8 Aralık 2015 Salı

Bordo Elbiseli Bir Kadının Gece Dağınıklığı






saçlarının bulanık yanlarını araklayarak
yüzümü hırpalıyorum 
sular kalabalık ve kaba 
gözlerim alışık ve kaşlarım asık
ve de bil 
yürüdükçe  acayip bir gevşeme alıyor damarlarım
kahrımdan ölebilirim ama ölüm
boğazımdan fışkırmayı lanet sanıyor
sakın gölgeme bakıp aldandığımı sanma
sarhoş ağzınla beddua bağışlayan sensin ruhuna
eğil bağışlanmayı becer dilinin dikenlerini budayarak



velev ki şuursuz bir kaderim var kederden yana
bunu bildiğini ispatlayacak kadar şuursuz dilimin uç kısmı
kısırlaşan suların renksizliğine aldırış eden kim 
benim ben
gecenin tansiyonunu ölçerek kısmetimden arınıyorum
yüksek rakımlı ateşim
göz ardına meyilli bencilliğim
neyim varsa önüne serdim salyangozların
tuz ruhundan bu yüzden sakınıyorum peygamber torunlarını
cevabımın hadsizliği damarlarımın boyuna rastlaşmayacak kadar kibirli
çırpınışın beyhude 
aziz bir beden göster bana 
çirkinliğimi aldırabilecek annemin rahminden



gel gelelim senin  sırrın ucube
yalnızca ikimiz
sefiliz rıhtımında galata’nın
çoktan az 
azdan çok sinirliyim suya dolanan misine iplerine
raksla cebelleşiyor kulağıma aşina melodiler
bir şehir var iğfal edilmiş gözlerinde
ihanetime eşlik eden 
büyük lafsa aldır tırnaklarını 
ama irkilme 
karşımda kubbelerden fışkıran minareler
sıcak ışıkları duvara  dönüşüyor 
aramızda gevrek merdivenler
tahriş ederek yoruyor cildini kâğıtların
boğazına sardığın şalın eğriliğini hesaba katsam
köprüler hasedinden şaşı kalır
ve boynumu kalın sesimle dizginlemeyi bilebilseydim
ansızın gevelerdi  ağzım terbiyesiz
dünün rastlantılarını eşeleyerek biledim artık son
gençtim çünkü
 bilhassa çatlaklarını üç kere öperek ağzının
 hayasızca başına koymayı nimet sandım



kamburunu bir düzlüğe terk edene kadardı her kabahatim
apansız dönüştü balıkçıların azlığıyla köpükler
vaktiydi 
köşeye çeken o gölgenin 
kadehte balık ne gezer
yamuk çizgilerin sırrı dölüne eşdeğer 
arafta kalmak sebat etmekten daha şatafatlı evet
ama henüz niyetli değilim eyyamcılığa
varlığına düşkün  kibirli bir duruşum var 
sök sökebilirsen eteklerinden sebat edişimi



kasım 2015






2 Aralık 2015 Çarşamba

Bozacının filleri





İştihamı kabartmıyor çekiç sesleri
tenekelerin tıngırtısı
süpürgesi çöpçülerin ve pas pas
kaldırımda bozacı hapşırıyor topal
birkaç leblebi ağzımda çiğnenmiş
 made in çorum
fillerin dişleri gümüşten
altı mikroptan  çukur
çocuğun elinde yerli bıyıklı bir adam
adamın eli bir şeyler tutmaya müsait
bir kadın ve ya bir velet
paslaşmalar göz kamaştırıyor
çivi çiviyi söker  duvardan
ama duvar nemli
bozacı yaklaşıyor ve açıyor avuçlarını
Allah versin
Allah versin

Allah verdi belasını
sırtımı kaşıyorum şemsiye benim
amelenin boynunda tuhaf bir bez
terle karışık bir ıslaklık
balkanlar artık caka satmıyor bulutlara
nasıl da sıkıyor yumruğunu kömürcüler
geçti bunlar diyorum eskidendi nalbantçılık
bozacı sırıtıyor
dişleri neden bu kadar beyaz fillerin bozacı
dilime varmıyor sormak
sırıtınca gözleri önüne düşüyor
tren gitti gidecek  
kelimeler boğazımda sıkışsa n’olur
bir şairin ipi çekiliyor vagonda
şair piç
bozacı donsuz
tutarsam ele verilecek kolundan
bozacı cellat
tırnaklarım uzun alaşağı edebilirim

