26 Temmuz 2015 Pazar

Adele’in Tanrısı




Hayır. To be or not to be meselesi değil. Olacağı varsa olur çünkü. Biliyorum. Burada  alışılmış dış mihraklara kulak tıkamak gerektiğinin kanısındayım. Mihrak diyorum ama yanlış anlama tanrım. Sizsiniz. Ya da en çok ben. Neyse.  Görmedim. Duymadım ve İşitmedim demek işime geliyor şimdilik. Korkarım ki gülünç de geliyor söylediklerim sizlere. Sahte bir ruhun içine hapsolmuş soytarının hazin durumu gibi hani. Nasıl olmasın. Burada baharatlı bir kahkaha atmanın tam vakti. Ağzım kokuyor tanrım, yanlış anlama! Güldüren bu defa gülünç durumda çünkü.  Bir zamanlar kendi düşen ağlamazdı evet; artık geçti. En çok düşenlere güler olduk. Neden tanrım? Gülmeliyim ben. Hunharca hem de. Beni gene yanlış anlama tanrım! İddia ediyorum bu söylediklerim ilgi ve alâkanızı celbetmedi. Zira rastgele sıralanmış cümlelerin ehemmiyet arz edecek bir yanı nasıl olsun ki sizler için. Kalın suratlı şairin, Allah -Allah diyorum, üzerine alınma tanrım- en çok insanı iddiasından vurur, kaidesini  kale alıp yoluna devam edecek olursam daha da kahrolurum. Bu aşkı su istimal eden benim çünkü. Buna da sen müsaade ettin. Bağışlanma hakkımı geri ver bana tanrım! Beni bundan mahrum etme. İzin ver.

Ey aşk!  Maşuk’un kalbinden çek ellerini!..

İddia ediyorum aşkım umurunuzda değil ölümden başka; tıpkı şu an söylediklerinin belgisiz zamirlerin umurunda olmadığı gibi. Bu kadar münafık bir telaşın arasında, ölümle boğuşurken aşkla yaşayanların hayatı mesele olmamalı sizler için. Ölüm ve aşk kadar birbirine yakışan başka bir çift varsa çıksın meydana, hesaplaşalım er meydanında. Mecnun delirmiş, Ferhat dağları delmiş kimin umurunda. Adele, diyorum tanrım. Adele’i bilmezsiniz.

Adele, Fransız bir kadındır. Genç ve bakiredir.  İkimiz de kanlı iki zıt kutup gibiyiz. Aşkımız yasak, ama elma kadar değil. Bir araya gelemeyiz. Sadece bunu biliyorum, daha fazlası ürkütüyor zaten. Adele garson değil, sadece bir kadın... Güzeldir. Delil sunarak sizi ikna edemem bunun için, fakat bir şeyler olmalı. Ama ne? Tanrım nasıl böyle bir kul oldum. Ben ne zaman böyle ayıp şeyler söylemeye başladım. Gözlerim seğiriyor bakın. Saçmalamamalıyım. Fakat ciddi şeyler kaçırınca da ağzımdan ölüyorlar bebeler tanrım! En çok da kadınlar. En çok da SEN biliyorsun tanrım. Adele’i korumalısın bunun için?


İsrail’de neden çocuklar ölmüyor tanrım? El cevap: Haddini aşma ey insan! Hadi indir kollarını, tövbelerin anlamsız. Peki. Ama. Adele’i bağışla tanrım!..   



16 Temmuz 2015 Perşembe

Dağınık Korku




       Baban öldü. Öyle dediler. Sonra. Suratıma kapattılar telefonu. Neden benim babam, neden diye isyan etmek gelmedi aklıma o an. Eğer sevseydim bunları yapardım. Yapmam lâzımdı. Olması gereken buydu çünkü.  Sanırım çocukken de böyleydim. Büyüdüm; hiç değişmedim.  Geçmedi de.
Bir gün evden ayrıldım. Kimseye söylemeden hem de. Kimsenin umurunda değildim zaten. Üç yıl önceydi işte. Başka bir kente gittim. Kalabalık olan çok uzak bir kent. Herkesin uzağından daha çok uzaktaydı. Ben uzaktayken öldü babam. Bu yüzden cenazesine gitmemek için fazlasıyla sağlam bir bahanem bile vardı. İnsan babası öldüğünde yanında olmalıydı oysa. Ben olmadım. Haberim olsaydı da olmayacaktım belki de.

