10 Haziran 2022 Cuma



Truva Atından Çıkan Fazilet Yenge

 

           Ben Seyfo. 35 yaşında bir düğün şarkıcısıyım. Az önce işten ayrıldım. Gökyüzünü sis sarmıştı ve kimse yok gibiydi sanki sokaklarda. Terk edilmemiş bir şehrin kuytuları gibi. Nereye gideceklerini domuzuna merak ettiğim önümdeki iki kadından başka. Arkalarından yürüdüğümü fark edemeyecek kadar kahkaha dolu bir yürüyüş içindeydiler. Bir an birlikte yürüyormuşçasına kırık bir sevinç belirdi dudaklarımda. Üç adım saydıktan sonra onlardan ayrıldım. Duvar yazılarını okuya okuya eve doğru yürüdüm. Artık sadece ben vardım sokakta. Yolu uzattıkça uzattım. Gece iyice gece olmuştu artık. Evdeki saat benimle aynı fikirdeydi. Kalçalarımda biriken terin soğukluğunu damarlarımda hissediyordum adeta. Pencereyi açtım, salonu havalandırdım. Yüzüme vuran rüzgar serin bir duş almış hissi verse de banyoya attım kendimi. Suların kesik olduğunu fark etmemle yerime oturmam sadece yirmi beş saniye sürdü. Şimdi mutfak masasında ocağın üstündeki hafif yanık çaydanlıkta gezdiriyorum. Ocağa, oradan tezgaha sıçrayan yağ lekelerini gözlüklerimin camından çok net seçebiliyordum. Hayatımdaki lekeler kadar olmasa birazdan elime aldığım süngerle tüm lekeleri ortadan kaldıracaktım. Güneşin sarı telleri cama vurmadan her şeyi bitirmeliydim.  Öyle olmadı ama. İki buçuk saat geçmişti ortalığı toparlayalı. Pencerenin camını açtım tekrar. Ay yerli yerinde yıldızlar da hemen arkasında ayrılık saatini bekliyorlardı. Bir şey gördüğümden değil, öyle sanıyordum. Mektuba nasıl başlayacağımı geçiriyordum aklımdan çünkü. Masaya geçtim ve başladım. Sevgili dostlarım. Çok kıymetli arkadaşlarım. Bunu okuduğunuzda vs. gibi ne kadar saçma, sıradan bilindik cümle varsa aklımdan geçirdim. Ancak bunların hiçbir konuyu uzatmaktan öteye gitmeyeceğini düşündüğümden direkt konuya geçiş yapmamın daha sağlıklı olacağına karar verdim. İlk kuracağım cümle şu olacaktı: Bu bir intihar mektubudur.

 Okumadığım ama çalgıcı arkadaşlardan duyduğum roman karakterlerin ölümünü hatırlatıyor bu cümle. Ama onlar bile umurumda değiller artık. Zaten kitaplığımdaki o birkaç kitabı da çöpe attım. Attım işte. Bir nedeni var tabi, ama o da uzun sürer şimdi, vaktim olmayacak bunu yazmaya. Bunu bilip öyle okuyun istedim. Ama bir dakika, madem yarın olmayacağım, neden açıklamayayım buna sebep olan kişiyi.