bir yolu var elbet cesethaneye ulaşmanın
aramızda metinsel yolculuklar
mesafelerin kenar uzunlukları törpüleniyor
görücüye çıkarsam babamın burnu uzar
memeleri görünür annemin
itiraf edersem camlar buğulanır
kapılar kırılır nemli yerlerinden
pencereye uğramaz cadılar bir daha
elmada yarım ısırık izi
dişlerin arası milenyum
geç artık
şirk koşmak derler buna bozacı
gevrek yöresel bir ağız kandıramazsın filleri

gücümü sınamak kimin haddine
yaklaşarak bileklerimi mühürledim yamacına
e düştü yerinden
a diye sormak neymiş
yalanlar ve mesafeler
limondan arınmış ıhlamur kurusu
kıskıvrak yakalanmışçasına büzülüyor ağzımda
yan yana gelişimizi tehdit etmek  neyin nesi
bir şeyler biliyorsun bozacı fakat ne
 o bir şeyler sahiciliğini
sahiden kimdi bunlar
ve





Ekim-kasım  2015


30 Ekim 2015 Cuma

Son Elma





Toprağından koparılmış cansız bir kök parçası gibi hissediyordum kendimi. Oysa masum kalabilmek, şımarılmış bir teferruattan başka hiçbir şey değildi benim için. Biliyordum. Kendimden büyük laflar ediyordum; ama haklıydım gene de. Herkesten daha fazla hem de. Buna rağmen bu düşünce zıplayışları huysuzlaştırıyordu bedenimi. Birden bağırmak istedim; bunun beni  hafifletebileceğini düşündüm çünkü. Yapamadım. Durdum ve anlamaya çalıştım iç çalkantılarımı. Büyükbabamın duvardaki fotoğrafına ilişti gözlerim birden. ‘’Senin bu hallerini hiç tasvip etmiyorum küçükhanım’’ der gibi süzüyordu beni. Bir labirentin karmaşık koridorlarında gezinen çirkin bir fareden hiçbir farkım olmadığını hissettim o an. Hangi tarafa yöneldiysem kendimi bir çıkmaza giriyor gibi hissediyordum. Sonra korkularımın alışık olmadığı bir ses her şeyi ter yüz etti. Korkudan rûhuma sığınan küçük adımlarla sese doğru yürümeye başladım. Büyükbabamın odasının kapısı açıktı. Bir yandan soğuk bir rüzgâr vuruyordu suratıma. Titriyordum. Korkum depreşiyordu her adımdan sonra. İlerlemeye devam ettim. Daha önce yitirdiğim korkularımla yüzleşmişçesine, ’’BÜYÜKBABA!.. BÜYÜKBABA!..’’diye avazım çıktığı kadar seslendim. Ancak hiç yanıt vermiyordu. Sebebini de sorgulamaya vaktim yoktu. Odanın kapısından bakacaktım ki, ’’Yezda!.. Hadi uyan çabuk, öğlen oldu’’ diyen annemin alelâde sesiyle uyandım. Fakat bu defa büyükbabamın yensimiş bakışlarına çarptı gözlerim. Rüya ve hakikat arasında volta atıyordum sanki. Etkisindeyim hâlâ gördüğüm rüyanın. Saçmaladığımı düşündüm.

Bekledim.
              Düşündüm.