 Babam neden öldü?

Bu sorunun hiçbir önemi kalmadı artık. Babam cumartesi sabahı ölmüş, bugünse günlerden pazartesi. Dün pazardı. Cumartesi ölseydi de gitmeyecektim ama.  Öldüğü sabah uyanıktım mesela. Son sigaramı sarıyordum bir arap kâğıdına-arap kağıtları ince olur-. Kimse pek bilmezdi ama babam erken de uyurdu. Belki de bu yüzden erken öldü babam.  Zaten erken denilen bir zaman diliminde aradılar beni. Açmadım. Açmak istemedim sanırım. Kendimi kandırmanın anlamı yok, basbayağı açmak istemedim o an. Bunlar yetmezmişçesine sabah işe gittim. Patrondan izin almak için odasına daldım. Babam ölmüş, gideceğim dedim. İnanmadı. Allah’a da pek inanmazdı yavşak. Başka bir yalan bulamadın mı, dedi sadece. Haklıydı kendince. Burada herkes az biraz haklıydı zaten. Ben de o kadar haklıydım. Oradakiler, yalan söylemiyor, onun babası sahiden ölmüş, deyince inanmak zorunda kaldı. Neden ağlamadığımı sordu sonra. Ben ağlamam, dedim. Suratımın meymenetsizliği öfkemi kapatmaya yetmiyordu. Böyle deyince kızdı. Paramı verdi ve çık dışarı dedi. Çıktım. Bir daha da gelme dedi. Duyduğum en son cümle bu olmuştu.

         Oradan ayrıldığımda saçlarım kirliydi. Ellerim de tiner kokuyordu. Epey tükürk biriktirmiştim ağzımda, fırsatını bulur bulmaz da fırlattım yere. Simsiyahtı. Ağzımdan yere fırlatınca gördüm. Kömür gibiydi. Bunlar ayrıntı değildi. Söylemek zorundaydım. Eve gittim. Sadece ellerimi yıkadım. Çok dağınıktı ev. Etrafı toparlamaya gerek duymadım. Valizimi hazırladım sadece. Birkaç elbise dışında başka da bir şeyim yoktu. Sıradan bir cenaze gibi perşembe günü ikindi vaktine müteakip kaldırılacakmış. Beni bekleyeceklermiş o zamana kadar. Benim ölülerden tiksindiğimi bilmiyorlardı. Bilselerdi bu kadar ısrar etmezlerdi çünkü. Neyse işte. Biraz kestirmek için uyudum. Uyandığımda akşam olmak üzereydi. Valizimi alıp dışarı çıktım. Oturduğum apartmanın bir alt katındaki ev sahibine anahtarı vermeye gittim. Geri gelmeyeceğim bir daha, al anahtarı. Kendine başka bir kiracı bul, deyince suratı gevşedi. Sonra sırıtmaya başladı. O öyle sırıtınca daha da tiksindim kendimden. Çok yakışıklıydı çünkü. Vedalaşmadan ayrıldım oradan. Tren istasyonuna doğru yol aldım. 16.45 trenine bir bilet aldım. Trenin gelmesini bekledim. Benimle bekleyen başka birileri de vardı. Anneler, kadınlar, babalarının elini tutan çocuklar, kahkaha atanlar…  Kuru kuruya beklemek zoruma gidiyordu. Sonra ekspresin siren sesi duyuldu. İstasyon hayli kalabalıklaşmıştı, nasıl olduysa artık. Vagonlardan yolcular iniyordu. En öndeki vagondan içeri daldım hemen. Arkadan ‘’yavaş ol ayı’’ diyen kalın bir ses kulaklarıma dokunsa da bakmadım. Üşendim. Galiba babam öldüğü için bakmadım.
Cam kenarındaki koltuğuma oturdum. Sigara içmek geldi içimden. Bir kent terk edilirken sigara içilir sayın yolcular! İşyerindeyken biri söylemişti bu sözü, çay molasında. Aklımda oradan kalmıştı. O da bir kitaptan okumuştu zaten. O kitabın yazarı da bir şairden almıştı. Öyle işte, saçma ama dilime takılmıştı. Sigaram yavaş yavaş parmaklarımın arasında yok olup gidiyordu. O esnada hareket etti ekspres. Uyumak istedim gene. Gece geç bir saatti uyandığımda.  Başka yolcular da sigara içtiğinden içerisi çok fena olmuştu. Camı açtım hemen. Tren durmuştu. Demiryolu diye bir istasyonundaydık. İki adam ve bir kadın, camlardan başını çıkaran insanlara ellerindeki hasır sepetlerden bir şeyler satmaya çalışarak dolaşıyorlardı vagonları. Sepetleri görünce epey acıktığımı hissettim. Onlara seslendim. Ama duymuyorlardı. Biraz daha gür seslenince dönüp baktılar bana. Koşarak geldiler…