Karım beni aldattı. Hem de evimizde, çam ağacına bakan odada. Kendi gözlerimle yakaladım onları. Her şeyi gördüğüm için kendimden tiksiniyorum. Bir şey demeden çıktım ama. Bu olanları benden başka bir kişi daha biliyormuş meğer. O da yengem. Terk edildikten iki gün sonra kendi bana söyledi. Aramıza girmek istememiş. Bir şey diyemedim. Çok dokundu bana bu yaptığı. Benim de bildiğim şeyler var mesela. Durun giderayak bir tanesini anlatayım. Zamanı geri saralım biraz. Cebi yırtık mavi önlüklü bir öğrenciydim.  Yırtık olan şeyler de dikilmeliydi oysa. Bu cebi diktir öyle okula gel, diyen öğretmeniz de bilenler arasındaydı. Bir şey daha biliyordum:  bütün özel isimler büyük harfle başlar. Gene de bu istekleri yerine getirmemek gibi bir huy vardı üzerimde.  Mahsus yaptığım veya inadımdan değil, hafızamın azizliğine uğrardım hep. Bir kere yengeme söyledim aslında, fakat o da önemsemedi.  Bir şeyleri unutarak mutlu olduğumuz zamanlardı bir bakıma. Alt tarafı bir cep, al iğneyi dikiver değil mi? Saatler, günler geçti derken çarşambada durduk.  Aynı öğretmenin rutubetli dersi. Öğretmenin kocaman kara kaşları, kaytan bıyıkları olduğu kadar alnı geniş ve kel biriydi. Lokal ten uyumu ve duruşu hep üzerindeydi. Asur kralları gibi hafiften göbekli ve esmerdi de. Aylardan mart, senelerden 1997. Öyle olmalıydı. Sınıftakilerle duvarın terlemiş yanlarına bakarak İstanbul’un vapurlarını düşlerdik. Sarışın olduğu kadar yakışıklı olan sınıf başkanının konuşanları tahtaya yazdığı meşum dakikaların içindeydik. Benim ismim de var bu kara tahtada. Öğretmen içeri girdi. Elindekileri masaya bıraktı. Kaşları çatık, gözleri tahtada. Dünyaya düz diyen azınlıktan olmadığımız gibi Dreyfus’u vatan haini ilan edenlerden de değildik. Öyleyse bu öfke niyeydi? Tahtaya geçtik. Elinde sopası. Kaytan bıyıkları foraydı. Sopadan payını alan, acısını dişlerine asarak yerine geçiyordu. Sıra bendeydi. Öğretmenin kara gözleri elimde değil cebime dikilmişti. Gözleri gözlerime, boynuma, omuzlarıma, oradan göğsümün üzerindeki sökülmüş cepte durdu. Saatler dursa ancak bu kadar acı verirdi zaman ve dünya dursa bundan daha dehşet bir şey olamazdı herhalde.  Ceketini çıkarıp masaya bıraktı. Beklediğim güneşin cama vurduğu huzmeler değildi farkındaydım. Gömleğinin kollarını sıvadı önce.  Matematiğin hayattaki karşılığını öğreten bir öğretmenin gazabına uğrayacağımı kim bilebilirdi? Etim onundu, kemiğim babamın. Bize kalp ağrısı ve bir tutam korku: öğretmenin vurduğu yerde gül biter. Ama bitmedi öğretmenim. Bakın şurası da acıyor. Melankoliğe tutkun yapımdan olacak ki acı eşiğim annemin tansiyonu gibi çok yüksektir. Sağ kulağımda kara trenin trik traklarını ayırmakla meşguldü orta kulağım. Suratımdan sıçrayan kıvılcımlar serçelerin gözlerini yakabilirdi hani. Kaçak kıvılcımlar sol yanağımdan ayak parmaklarımın ucunda biriken acıyı törpülüyor gibiydi. Çöp kovasının dibinde ayaklarımın bedenimi dengede durdurmaya çalışırken buldum birden. 

Nasıl olduysa esrarengiz bir gülme krizine tutuldum. Ama ne gülme. Hormonlarım kanımı gıdıklıyordu sanki.  Canım yanmasına rağmen mani olamıyordum dişlerimin çarpışmasına. Yakamdan tuttuğu gibi sağ yanağıma okkalı bir şamar daha geçirdi. Suratımda hâlâ o mahcup kahkaha.  Sınıftakilerin bana eşlik etmesiyle işler iyice karmaşık bir hâle bürünüyordu. Onlar güldükçe ben gıdıklamaya devam ediyordum hormonlarımı. Öğretmenimin ateşimi dindirmesi için elimden geleni yapıyordum yani. İyi de neden? Bıyıklarına güldüğümü sanıyordu sanırım. Gözlerimden yaş akana kadar özel dersimi sonuna kadar götürdüm. Suratım öyle yanıyordu ki kıvılcımlar yerini ateşe terk etmiş gibiydi. Bir yerde durmak gerekirdi elbet. Sonunda o da pes etti. Aslında zil çalmıştı.  Zilin çalmasıyla herkes dışarı çıktı. Sadece şakalaştığımız birkaç arkadaş kaldık sınıfta. Onlar yarıda bıraktığım gülmeyi katlayarak suratıma fırlatıyorlardı. Bense canımın yandığını belli etmemek için onlara eşlik etmeye gayret ediyordum suratımdaki ateşi kısarak. Her şey akışına uygun akıyor gibiydi. Bu çocuk ne yaptı da bu kadar dayağı hak etti? Bu öğretmen ne yaşamış olabilirdi gerçekten? Son ders zili çaldıktan sonra sökük cebimle evin yolunu tuttum. O cebin parçasını çöpe atarak kesin bir çözüm bulmuştum. Yengemi de bu azaptan kurtarmıştım. Annem babam köye gitmişti. Diğer kardeşlerim de İstanbul’daydı. Ben okula gittiğim için beni yengeme emanet etmişlerdi. Öyle olmalıydı. Abimin evde olmadığı zamanlarda haliyle yengeme ben göz kulak olurdum, nihayetinde erkeğiz. Ne olursa olsun bir kadın tek başına kalmamalıydı. Biz böyleyiz.