Ve biraz daha zorladım bilinçaltımdaki kırıntıları. Bu anlaşılmaz halimi bir türlü anlayamıyordum. Benliğime yabancı hissettiğim duygular içinde kıvranıyordum. İyice saçmaladığımdan emindim artık. Sonra büyükbabamın ölmeden bir saat önce odasına girdiğim o ânı hatırlamaya çalıştım. Sürekli bir şeyleri hatırlama çabasındaydım. Toparlamaya çalıştım kendimi; ama başaramadım. Annem evden ayrıldı. Babamla ikimiz kaldık evde. Üst katta, uzun koridorunun sonunda, hafif loş ışıklı odada antikacıdan aldığı yeni kol saatini tamir etmekle meşguldü babam. Odanın kapısını tıklama gereği duymadan hemen daldım içeri ve başladım asıl derdimi anlatmaya: ’’Ben, elma yemek istiyorum’’, dedim. Babam yüzüme bakma ihtiyacı bile duymadan, ’’Bana niye söylüyorsun bunu kızım, gidip yesene’’ diyerek hiç beklemediğim bir cevabı yüzüme fırlattı.’’ Ama ben, ağaçtaki o elmayı istiyorum, dedim. Bu meselede ne kadar arzulu olduğumu belirterek devam ettim sözlerime: ’’Tıpkı büyükbabamın eskiden ağaçtan kopardığı gibi’’. Elindeki saatin nefes alıp verişini odaya gerilimli bir hava katıyordu-tik tak.tik tak.tik.tak-. Babam,  saati hayatta tutma çabasında olduğundan sözlerimi hiç umursamadığını fark ettim. ‘’Madem öyle o zaman annenin gelmesini bekle ‘’diyerek başından savmaya çalışıyordu. ‘’Hayır, ben koparmak istiyorum elmayı’’ dedim. Bilinçsizce sergilediğim oyunculuğumun  doruğuna çıkmaya çalışıyordum. Başarılı bir epizota imza atmak üzereydik ikimiz de.’’Peki peki, hadi git’’ diye hiç beklemediğim bir  yanıt daha aldım. Oysa pes etmek üzerydim. Ne yaptığının farkında değildi belli ki babam. Evet evet öyle olmalıydı. Hiç vakit kaybetmeden dışarı fırladım. Tahta merdivenleri hızlıca çıkarak evinin avlusunda benden işaret bekleyen Cumali’ye ‘’ bize gelmesini söyledim. Yüzümdeki tebessümü düşürmeden aşağıya indim. Cumali’nin bu saatlerde dışarıda bulunması hiç doğru değildi. Yasaktı. Babası öyle uygun görüyordu çünkü. Artık ağaca tırmanmak için ikimiz de sabırsızlanıyorduk. Tam o esnada, annem geldi. Ne diyeceğimi bilemedim. Uzun uzun bakıştık.’’Sakın bir delilik yapayım deme Yezda, sakın’’ diye ihtar ettikten sonra içeri girdi. Bu sefer kabaran şanssızlığımı dışa vurmamak için zor tutuyordum kendimi. Şaşkındım. Kaç haftadır bu ânı bekliyordum. Ne yapıp edip muhakkak çıkmalıydım ağaca. O elmayı yemeliydim. Başka çaresi yoktu. İç sözlerim beni ürkütüyordu. Fakat aklım hâlâ babamdaydı. Nasıl oldu da, müsaade etti: Yasaktı. Haramdı. Belki de önemsememeliydim bu kadar. Neticeye bu kadar yoğunlaşmamın hiçbir faydası dokunmayacaktı belki de. Suratıma avanak bir kurbağa gibi öylece bakan Cumali’ye, ‘’Hadi yardım et de, ağaca tırmanayım’’, diyerek sevincimi örseledim.

‘’Ama Annen…’’
‘’Bırak şimdi annemi.’’.

Ağaca tırmanıp, o elmayı benim ısırmam gerektiğini söyledim. Sadece bir elma kalmıştı koca ağaçta çünkü. Benim hakkımdı. Fakat bir türlü almayı beceremiyordum. Sağlam bir şekilde durabileceğim bir dala çıktım. Cumali’nin tırmanıp elmayı koparmasını söyledim. Ama elmayı ısıran ilk ben olacaktım. Anlaşmamız böyleydi. Elma artık avuçlarındaydı...KOPARDI. Ve nihayet O elma elimdeydi artık. Dişlerimin arasına alarak, masaldaki cadıyı bile kıskandıracak kocaman bir ısırık attım. Bu sefer de Cumali’yle bakıştık. Yaptığı davranışın yanlış olduğunu ama yine de korkunun ecele hiçbir faydası olmadığını hissettiren bir ses tonuyla ‘’Şimdi n’olacak’’dedi

‘’Sustum.’’

Hava kararmaya başlamıştı. Cumali’nin gitmesi gerekirdi artık. Babası gelip onu evde görmemesi hiç iyi olmayacaktı yoksa.’’Hadi o zaman ben kaçıyorum küçük hanım’’diyerek ayrıldı Cumali. Bense azılı dişlerimle elmayı kemiriyordum…Birden iki el silah sesi duydum. Babam koşarak yanıma geldi ve sarıldı bana. Annemden hâlâ ses çıkmamıştı.’’ Annen nerede Yezda?’’, diye benim de annemi merak etmeme sebep olacak bir soru sordu babam. Halbuki annem içerideydi. Yani orada olmalıydı.

Dışarı çıktık.

Neden toplandığını anlamadığımız bir kalabalık vardı. Hiçbir anlam veremedik önce. Ürkek adımlarla yanlarına yaklaşmaya çalıştık. İçimdeki korku hâlâ büyüme telaşındaydı. Kalabalığı elleriyle hemen yardı babam. Ben biraz geride olanları seyrediyordum…Gördüklerim beni derinden yaralamıştı. Sokağın ortasında birkaç dakika önce yasağı çiğnediğimiz Cumali’nin cansız bedeni öylece yatıyordu. Gözleri açık kalmıştı ve bana bakıyordu sanki. Elma ağır geliyordu elime sanki. Ve  düşüverdi. Cumali’nin bedeninden akan kana doğru yuvarlanmaya başladı. Açık kalan sağ elinin parmaklarının orada durdu. Babam onun gözlerini kapadı.







