllü bir bok torbası gibi kırılgan hissediyordum. Üstümde kırıştırıyorlardı sanki. Onlar. Akrabalarım.
Diğerleri. Tanımadıklarım. Öfff!.. Kafamın içini bulandıran bu silik fikirleri bölüp balkon kapısına yanaştım. Tak. Kapı duvar. Sıska rüzgâr yumuşak
yanlarımı kemirerek sızıyordu damarlarımdan. Baktım içeriye. Köşelerine
çekilmiş öylece oturuyorlardı. Israrlı çırpınışlarım yüzümü ekşitiyordu. Bu
halimin onları yumuşatabileceğini umarak yapıyordum sanırım. Üşümez derlerdi bizim içim, oysa
dudaklarım sızlıyordu. Bir baksalar etraflarına. Bir merak etseler beni. Yok, bir kıvılcım yoktu, uyuşuktu bedenleri. Bıraktığım yerden rastgele devam ettim etrafı süzmeye. Gökyüzü
mavi rengini kaybetmişçesine gri duruyordu. Ortakulağımın iç duvarına kalın
küfürleri çarpıyordu insanların. Buruşuk yüz hatları gözlerimi ürkütüyordu.
Duvarın dibindeki adam, ellerini açmış tanımadığı ellerden medet bekliyordu: ''Az çok demeyelim''. Az diyen çok kişi oldu. Çok uzaktan gelen köpek havlamaları karışıyordu aralarına. Bedenimi kontrol
edemiyordum sivri soğuktan. Tanımadığım bir his. Köpek
korkusundan başka bir korkuydu bu.
Dişlerimdeki çürüklerin kokusu köpeklerin
burnuna çarpıyordu. Tırnaklarımı tenime batırdıkça köpek dişlerimin gıcırtısı
parmaklarımı kaşıyordu. Köpek dişlerim var mıydı, düşündüm. Dokunsam tanır mıydım?
Umurlarında bile değildim. Peki ama umur kimdi?
Midem bulanıyor, kafayı yemişçesine mırıltı çıkarıyordu. Az önce yediğim
ciğerin buna sebep olabileceği ihtimalini düşününce iyice karamsarlığa
büründüm. Başım zonk zonk. Zonkluyordu. Dayanamadım daha fazla. Korkuluğa korka
korka zıpladım. Derken ayaklarım kaydı. Yer çekimine yenik düşmekti bunun diğer
adı. Birazdan ne varsa içimden fışkıracaktı. Bu olabilir miydi gerçekten? Tutunabileceğim bir dal arıyordum. Gittikçe azalıyordum. Daha yukarıda bile tükenmeye başlamıştı canlarım.
Dokuz, sekiz, yedi, altı...
Sonuna yaklaşıyordum her şeyin; gene de burada son bulmamalıydı hayatım sanki. Az önce ayaklarıma değen rüzgâr göz kapaklarıma vuruyordu sinsice. İnadım inattı, ama inat neresiydi? Balkon ile beton arasında bir yerde cebelleşiyordum. İstemsizce bağırıyordum. Umut her yerde umuttur, diyerek, mahcup bir korkuyu bastırırcasına sıkıyordum dişlerimi. Yaprak bile kıpırdamıyordu. Buraya kadardı artık.
‘’Sahi
neden kimse umursamadı?’’
Bilmiyorum. Bilemem. Ben çok fazla şey bilmezdim zaten. Ding dong. Suratım betonla yüzleşince etrafımda toplanmaya başladılar. Başımdan kan fışkırıyordu. Foşur foşur. Beynimin damarları sinirlerime dolanmıştı. Koşarak geldiler. Tiksindiler benden. Bakamıyorlardı. İğrenmeliydiler zaten. Üzerlerinde kürklerimizin olması, sadece bir tesadüf olamazdı. Sıcacık. Üzülmüş gibi yapıyorlardı. Küfrettiler birden. Hiç önemi yoktu bunların oysa. Katili arıyorlardı. Ama fail belliydi. Ben nereliydim? Öteki neresiydi? Ait olduğum bir yer var mıydı gerçekten? Yoksa ben…
‘’Yoksa
sen, ne?’'
Ne yazık ki günahlarım göz kapaklarımın kapanmasına izin vermiyordu. Günahı boynuma takan kim? Karamsardım belki; fakat kara değildim. Lanetli hiç değildim. Bir söylentiydi yalnızca. Kırılmama rağmen gıkımı bile çıkarmıyordum. Dokuz canım vardı çünkü. Yeterliydi bana. Şimdi ise ağrılarım, acılarım kaldı elimde. Benim ağrılarım. Benim canlarım. Betona çakılınca çok daha iyi anladım yalnız, sahipsiz olduğumu. Annemi bilen çağırsın. Beynimde bir ses…zzzzz. Bağıramıyordum bu sefer. İçgüdülerimi kim çalmıştı öyle? Yalnızca kendim gibi, hayvanca bağırmak istiyordum. Kulaklarım uğulduyordu. Yerdeki ince tozlar kulağımı kaşıyordu belli ki. Neden kimse bakmıyordu balkondan, merak ediyordum? Neden kimse inmedi aşağıya? Ben orada değilmişim gibi davranmaları burnumu akıtıyordu. Anlamadılar. Ama…aması yoktu ki. Kan akıyordu burnumdan. Bir de…
‘’Bir
de ne?’’
Mart epey geç gelmişti zaten. Sırtımda yürüyen bir şey hissettim;
bakamadım. Üşendim. Kulağım kaşındı. Etrafa fışkıran kan pıhtıları dağılmıştı.
Kalp atışlarım mahmurlaşıyordu git gide. İyi de sekiz canımı kim çaldı?
Dokuzdan sekiz çıktı, kaç kaldı? Elde var kaç? Bir cevabı olmalıydı bunların.
Durdurun dedim kanımı…durmuyordu. Kan grubum neydi? Kan neden akar? Gözlerim
kapanıyordu. Bıyıklarımı göremiyordum artık.
Galiba beni siz öldürdünüz.
Cenaze’den çok önce.
Siyam - Zırvalamayı
kes. Kendi düşen ağlamaz.
Van - İşte böyle
kıvranırsın. Bizi hor görürsün ha? Hadi bakalım
sahibin gelsin de kurtarsın seni…ne demişti şair: ‘Üşüyorum kapama gözlerini.’ Hah ha haha!..haaap şu!..
Fars - Son nefesini boşuna tüketme istersen.
Umurumuzda değilsin. Memleket karışık zaten. Hem sen bizden değildin ki balkon
güzeli… Ötekisin. Laiksin. Tekbir Allahuekber.
Ama…
Amerikan - Aması cimisi
yok. Sen kaşındın lavuk. Ayrıca
hümanistsin sen. Ben oportünist. Yardım etmek fıtratımda yok hem. Etmem.
Haddini bil ve çek patilerini üzerimden. Doğalgaza gene zam.
Ankara - Evet. Haklı. Vallahi de haklı. Billahi de.
Mavi Rus - Boşver.
Votkaya devam… Nazdarovya reis.
Fars - ‘’Rahmetliyi
nasıl bilirdiniz!’’
Ankara - Bir . İki Üç. Hep bir ağızdan.
KORO - ‘’Nankör!.. Nankör!..’’
Denizde gemiler. Köpekler havlıyor ve fıtrat denen bir şey vardı.