Okula gittiğim için haftada bir gün bile olsa banyo yapmalıydım. En azından suyun ısıtılması ve başımın sabunlanması lazım. Fakat bu sefer annem yoktu. E ben yıkayamayacağım için yengem bu görevi üstlenecekti. Yukarıda da ağzımdan kaçırdığım üzere muhafazakar bir ailenin kızıydı. Kahreden bir utangaçlık bedenimi gasp etmiş gibiydi. Durumun daha iyi anlaşılması adına bu bilgiyi veriyorum, yoksa toplumsal bir meselenin altını eşelemek değil niyetim. Her pazar okul için banyo günüydü biz öğrenciler için.  Ama bir türlü yengem yanaşmıyordu buna. Çocuk da olsam bir erkektim. Toplumsal cinsiyetin henüz raflarda yer almadığı kuytu zamanlar bunlar. Su ısıtılmış, sabun yanıma bırakılmıştı. Ben yıkayacaktım. Yengem bununla kalmadı, kim yıkadı başını diyen olursa yengem yıkadı, diyeceksin diye de tembih etmeyi kendine şiar edinmişti. Bir kere yengem öyle dediyse bir bildiği vardır. En iyisini yengeler bilir. Bizim evin bitişinde de Menice teyzelerin evi vardı. Televizyon olduğu için onlarda bazı akşamlar oraya giderdik yengemle. O komşumuzun da beton gibi gözlüklü bir kızları vardı.  Muhabbet bir şekilde oraya geldi. Banyoya. Yengemin olmadığı bir anın içindeydik.

- Seyfo, banyo yaptın mı?

- Yaptım abla.

- Doğru söyle.

- Yaptım, valla.

- Yalan söyleme, gel başına bakacağım o zaman, dedi.

Bilmiyorum ama yalan söylediğimi hemen anlamıştı. Birden elimden tuttu ve banyoya götürdü beni. Sen hazırlandığında bana seslen geleceğim dedi. Yengem niçin yıkamadı? Ben niye doğruyu söylemedim? Atomu kim parçaladı? O nasıl yıkayacaktı, nasıl olacaktı bu? Hangisi daha yakındı gerçekten?  Yengem çoktan eve gitmişti, telefon gelecekti; abimle konuşacaktı çünkü. Başımı sabunladıkça gözlerime kaçan köpük iyice azıyordu.  Sabunu eline aldı ve sıcak suyu başımdan aşağıya bıraktı. Neriman abla su döktükçe günahlarımdan arınırcasına gevşiyordum. Neriman abla bir kadın olduğu kadar yengem de öyleydi. Yengem. Neriman abla. O günden sonra bir daha Neriman ablayı görmedim. Ama o günü de hala unutmadım. Yengemi de unutmadım. Cebimi yırtan öğretmeni de. Ama karımı unutacağım. O gün yengem dikseydi cebimi, o dayağı yemezdim. Yengem karımın beni aldattığını söyleseydi bugün bu cümleyi de yazmıyor olurdum:  ölümümden Fazilet yengem sorumludur.




Not: 7. Zeytinburnu Öykü Yarışması Mansiyon Ödülü.