Hece Dergisi, Sayı 64


3 Ekim 2015 Cumartesi

kâlu belâ


'’ben kalû belâdan kalma uysal fıtratımla
ayaklarımı fasit daire içine sokmaya çalışan bir dilenciyim''

''ق




sırtını deştiğim kelimeler
şıp çıkıverdi  ağzımdan
fıtratım  buna müsait
uysallığım seni hayrete düşürmesin
sükûtla halleşemeyecek kadar bezginim
başka meseleler hurra
vicdan desen hangi vicdan
dilimde tüyler bitiyor
bir şeyler uğulduyor damarlarımda
ama hangi damar kulak kesil
bir sırrı varsa bu dairenin deyiver hele
neden bitmiyor bu uğultu
çirkinliğimi hor görme
yalnızca öp
ismini anmayı nasıl cüret edebiliyor ağzım
onu  izah et 
sana bağlılığın  kaç bucak olduğunu göster bana


teğet geçelim bu sözleri
boşuna bağırma
ötekinin diliyle çağırma
m ama ma
adımdan başka tüm huylarım köreldi
sakın  kahrolduğumu sanma
takva gücümü akupunkturlarına yeğ tutmam kaz kafalıların
ne münâsebet
sûretine aldanıp nazar etmek şirk
se
kapat gözlerimi
ve de sor
hangi aşkın mücahidisin
bilmek istiyorum kahhar cüssemle
kaf kaf kaf

gülme
gözümü örtme
çabuk kaçır tırnaklarımı
kıblem değişmez
zira bahane ediyor köpek havlamalarını
kudurmuş melezler 
devşirme kadınlar
mezhebimce  sokulmak haram
fakat karganın gaklamasını hayra yoramam
şükür ki sıhhatim yerinde
fi mazimi anarak kırıklarımı toplama
her daim 
bağdaş kurarak tanrıya el açan benim
beni bağışla
beni bağışla 
bağla
ey aşk
hadi müsaade eyle
fırsat ver anayım çocuk deyişini sevgilimin

ölümden men etsin rûhumu






  eylül 2015




26 Temmuz 2015 Pazar

Adele’in Tanrısı




Hayır. To be or not to be meselesi değil. Olacağı varsa olur çünkü. Biliyorum. Burada  alışılmış dış mihraklara kulak tıkamak gerektiğinin kanısındayım. Mihrak diyorum ama yanlış anlama tanrım. Sizsiniz. Ya da en çok ben. Neyse.  Görmedim. Duymadım ve İşitmedim demek işime geliyor şimdilik. Korkarım ki gülünç de geliyor söylediklerim sizlere. Sahte bir ruhun içine hapsolmuş soytarının hazin durumu gibi hani. Nasıl olmasın. Burada baharatlı bir kahkaha atmanın tam vakti. Ağzım kokuyor tanrım, yanlış anlama! Güldüren bu defa gülünç durumda çünkü.  Bir zamanlar kendi düşen ağlamazdı evet; artık geçti. En çok düşenlere güler olduk. Neden tanrım? Gülmeliyim ben. Hunharca hem de. Beni gene yanlış anlama tanrım! İddia ediyorum bu söylediklerim ilgi ve alâkanızı celbetmedi. Zira rastgele sıralanmış cümlelerin ehemmiyet arz edecek bir yanı nasıl olsun ki sizler için. Kalın suratlı şairin, Allah -Allah diyorum, üzerine alınma tanrım- en çok insanı iddiasından vurur, kaidesini  kale alıp yoluna devam edecek olursam daha da kahrolurum. Bu aşkı su istimal eden benim çünkü. Buna da sen müsaade ettin. Bağışlanma hakkımı geri ver bana tanrım! Beni bundan mahrum etme. İzin ver.

Ey aşk!  Maşuk’un kalbinden çek ellerini!..

İddia ediyorum aşkım umurunuzda değil ölümden başka; tıpkı şu an söylediklerinin belgisiz zamirlerin umurunda olmadığı gibi. Bu kadar münafık bir telaşın arasında, ölümle boğuşurken aşkla yaşayanların hayatı mesele olmamalı sizler için. Ölüm ve aşk kadar birbirine yakışan başka bir çift varsa çıksın meydana, hesaplaşalım er meydanında. Mecnun delirmiş, Ferhat dağları delmiş kimin umurunda. Adele, diyorum tanrım. Adele’i bilmezsiniz.

