6 Haziran 2017 Salı

Çığlıklar Fısıldar*




Damarlarım korkumun sıkışmasına engel oluyor. Ellerim sımsıkı, her an bir duvara vuracakmışım gibi zonkluyor beynim. İçimde küflü bazı şeylerin ağırlığı çöküyor ve ben çok rahatsızım.

Evde kimseler yok. Odanın kapısı kilitli. Üst kattakilerin ayak sesleri huzurumu kaçırıyorlar defaatle. Köpekler havlıyor. Kargalar ağaçların dallarında. Ama umursamıyorum hiçbirini. Geçeceğinden değil, gözlerim Maria’nın bakışlarına değiyor. Duvarda kocaman bir saat: 10.05. Güneşin ışıkları duvardan sızıyor. Karin’in suratı her zamankinden biraz daha gergin ve kalın. Anna’nın göğüsleri baş ağrımı dindiriyor dikizlerken aynadan. Maria, yüzünün sert çizgilerini makyajla örtmekten çekinmiyor. Doktorun ağzından alıyorum lafları ansızın. Doktor bazı haklılar gibi ukala. Maria üzgün ve Karin daha da kızgın. Doktora âşık bakıyor Maria. Bir şeyler rahatsız ettiği kesin içimin kenarlarını. Pencere aralık ve bu aralıktan rüzgâr vuruyor ayak parmaklarıma. Dikkatim dağılıyor defaten. Ölümden korkmamam gerektiğini anlıyorum sonra. Korku iliklerime kadar işlemiş durumda. Fakat söylediklerim beni yarına kadar götüremeyecek kadar bulanık. Kendimi köşeye sıkıştırıyorum. Tehditler savuruyorum. Ağzımdan kaçmıyor men edilmiş kelimeler. Dilim ele vermiyor günahlarımı. Dizginliyorum sinir uçlarımı. Herkesin bilmesini isteyecek kadar ölüm yaklaşmamış bedenime henüz. Sakladıklarımın ne kadarı sahici onu tartıyorum beynimde. Kendimi gülmemeye çabalıyorum. Gözlerim kayıyor saate yine. Epey geç olmuş ve karanlık.



Ingmar Bergman sen ne güzel bir insansın öyle: 'Cries and Whispers.' Resimler,  saatin tik taklarına eşlik edercesine huzursuz edici. Karanlık camdan bakınca da karanlık. Hep karanlık. Annem kızkardeşlerime bir şeyler fısıldıyor. Anna sen neden bu kadar şefkatlisin peki? Anne olmak yeterli değil bunun için Anna. Soru sormak istiyorum. Annemin sesi bölüyor Anna’yı. Aramızda sırlar. Kapı vuruluyor. Agnes acı çekiyor hâlâ. Şefkat diliyor kardeşlerinden ama korku engelliyor ruhlarını. İmdadına Anna yetişiyor bu defa da. Anna’ya bakınca annemi görüyorum. Ablamın çığlıklarına benziyor Agnes’in çığlıkları. Acılarının benzerliğinden dem vuruyor olmam eksik bildiğim bazı şeylerin varlığından bihaber olduğuna mı işaret, tereddütteyim. Çığlıkların hangi dili konuştuğu kimin umurunda. Fısıltıya uyanıyor ağrılar. Dışarısı bizden habersiz. Acı düştüğü yere acı verir.

Gece yarısı ve ben tek başımayım.

Karin kapıda. Anna odanın içinde. Annem bana sesleniyor, kısık sesle. Kızkardeşlerim birilerini çekiştiriyorlar masum kelimelerle. Yüzlerinde saklayamadıkları müzmin yorgunluk mutsuzluğa dönüşüyor. Yeterince tanıyor muyuz birbirimizi? Bunca zaman niçin gözlerimizin içine bakamadık. İç dünyalarımızın kaçta kaçı kardeş. Bu oran kanımızı donduracak kadar heybetli mi? Kanımızın kırmızı olması dışında ne kadarı bize ait? Karin soyunuyor. Anna’nın ellerine ihtiyacı var.