 

Masumiyetini Yitiren Mahremiyet:  ‘’Hatırlarsanız Mahremiyet 

Demiştik’’

 

          Aklımızda bir sürü telaş. Mesela savaşlar ve kahreden sanatsal mevzular.  Meclis gündemini yahut medya gündemini bir kenara bırakıp küçük yaramızı kaşımaya koyulalım. Fark etmişsinizdir Türkiye’de iki bin yılından sonra sistematik olmasa da çiğ köfteci açma furyası başladı. Bu işte başarıyı yakalayan olduğu kadar aynı hızda kapanan da oldu. Bu standart tada bir şekilde yenilik katanlar ise büyüdükçe büyüdü.  İçinde bulunduğu üretim koşullarından doğrudan etkilendiği bu sektörün asıl nedenleri üzerinde durmayacağız, tabi bu işle paralel giden estetik sektöründen de bahsetmeyeceğiz. Ancak Türk  tiyatrosunda özellikle de iki bin sonrası sahneye uyarlanan monodramların sayısının hatırı sayılır bir sayıya nasıl ulaştığına değinmemek olmaz. Nasıl ki eline biraz para geçen çiğ köfteci açtıysa ‘’trajik bir hikâyesi’’ olan kim varsa bu tarafa yöneldi. Zaten kendi metnini üreten toplulukların çoğunun metinlerindeki ortak nokta hikâye anlatımının öne çıkmasıdır. Bu estetik forma elbette yabancı değiliz. Çağdaş ile gelenekselliği harmanlayan bu form, zamanla ağızda ekşimtırak bir tat bırakmadı değil. Hangi tarafa baktıysak aynı hikâye, aynı müzmin dert. Durumu abarttığımız doğrudur; ama hakikat zaten böyle bir şey değil midir? 

Neyse. Birden. 

Yola koyulmuş acemi bir yolcu gibi ismi ikinci yeni şairlerinin dizelerini çağrıştıran bir oyunun prömiyerinde bulduk kendimizi? Yer: Boa sahnesi. Konum: Kadıköy. Saat. 20.30. Yerdeki spot ışıklarının üzerinden atlayarak rastgele bir yere çöktük. Bu küçük sahnelerin güzel yanı da bu belki de.  Birkaç dakika sonra perde aralandı ve başladı oyun. Bilindiği üzere çağrışımlar bizi yürüdüğümüz yolda sadece hırpalamaz yalnızlık hissini de zerk eder damarlarımıza. Daha fazla uzatmadan adına meftun olduğumuz, apar topar gittiğimiz ‘’Hatırlarsanız Mahremiyet Demiştik’’, oyununun ne anlattığına gelelim; 

''Annesinin ölümünden sonra annesine ait eşyalarla ne yapacağını bilemeyen bir kadın, cenazeden bir hafta sonra eşyaları mezat yoluyla satmaya karar verir. İlk defa mezatta satış yapan kadın karşılaştığı eşyalar ile hem geçmişini hem de unuttuğu hatıralarını anımsamaya başlar.’’ 

Oyunun broşüründen alıntıladığımız bu kısım, aslında seyircinin neyle karşılaşacağının bilgisi verilir. Buradan bakınca seyredilmesi keyifli; ancak dar dehlizden ilerledikçe bir tutam burukluğun sizi etki altına aldığını hemen fark edersiniz. Bunu biz de yaşamıştık. Onu siz yaşamıştınız. Bak şunu o da yaşamıştı, denilen o yitik şeylerden sadece bir kaçını bile hissedersiniz. Mezat alanı (sahne)’ na giren oyun kişisinin heyecanlı oluşu içinde bulunduğu durumun gerçekliğiyle örtüştüğünden pek rahatsız etmez. Bu söylemde bir sakınca yok; çünkü kendisi bu işte acemi olduğunu zaten söylemektedir. Gene de interaktif geçecek dediğimiz bu oyun, aslında seyirciyi pasif olmaktan kurtarmaz. Zira oyun kişisinin sorduğu sorular doğrudan seyirci/katılımcıya sorulmasına rağmen sanki onlara sorulmamışçasına  ‘’mış’’ gibi yapılır. İlk sorulan soru:

‘’Tuncay bey burada mı?’’

Bu soruya seyircinin cevap verip vermeme arasındaki kararsızlığını göz önünde bulundurmalı mıyız emin değiliz? Seyirci, konforunu kaybetmek istememiş de olabilir çünkü. Buradayım, seni görüyorum; ama konuşamam. Unutma ki ben dördüncü duvarım; iflah olmaz alışkanlıklarım var, der gibi düşünmüş de olabilir. Oyuncunun beklemediği bir cevapla karşılaşmamak adına buna yöneldiğini söylemek pek de güç değil. Bu savımızı güçlü kılmak için ancak bir sonraki seanslarda öğrenebiliriz. Bu tutum bizlere Peter Brook’un oyuncu aynı zamanda hem karakter hem öykü anlatıcı olmalıdır; yani oyuncunun bir hikâye anlatıcısı gibi konumlanması gerektiğine dair düşüncesini hatırlatır. Öyle ki oyuncu çok mahrem bir ilişkiyi aktardığı kadar aynı zamanda doğrudan doğruya izleyicilere de seslenmektedir. (Brook, 2004, s. 32, aktaran, Gümüş, 240).