Adele, Fransız bir kadındır. Genç ve bakiredir.  İkimiz de kanlı iki zıt kutup gibiyiz. Aşkımız yasak, ama elma kadar değil. Bir araya gelemeyiz. Sadece bunu biliyorum, daha fazlası ürkütüyor zaten. Adele garson değil, sadece bir kadın... Güzeldir. Delil sunarak sizi ikna edemem bunun için, fakat bir şeyler olmalı. Ama ne? Tanrım nasıl böyle bir kul oldum. Ben ne zaman böyle ayıp şeyler söylemeye başladım. Gözlerim seğiriyor bakın. Saçmalamamalıyım. Fakat ciddi şeyler kaçırınca da ağzımdan ölüyorlar bebeler tanrım! En çok da kadınlar. En çok da SEN biliyorsun tanrım. Adele’i korumalısın bunun için?


İsrail’de neden çocuklar ölmüyor tanrım? El cevap: Haddini aşma ey insan! Hadi indir kollarını, tövbelerin anlamsız. Peki. Ama. Adele’i bağışla tanrım!..   



16 Temmuz 2015 Perşembe

Dağınık Korku




       Baban öldü. Öyle dediler. Sonra. Suratıma kapattılar telefonu. Neden benim babam, neden diye isyan etmek gelmedi aklıma o an. Eğer sevseydim bunları yapardım. Yapmam lâzımdı. Olması gereken buydu çünkü.  Sanırım çocukken de böyleydim. Büyüdüm; hiç değişmedim.  Geçmedi de.
Bir gün evden ayrıldım. Kimseye söylemeden hem de. Kimsenin umurunda değildim zaten. Üç yıl önceydi işte. Başka bir kente gittim. Kalabalık olan çok uzak bir kent. Herkesin uzağından daha çok uzaktaydı. Ben uzaktayken öldü babam. Bu yüzden cenazesine gitmemek için fazlasıyla sağlam bir bahanem bile vardı. İnsan babası öldüğünde yanında olmalıydı oysa. Ben olmadım. Haberim olsaydı da olmayacaktım belki de.

 Babam neden öldü?

Bu sorunun hiçbir önemi kalmadı artık. Babam cumartesi sabahı ölmüş, bugünse günlerden pazartesi. Dün pazardı. Cumartesi ölseydi de gitmeyecektim ama.  Öldüğü sabah uyanıktım mesela. Son sigaramı sarıyordum bir arap kâğıdına-arap kağıtları ince olur-. Kimse pek bilmezdi ama babam erken de uyurdu. Belki de bu yüzden erken öldü babam.  Zaten erken denilen bir zaman diliminde aradılar beni. Açmadım. Açmak istemedim sanırım. Kendimi kandırmanın anlamı yok, basbayağı açmak istemedim o an. Bunlar yetmezmişçesine sabah işe gittim. Patrondan izin almak için odasına daldım. Babam ölmüş, gideceğim dedim. İnanmadı. Allah’a da pek inanmazdı yavşak. Başka bir yalan bulamadın mı, dedi sadece. Haklıydı kendince. Burada herkes az biraz haklıydı zaten. Ben de o kadar haklıydım. Oradakiler, yalan söylemiyor, onun babası sahiden ölmüş, deyince inanmak zorunda kaldı. Neden ağlamadığımı sordu sonra. Ben ağlamam, dedim. Suratımın meymenetsizliği öfkemi kapatmaya yetmiyordu. Böyle deyince kızdı. Paramı verdi ve çık dışarı dedi. Çıktım. Bir daha da gelme dedi. Duyduğum en son cümle bu olmuştu.