       Yarım saattir size sesleniyorum, deyince içlerinden biri tehlikeli bir ses tonuyla söze atlayarak ‘’Biz buradayız abi de siz neredesiniz’’ diye cevap verince manasızca gülüştüler. Niçin güldükleri pek ilgilendirmiyordu beni. Bu yüzden gülmedim. Ne sattıklarını sordum. Gene beklemediğim bir cevap aldım: hikâye satıyoruz.  Nasıl yani hikâye mi, diyerek karşılık verdim. Ne tür hikâyeler yazdıklarını anlatmaya başladılar. Ben hikâye okuman deyince sustular. Az önceki hallerinden kalmamıştı. Tren, peyderpey hareket ediyordu. Derken, içlerinden biri bana seslendi. ‘’Elimde sadece bir hikâyem kaldı. Al, benden olsun’’ diyerek birkaç kâğıt uzattı. Hiç düşünmeden aldım –çok az düşünürüm-.
       Camı kapadım. Koltuğuma iyice yayıldım. Karnım aç olsa da göz gezdirdim. İçimde bir şeyler kudurmuştu sanki. Okuduğum her kelime geçmişimden çalınmışçasına yüzüme çarpıyordu. Tren hızlanmıştı. Beynim trim trak uğulduyordu. Fakat gene bırakmıyor, devam ediyordum okumaya. İlk defa bir şeyin sonunu getirmek için kendimle boğuşuyordum. Biraz bekledim. Toparlanmak için bekledim. Camı açtım. Dışarısı zifiri karanlıktı. Korkmak için korkuyu beklemeye gerek yoktu. Korkutucuydu gece. Köpekler havlıyordu. Bir kasabanın ışıkları görünüyordu. Hangi kasabaydı o? Aklıma bunları kim soktu? Kafamda buna benzer sorular cirit atıyordu adeta. Kâğıtları yanımdaki boş koltuğa bıraktım. Başımı cama dayayıp gözlerimi kapadım. Uyumaya çalışıyordum.  Fakat uyuyamıyordum. Sebebi babam değildi ama, bendim.