Bizi ilgilendiren diğer husus da erkeğin birçok anlatıda olduğu gibi, bu oyunda tabiri caizse yerin dibine konulmasıdır.   Dolayısıyla bu yaklaşımla yazarın ve yönetmenin hangi tarafı seçtikleri de netlik kazanmaktadır. Buradaki erkeğin baba olması bu öfkeyi daha da kızıştırmaktadır. Oyunun sonunda kadının babası hakkında söylediği cümle bu söylemimizi doğrular niteliktedir. Öfke demişken Francis Weller’in kendisiyle yapılan bir röportajında söylediği şu sözler, ne demek istediğimizi  daha belirgin kılmaktadır:  

      ''Öfke hakiki bir şekilde gösterildiğinde ilişkisel bir süreçtir. Açıklayıcı bir süreçtir. ‘’sana kendim hakkında bir şeyler söylüyorum.’’ demektir. Sana beni neyin üzdüğünü, neyin beni sıktığını, bedenimde beni gerçekten derinden etkileyen neler olduğunu söylüyorum, demektir. Hakiki bir öfke, yakınlığa ulaştırır. Öfkede kendime dair derin bir şeylerden bahsediyorum’’ dersiniz. Öfkeli olmamın nedeni bir şeylerin varlığımın çok derinlerine dokunmuş olmasıdır.'' (https://www.youtube.com/watch?v=EaI-4c92Mqo).

Bu alıntıdan anlaşılacağı üzere kadının babasına duyduğu öfke daha yerindeymiş gibi gelir. Bu gerçeklik erkeğin maruz kaldığı öfkenin sadece belli bir kısmına işaret ettiğinden ikna edici niteliktedir. Kadının annesinin neden öldüğünün cevabına da bu aşamada denk geliriz. Hatta kadının başında avare avare gezinen psikolojik şiddetin büyüyüp aldatmaya dönüşen çığlığını da burada yakalarız. Sebeplerin sonuç doğurdu anlar da diyebiliriz.  

Duygusal çığlığın kulaklarımızda bıraktığı etki sönmeden şu mahremiyet’e değinmek boynumuzun borcudur. Öncelikle oyunun/mezat başında, bir anlık gafletle satışa sunduğu günlüklerini, annesinin izinsiz okuduğu ve bunun mahremiyetine dokunduğu gerçeğini acı da olsa paylaşır seyircilerle. Bu söylem aynı zamanda seyirciye inceden bir gönderme içerir. Kaldı ki mahremiyet açısından karakteri haklı çıkarsa da masumiyetten sınıfta kaldığı apaçık ortadadır.  Bunu söylememizdeki sebep, mahremiyet konusunda bu denli hassas olan kişi nasıl olur da annesi öldükten bir (rakamla 1) hafta sonra bunu çiğneyebilmektedir. Bu davranış, çelişkiden çok belirsiz bir hamlığı doğurmaktadır. Kurgusallığını sorgulayacak cüreti kendimizde göremesek de karakter ve metnin bütünselliği açısından sorgulanması gerektiği kanısındayız bu garip tavırların. İyi de o mesele öyle değil, şöyledir, denilebilir, ancak ilk hedefte bize yansıyan kısmıyla ilgilendiğimizden bunun üzerinde durmamayı seçiyoruz.  Şüphesiz, karakterin söylemlerini eşelediğimizde annesiyle olan çatışmasının bile yeterince güçlü görünmediği gerçeğiyle karşılaşırız.  Geçmişten gelen öfkenin dışa vurumu da olsa bu tutum merak unsurunu sıcak tutamamaktadır.  Serim ile düğümde vuruculuk olmadığından sonuç da bir kadının kaba itirafından öteye geçememektedir. Karakterdeki istek bile olay örgüsündeki dengeyi sağlayamamaktadır; seyircinin baktığı açıdan da bu istek maalesef bulanık görünmektedir. Kendimizi zorladığımız için anlıyoruz o derdi de. Anneyle başlayıp en son babaya laf sokması da bunu gösterir bir bakıma. Yani suçlu gene erkek. Mağdur kadın. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi başka oyunlarda gördüğümüz bu karakter, benzer dertle başka bir oyunda karşımıza çıkmış gibidir. Bu yüzden aynı meseleyi anlatan anlatılardan sadece bir tanesi olmaktan öteye gidememektedir. Derdini  anlıyoruz; fakat bu da yeterli değil. Bu vurgumuzu akademik bir tespitle şöyle açıklayabiliriz: karakterin arzusu nedir ve bunun için ne yapıyor? Bu soruya verilen cevap en az soru kadar net ise karakter amacına ulaşmış demektir, bunun dışında bulanık bir gölge misali yerde çırpınıyorsa bu arzu karakteri yarı yolda bırakmış demektir. (Arıcı, s.99) .