         Oradan ayrıldığımda saçlarım kirliydi. Ellerim de tiner kokuyordu. Epey tükürk biriktirmiştim ağzımda, fırsatını bulur bulmaz da fırlattım yere. Simsiyahtı. Ağzımdan yere fırlatınca gördüm. Kömür gibiydi. Bunlar ayrıntı değildi. Söylemek zorundaydım. Eve gittim. Sadece ellerimi yıkadım. Çok dağınıktı ev. Etrafı toparlamaya gerek duymadım. Valizimi hazırladım sadece. Birkaç elbise dışında başka da bir şeyim yoktu. Sıradan bir cenaze gibi perşembe günü ikindi vaktine müteakip kaldırılacakmış. Beni bekleyeceklermiş o zamana kadar. Benim ölülerden tiksindiğimi bilmiyorlardı. Bilselerdi bu kadar ısrar etmezlerdi çünkü. Neyse işte. Biraz kestirmek için uyudum. Uyandığımda akşam olmak üzereydi. Valizimi alıp dışarı çıktım. Oturduğum apartmanın bir alt katındaki ev sahibine anahtarı vermeye gittim. Geri gelmeyeceğim bir daha, al anahtarı. Kendine başka bir kiracı bul, deyince suratı gevşedi. Sonra sırıtmaya başladı. O öyle sırıtınca daha da tiksindim kendimden. Çok yakışıklıydı çünkü. Vedalaşmadan ayrıldım oradan. Tren istasyonuna doğru yol aldım. 16.45 trenine bir bilet aldım. Trenin gelmesini bekledim. Benimle bekleyen başka birileri de vardı. Anneler, kadınlar, babalarının elini tutan çocuklar, kahkaha atanlar…  Kuru kuruya beklemek zoruma gidiyordu. Sonra ekspresin siren sesi duyuldu. İstasyon hayli kalabalıklaşmıştı, nasıl olduysa artık. Vagonlardan yolcular iniyordu. En öndeki vagondan içeri daldım hemen. Arkadan ‘’yavaş ol ayı’’ diyen kalın bir ses kulaklarıma dokunsa da bakmadım. Üşendim. Galiba babam öldüğü için bakmadım.
Cam kenarındaki koltuğuma oturdum. Sigara içmek geldi içimden. Bir kent terk edilirken sigara içilir sayın yolcular! İşyerindeyken biri söylemişti bu sözü, çay molasında. Aklımda oradan kalmıştı. O da bir kitaptan okumuştu zaten. O kitabın yazarı da bir şairden almıştı. Öyle işte, saçma ama dilime takılmıştı. Sigaram yavaş yavaş parmaklarımın arasında yok olup gidiyordu. O esnada hareket etti ekspres. Uyumak istedim gene. Gece geç bir saatti uyandığımda.  Başka yolcular da sigara içtiğinden içerisi çok fena olmuştu. Camı açtım hemen. Tren durmuştu. Demiryolu diye bir istasyonundaydık. İki adam ve bir kadın, camlardan başını çıkaran insanlara ellerindeki hasır sepetlerden bir şeyler satmaya çalışarak dolaşıyorlardı vagonları. Sepetleri görünce epey acıktığımı hissettim. Onlara seslendim. Ama duymuyorlardı. Biraz daha gür seslenince dönüp baktılar bana. Koşarak geldiler…

       Yarım saattir size sesleniyorum, deyince içlerinden biri tehlikeli bir ses tonuyla söze atlayarak ‘’Biz buradayız abi de siz neredesiniz’’ diye cevap verince manasızca gülüştüler. Niçin güldükleri pek ilgilendirmiyordu beni. Bu yüzden gülmedim. Ne sattıklarını sordum. Gene beklemediğim bir cevap aldım: hikâye satıyoruz.  Nasıl yani hikâye mi, diyerek karşılık verdim. Ne tür hikâyeler yazdıklarını anlatmaya başladılar. Ben hikâye okuman deyince sustular. Az önceki hallerinden kalmamıştı. Tren, peyderpey hareket ediyordu. Derken, içlerinden biri bana seslendi. ‘’Elimde sadece bir hikâyem kaldı. Al, benden olsun’’ diyerek birkaç kâğıt uzattı. Hiç düşünmeden aldım –çok az düşünürüm-.
       Camı kapadım. Koltuğuma iyice yayıldım. Karnım aç olsa da göz gezdirdim. İçimde bir şeyler kudurmuştu sanki. Okuduğum her kelime geçmişimden çalınmışçasına yüzüme çarpıyordu. Tren hızlanmıştı. Beynim trim trak uğulduyordu. Fakat gene bırakmıyor, devam ediyordum okumaya. İlk defa bir şeyin sonunu getirmek için kendimle boğuşuyordum. Biraz bekledim. Toparlanmak için bekledim. Camı açtım. Dışarısı zifiri karanlıktı. Korkmak için korkuyu beklemeye gerek yoktu. Korkutucuydu gece. Köpekler havlıyordu. Bir kasabanın ışıkları görünüyordu. Hangi kasabaydı o? Aklıma bunları kim soktu? Kafamda buna benzer sorular cirit atıyordu adeta. Kâğıtları yanımdaki boş koltuğa bıraktım. Başımı cama dayayıp gözlerimi kapadım. Uyumaya çalışıyordum.  Fakat uyuyamıyordum. Sebebi babam değildi ama, bendim.