Annem kapıyı kilitliyor. Yabancıların içeriye sızmasına gönlü el vermiyor. Annem’in ablama söylediği sözler geliyor aklıma. Ben ölürsem odanın duvarları dağılacak. Anne, cennet ayaklarının altında, bizi düşünmeyi bırakmalısın, diyemiyorum. Duvarlardan kastı sizden gizlediğim bir şey elbette. Agnes’in çığlıkları beni tedirgin ediyor artık. Maria kurnaz bakışlarla Karin’i dikizliyor. Odanın duvarları kırmızı. Beyaz elbiseler dolanıyor etrafta. Berrak fikirler çağrıştırıyor beyaz. Hiç masum değiliz, bunu biliyoruz. Evin duvarlarından damla damla kasvet dökülüyor. Suratları kırgın kızkardeşlerin. Anna’nın yüzündeki hüzün çürümüş bir vaziyette hazır bekliyor. Masumiyet çizgilerini yitirmemişçesine süzüyor göz kenarlarını Agnes’in. Anna’nın şefkatine ihtiyacı var. Benim annemin ellerine. Karin ile Maria miras bölüşme peşinde. Anna’nın yoluna bakması gerektiğine karar veriyorlar. Anna’nın hakkı var Agnes üzerinde. Öyle bırakamayız diyorlar. On iki yılın emeğini birkaç ucuz lafla geçiştiriyorlar. On iki havarinin Hz İsa’nın üzerinde hakkı olduğu gibi. Yehuda dahil. Yehuda vicdan azabından intihar ediyor. Son bulmalı her şey. Son yemek. Son ihanet. Son peygamber gelmeli. Son buluyor ihanet, derken sırtından vuruluyor peygamber.  

Aramızda cam bir perde. Berrak. Ellerimi uzatsam, Maria’nın yüzüne değecek. Zaman geçtikçe filmin sonuna yaklaşıyorum. Çığlıklar yerini vicdansızlığa terk etmiş ve asıl gerçekler ifşa olmuş durumda. Odadan çıkmamalıyım. Çıkarsam ele verebilirim çirkinliğimi. Maria ve Karin salonda karşılaşıyorlar. Aslında bu bir veda. Son bir veda yemeği sonrası. Son ihanet bu kapının önünde gerçekleşiyor. Maria dün akşam Karin’e söylediği lafları unutmuşçasına alaylı bir bakışla cevap veriyor. Karin’in suratını geçici ele geçiren o sükunet tekrar kalın hatlara bırakıyor. İntikam ve kıskançlık aynı vagonda yolunu bulmuş ilerliyor. Agnes’in günlüğü Anna’nın elinde. Kelimeler akıyor ağzından. Bahçeye sürüklüyor bizi günlük. Maria ve Karin’in geldiği o ilk güne. Beyazlar ve yeşiller. Agnes’in yüzünde huzur miskalleri. Suratım gergin. Fısıltılar geliyor aralıktan.


Anemler uyumuş olmalı. Sessizlik. Dışarıda yağmur. Çığlıklar duyulsun diye annemin kulağına fısıldıyorum ama Agnes’in çığlıkları geceyi deliyor:


‘’Saat pazartesi sabahı erken ve ben acı çekiyorum ’’ 


2 Şubat 2017 Perşembe

Müstehcen Muska




Kudurmuş bir şehrin bacak arasından dikizliyorum tramvayları
bir yerlere kaçabilme olasılığı sakıncalı
balmumu ıslaklıklığı kadar tehlike saçıyorum
suç mahalinden kirli olarak çıkarıyorum parmak kirlerimi
kimseyi kınamadan
boynuzları çatlayan bir geyiğin suratında kan lekelerini çalarak
kan bürümüş gözlerimi suçtan tımarlıyorum
akdeniz’in kırışmış yağ bezleri durduruyor aşk kokan damarlarımı
derken göğüs göğüse çarpışıyoruz arenada
aşk ki
ne aşk


dervişin dili medusa’nın saçlarından uzun
hayret edersem kin bulaşır dilime
aynayı göstermekten vazgeçmelisin
vazgeçersem terasa dişleri düşer fillerin
yanlıştan alıkoyan dokunuşlarının akıbeti beni ürkütüyor
koynumda beni öpmeyi denemelisin
kan dursun öncelikle
şahsi sürtüşme
damarlarım huyundan vazgeçer
elini çek kınımdan


eksik bir ayrılık bu zıvanadan çıkan
sevişmeliyiz gün doğumunu sırtımıza alarak
o sen değilsin
benden ötesi
müstakil bir ev telaşı
hepsinden uzağız
çatallaşmaz sesimiz
sen diyemiyorum çünkü ağzım ekşiyor
ateş hattında bileklerim kan topluyor
beynimde yüksek rakımlı tokalaşmalar
birleşerek rahminde uzanabilir göğsüne
içine al beni
ağaçtan düşen elma kırmızı nasılsa
tut ama ısırmayı aklından geçirme
gözlerin akdeniz
öpersem çoğalır savaşlar
mesafeyi dinç tutuyorum
elma
çık
çıkarsan
çık