       Babam perşembe günü gömülecekti. Oysa bugün salıydı ve daha yoldaydım. Vagondakiler manasızca bana bakıyorlardı. Bir süre sonra bakmayı kestiler. Beynimin içinde okuduğum o hikâyeden fırlayan köpekler durmadan havlıyordu. Kafamın içinde bir yerlerde kudurmayı bekliyorlardı sanki. Bunları düşünürken sızmıştım. Bartın’da gözlerimi açabildim ancak. Buradan otobüsle İnebolu’ya gidecektim. Üç dört saat sürecekti. Belki daha da uzun. Babamın öldüğü eve gidecektim. Doğduğum eve yani. Terminale gidiyordum. Elimde valizim, etrafı dikizliyordum. Biraz sonra kalkacak araç, dedi gözlüklü esmer bir adam. Beş on dakika beklemem gerekiyordu ama. Cam kenarındaki bir koltuğa oturup bekledim. Çok geçmeden otobüs hareket etti. Yanımda kızıl saçlı bir kadın vardı. Kitap okuyordu. Kalın bir kitaptı. Merak ettim -hep merak ederim-. Baktım. Kadın baktığımı gördü. Çevirdim başımı. Çektim.
Perdeyi çektim. Herkes benimle geliyor gibiydi. Kimse inmiyordu çünkü. Herkesin babası ölmüş olamazdı ama. Bir saat sonra otobüs durdu. Şoför, kapıları açtıktan sonra indi. 
        İnebolu’daydık.
       Her şey haddinden fazla değişik gelmişti bana. Tahta at mahallesine gidecektim. O esnada beklemediğim bir olay oldu. Babama çok benzettiğim beyaz mantolu bir adam yanımdan geçti. Gözlerimin önünde cereyan ediyordu her şey. Baksaydı bana o da şaşıracaktı belki ama bakmadı. Adam uzaklaşınca ben de yoluma devam ettim. Yaklaştıkça mahalleye yıllar önce neden terk ettiğim o an hafızamın içinde berraklaşıyordu. Dişlerim gıcırdıyordu adeta. Avlulu evlerin arasına kazık gibi dikilen apartmanlar korkunç hâle sokmuştu mahallemizi. Yeniydiler, ama bahçeleri yoktu. Bahçe dedim de evi terk ederken babam bahçedeydi.  Ansızın bir kadın seslendi. Duymazdan geldim önce.  Yürümeye devam ettim. Önüme çıktı. Tanımakta zorluk çekmedim onu. O da tanıdığı için seslenmişti zaten.

      Annemdi. Baban iki gün sonra defnedilecek. Sevin artık. Senin yüzünden öldü, dedi.  Babam gibi bakıyordu. BÜYÜK BİR ÖFKEYLE. İçinde demlendirdiği kötü bir şeyler olduğu belliydi. Ruhu cinnet geçirmiş olabileceğini düşündüm ilk önce babamınki gibi. Bu daha başkaydı gene de. Kinliydi. ‘’Sen bir katilsin. KATİL’’, dedi. Elinde demir çubuk vardı. Paslıydı. Babama benzeyen o beyaz mantolu adam geçti yanımızdan. Bu defa o da baktı. Hiç şaşırmadı. Yanılmıştım. Annem suratıma bir şamar vurunca afalladım. Çok aşağılık bir darbe yemiştim suratıma. Annem pes etmiyor, vuruyordu devamlı.  Elindeki demir çubukla başıma vurmaya başladı sonra. Kanlanmıştı yerler. Daha fazla dayanamadım, yere yığıldım. Gene de söz geçiremiyordum dilime: Babamı sevmiyorum. Babamı sevmedim. Babamı sevmeyeceğim!







Lacivert/ temmuz-ağustos 2015 Sayı 64 






1 Temmuz 2015 Çarşamba

Atlar ve Bakireler




kafamda üç kelime
atlar bakireler ve annem
üç soru
suçu neydi düşen elmanın
o ağacın dalları niçin kırıktı
ilk günahı işleyen kimdi
bu bir emrivaki
anlatın
olan oldu nasılsa
burası açık


hakkımız üçtü
üçe bölündük
üç soru soruldu
cevap bekliyoruz
aç olmalıyız fakat neye
aynada gölgem sûretimle aynı
ne tuhaf
tıpkı ben
yağmur ha yağacak
ha yağıyor
ha ha ha
üç kahkaha
nasıl da yakışıklı gülüyor pezevenk

umduğumdan daha beyaz şakaklarım
ergenlikten henüz kurtuldum
yüzüm gergin
kalın damarlarım fazla kabarık
yaşlı değilim
fakat gözleri üzerimde bakirelerin
sonrası
kan ve su
başka ne olabilir ki
hayır başka şey
şey diyerek sizi ikna edemem
zira eğri duvara yaslanarak
sırtımı kaşıyan sizdiniz
duvar yıkıldı
göçtüler ve
geberdiler


velev ki ben geberttim
duymalıydınız öksürük seslerini
kabahatiniz büyük
olsaydınız yanımda göğsünüzü öperdim
atlarınızı tımarlardım boyuna
çok konuşmamalıyım
susmak...
susmamalıyım
susarsam bakireler ısıracak dudağımı
ısırmak
ne ayıp kelime
hışt hışt
annem duymamalı






haziran 2015