       Babam perşembe günü gömülecekti. Oysa bugün salıydı ve daha yoldaydım. Vagondakiler manasızca bana bakıyorlardı. Bir süre sonra bakmayı kestiler. Beynimin içinde okuduğum o hikâyeden fırlayan köpekler durmadan havlıyordu. Kafamın içinde bir yerlerde kudurmayı bekliyorlardı sanki. Bunları düşünürken sızmıştım. Bartın’da gözlerimi açabildim ancak. Buradan otobüsle İnebolu’ya gidecektim. Üç dört saat sürecekti. Belki daha da uzun. Babamın öldüğü eve gidecektim. Doğduğum eve yani. Terminale gidiyordum. Elimde valizim, etrafı dikizliyordum. Biraz sonra kalkacak araç, dedi gözlüklü esmer bir adam. Beş on dakika beklemem gerekiyordu ama. Cam kenarındaki bir koltuğa oturup bekledim. Çok geçmeden otobüs hareket etti. Yanımda kızıl saçlı bir kadın vardı. Kitap okuyordu. Kalın bir kitaptı. Merak ettim -hep merak ederim-. Baktım. Kadın baktığımı gördü. Çevirdim başımı. Çektim.
Perdeyi çektim. Herkes benimle geliyor gibiydi. Kimse inmiyordu çünkü. Herkesin babası ölmüş olamazdı ama. Bir saat sonra otobüs durdu. Şoför, kapıları açtıktan sonra indi. 
        İnebolu’daydık.
       Her şey haddinden fazla değişik gelmişti bana. Tahta at mahallesine gidecektim. O esnada beklemediğim bir olay oldu. Babama çok benzettiğim beyaz mantolu bir adam yanımdan geçti. Gözlerimin önünde cereyan ediyordu her şey. Baksaydı bana o da şaşıracaktı belki ama bakmadı. Adam uzaklaşınca ben de yoluma devam ettim. Yaklaştıkça mahalleye yıllar önce neden terk ettiğim o an hafızamın içinde berraklaşıyordu. Dişlerim gıcırdıyordu adeta. Avlulu evlerin arasına kazık gibi dikilen apartmanlar korkunç hâle sokmuştu mahallemizi. Yeniydiler, ama bahçeleri yoktu. Bahçe dedim de evi terk ederken babam bahçedeydi.  Ansızın bir kadın seslendi. Duymazdan geldim önce.  Yürümeye devam ettim. Önüme çıktı. Tanımakta zorluk çekmedim onu. O da tanıdığı için seslenmişti zaten.

      Annemdi. Baban iki gün sonra defnedilecek. Sevin artık. Senin yüzünden öldü, dedi.  Babam gibi bakıyordu. BÜYÜK BİR ÖFKEYLE. İçinde demlendirdiği kötü bir şeyler olduğu belliydi. Ruhu cinnet geçirmiş olabileceğini düşündüm ilk önce babamınki gibi. Bu daha başkaydı gene de. Kinliydi. ‘’Sen bir katilsin. KATİL’’, dedi. Elinde demir çubuk vardı. Paslıydı. Babama benzeyen o beyaz mantolu adam geçti yanımızdan. Bu defa o da baktı. Hiç şaşırmadı. Yanılmıştım. Annem suratıma bir şamar vurunca afalladım. Çok aşağılık bir darbe yemiştim suratıma. Annem pes etmiyor, vuruyordu devamlı.  Elindeki demir çubukla başıma vurmaya başladı sonra. Kanlanmıştı yerler. Daha fazla dayanamadım, yere yığıldım. Gene de söz geçiremiyordum dilime: Babamı sevmiyorum. Babamı sevmedim. Babamı sevmeyeceğim!







Lacivert/ temmuz-ağustos 2015 Sayı 64 






1 Temmuz 2015 Çarşamba

Atlar ve Bakireler




kafamda üç kelime
atlar bakireler ve annem
üç soru
suçu neydi düşen elmanın
o ağacın dalları niçin kırıktı
ilk günahı işleyen kimdi
bu bir emrivaki
anlatın
olan oldu nasılsa
burası açık


hakkımız üçtü
üçe bölündük
üç soru soruldu
cevap bekliyoruz
aç olmalıyız fakat neye
aynada gölgem sûretimle aynı
ne tuhaf
tıpkı ben
yağmur ha yağacak
ha yağıyor
ha ha ha
üç kahkaha
nasıl da yakışıklı gülüyor pezevenk