ortaçağ lanetine taş çıkarma sinsiliği benimki
kapılar çok aldatmanın ağrısıyla mideme çullanıyor
burnumdan kıl aldırmıyorum
hoyratça hapşırıyorum alt dudağını ezerken
yürüdükçe yarıklarından öpüyorum ağzının


alo
savaşları kim bağladı
devrilen seneler değil
etnik paslaşmalar
kırıklarımdan hiçbir kadının saçı geçmez
suyun rütbesi menfi
yüzün dağınık bir cephane şevheti
baktıkça düşmana kasılıyor gözlerim
hizaya geliş metaforunun saklanma hissiyatı vuku buluyor
göğüs çatalından akıntıya kapılmanın müzminliği
ateşin düştüğü yer annemin rahmine yakın
üzerine alınma
perdeyi çek  
içine çek
çek
sevgilimin perde arkasından nasıl kırıştırıldığını
kırılan camları ezerek dikizliyorum
as
asarsan
as



10 Ocak 2017 Salı

Mia’nın Şehir Replikleri



Parmaklarımın şuursuzlukları dilime yenik düşüyor Mia. Siyah-beyaz filmler çarpıyor gözlerimin çizgilerine. Sonra Marlon Brando, Tuncel Kurtiz ve biraz yerli Şener Şen; ya da saklambaç ve babamın annemi aldattığı gençlik fotoğrafları... Bunları anlatarak ne geçecek elime Mia? Sorular sorunca kendimi uykumun terasında buluyorum. Fakat gene de uçurumlar uykudan daha tahrik edici geldiğinden uykumu bölüyorum. Can sıkıntımı yatıştırıyorum başımı serçe parmağımla kaşıyarak. Cebime atarken elimi buruşmuş bir enkaza çarpıyor tırnaklarım bu defa. Gözlerim camdaki perdeye saldırıyor.

 Dört mevsimin şımarıklığı korkularımı sınıyor. Adını sayıkladığımı nereden bileceksin Mia? Tam da bunu dediğim için senin ağzından kıvrak replikler fışkırıyor Paris’e doğru. Sakarlık bu kadar mı yakışır bir kadına diyorum, kar düşüyor penceremin dibine. Sebastian yaklaşıyor dudaklarına; ama ışıklar rengini yitiriyor. Kalabalığın çatallaşmış gerginliği elbiselerine değiyor. Ellerim dokunmak istediğim yerde olsa da kaşıntım ele veriyor ayaklarımı. İçimde düne dair biriktirdiklerimin ıslak yanlarını palas pandıras aktarmanın trajikomikliği suratımı ekşitiyor Mia. Anlatmayı hedeflediğim şeyler ile anlattıklarım birbiriyle çelişiyor ama neden? Göğe bakıyorum ve daha da hassaslaşıyorum. Şehre mermiler yağıyor Mia. Gözlerin köpek dişlerimin gıcırdamasına sebep oluyor. Çekilme hissi basıyor beni. Karanlıktan kaçan kadınların yüzlerini örtüyorum ellerinle.


Tanışmıyoruz Mia:




Babamın korku dolu adımlarını yıllar geçmesine rağmen hâlâ suratımda hissedebildiğime göre sakın babamın şımarıklığından dem vurma. Baba ile korku ve oğul. Ama sen değilsin Mia. Üç sayının aile şerefi... Bilemezsin. Sadece anlamsal değil, derinlik bakımından da farklıdırlar. Kavramlar bazen çok şeydir; ama herşey bazı şeyler bazen ayrı yazılmamalı değildir kesinlikle. Bunları izah ettikten sonra bir kediye koşup içimi döktüğümü söylemeyeceğim. Sırf birileri mutlu olacak diye kulaklarımı delmek istiyorum, ama suratım geriliyor.


İsmet Özel’in dizeleri işime yaramadığından damarlarım büzülüyor Mia. Beni ihbar etmeyi unutma. Karlı bir gecenin beni nerelere götüreceğini de. Sen hiç unutma Mia. Hatırla. Artık gözlerim fal taşı gibi açılmıyor. Geçmiş enkaz altında kalmış durumda. Filme. geç kalıyorum. Tramvay yolunu şaşırıyor. Kaldırımın karla kaplanmasını başka neyle izah edebilirdim yoksa? Aşklarım, terk ettiklerim, saçlarım, repliklerim; yalnızlar, rıhtımlar, düşlediklerim, umutlarım. Sonra Mia’nın sureti beliriyor aynada ve komşular bir kez daha perdeden bakıyor yüzüme.


 Oysa meselenin aslı bu değildi Sebastian!