umduğumdan daha beyaz şakaklarım
ergenlikten henüz kurtuldum
yüzüm gergin
kalın damarlarım fazla kabarık
yaşlı değilim
fakat gözleri üzerimde bakirelerin
sonrası
kan ve su
başka ne olabilir ki
hayır başka şey
şey diyerek sizi ikna edemem
zira eğri duvara yaslanarak
sırtımı kaşıyan sizdiniz
duvar yıkıldı
göçtüler ve
geberdiler


velev ki ben geberttim
duymalıydınız öksürük seslerini
kabahatiniz büyük
olsaydınız yanımda göğsünüzü öperdim
atlarınızı tımarlardım boyuna
çok konuşmamalıyım
susmak...
susmamalıyım
susarsam bakireler ısıracak dudağımı
ısırmak
ne ayıp kelime
hışt hışt
annem duymamalı






haziran 2015




7 Haziran 2015 Pazar

mühannet kibir






Kuduruk bahanelerin ardındaki kibrim
tutuşturmaya yetmez kibritleri, ıslak
sözde işlenmedi hiçbir katliam, kızgın
ne Ezidi bir ana
ne bir Çingene
ve ne Auschwitz'te bir Yahudi, heil hitler
hiçbir bebek boşuna bağırmadı kundakta
sözle işlendi
parıldadı yandı kibritler
dağdan kayarak düşercesine, pat pat
şehrin ağzı yumuşaktı
ve o çocuk oradaydı
daha da çoğalarak öldüler, arka bahçede
balkon kapalı

an be an
ânı izledim iğneleyici sözlerle, tak tak
harflerle işim olmaz, bak bak
sessiz ve sesli, yüz yüz
dönelim şimdi işin aslına
derler ki
darphanelerdeki parmaklarda darp izine rastlanılmadı
morglar sıcak kokuyormuş, haş haş
ne çabuk unutulmuş kalpazanlar
numaraları sahteymiş, miş miş


burada duralım kadehleri tokuşturalım
şarap, zemzem ve haram
üç peygamber
İsa, Musa ve Yusuf
tak kırıldı âsa
kuyu taştı ve Ramses dirildi
kırıklar bir daha kırıldı, çat çat
itiraf işimize yaramaz ama
rakamları fışkıran ulusal banknotlar
resmi kanunları lehime çevirmeli
yakışıklı değilim çünkü

çek dikilme öyle  bunu çek paparazi
hoppala olacak şey mi
çekler alındı
papa razı değil gidişime
made in turkey
ve madde: kömür
suratımdaki siyah ben
genç yaşta ağarmış şakaklarımın
tıkırtı çıkarmasını neye yorabilirim
başka





1 Mayıs 2015 Cuma

Mel’ûn




bir sebebi var bu anlattıklarımın
yasak
ama yaklaş
hele yaklaş
yaklaşırken  saate bakma
topuklarını sulandır
iyice demlendir  tıngırtılarını boz tenekelerin
paldur küldür fısılda kulaklarıma
kolları kızaran kapının gıcırtılarını
hadi durma
betonu kustur
bir ulak neden uluyor peşinden koş
hırpala


paltonu giyin
kar yağıyor baksana
sana değil bu urganlar
bakirelerin bohçalarından aranan kan
kimin damarlarından fışkırıyor
onu öğren ve gir koynuma
çıplak
ve bir daha açıkla
sıcak
tozlu taşların üstünde soğuk suratlı
kendini bıçaklayan kim
kaçtı işte
olsun bil fakat kaçırma ağzından adını
dilini buna alıştır
neyin varsa hatırla


sonra kimsin sen onu anlat
ağzı yırtık kelimelerle meydan okuyan tanrıya
saklama
kadınlık
yani kutsal bakirelik
bir şeyin bilmem hangi arifesinde
kanla terbiye ediyorken kadınlığını
bu bekleyişin hayra alâmet değil
tuza banılmış salyangozların balsız mumyaları
tek hamlede yığıldığını
seyretmek niye
fırsat bu fırsat diye miydi yoksa
kaputlarının altında soyunman
al öyleyse dudaklarına sür bu lanetin allığını
ferahla gayrı


ve o gün birileri ölürken doğdun
bunda şaşılacak ne var
ruhunu sustur artık
seni ne kadar anlattıysam
karnını deşmekten kurtaramadım
hançer ve hamlet
ve sen
ne çok ağlaşırdın ölülerle eskiden
ama çıldıran yok şimdi
tanrıdan başka