Sahne üzerinde tartışmaya açılan bu öfke ne yazık ki kayda değer  estetik bir sahneleme üretemediğinden her şey havada asılı kalmaktadır.

Kadını canlandıran Tuğba Sorgun’un performansı ise metnin sesiyle son derece ahenkli, bunu yadsıyamayız. En azından ne demek istediğini anlıyoruz. Oyunun süresi de tam kıvamında. Kelimeler hiç tahrip edilmeden seyircinin yüzüne çarpsa da rahatsız etmemektedir. Hatıralarla dolu eşyaların (eski bir radyo, çocukluğuna ait el değmemiş bir uçurtma ve babasından tek kalan analog fotoğraf makinesi vs.) dili olup nostalji havası yaratmak elbette seyirciye bir şey kazandırmaz. Arabesk bir şarkıyı dinlemek gibi bir şeydir bu. O duygularınızı kaşır, ama dışarı çıkınca gerçekler hemen yüzünüze çarpar ve oracıkta biter.  Eşyaların geçmişteki varlık sebeplerini şimdiye taşıması kaba bir romantizm doğurmasa da inceden gıdıklar bu duyguyu. Satacağım diyerek mezat alanına getirdiği çoğu eşyayı valizine tıkıştırıp sahneden ayrılması bu hikayenin asıl şimdi başlayacağını gösterir. Geride babasından kalma analog bir fotoğraf makinesi ve kocaman bir masumiyet bırakarak mahremiyeti kurtaramazsınız. Ez cümle hayatın içinden biranlatı olsa da yeni bir şey anlatamadığından ortak bir kararda buluşmakta zorlandık.  Şunu da söylemeden geçemeyiz:  her hikâye dinlenecek kıymette olsa da esas olan nasıl anlattığıdır.  Ne demişti şair: Kimseyi ateşten korumaz kelimelerim, kılıçsızım.’’

 

 

Kaynakça

Arıcı Oğuz, Kurmacanın İnşası/Oyun Yazarlığına Giriş, Habitus Yayıncılık, 2020

Gümüş, Yunus Emre, 2000 SONRASI ÇAĞDAŞ TÜRK TİYATROSUNDA YENİ BİR ESTETİK: PERFORMATİF ANLATI, Dergipark, Cilt: 3, Sayı: 6, Kasım - Aralık / Kış / 2018

Weller, Francis, https://www.youtube.com/watch?v=EaI-4c92Mqo E.T. 27.03.2022


12 Ocak 2022 Çarşamba

Eve Dönmek: ‘’Nora 2’’



Zamanın bedenimizde açtığı yarayı umursamayız nedense. Yaranın çatlaklarından sızan acımızı saklamayı yeğleriz daha çok. Bunun nedeni açık, hafızamız. Unutmuş gibi yapılan; ama hiç unutulamayan o gizli yaralar ise kendine başka alanlar arıyor ruhumuzun dehlizlerinde. Peki neyi aradığımızı, ne çektiğimizi kim biliyor? Sadece aklı sürgünde ve ruhları kuşatma altındakiler mi? Değişim olur elbet; sürgündekiler bundan da mahrum bırakılır. Yaralı parmağa işeyemeyenlerin çağında yaşıyoruz zira. Ne demişti Nora giderken: ‘’Öyle değişiriz ki birlikteliğimiz gerçek bir evlilik olur. Elveda’’. Kapı kapanır. Evdekiler kalakalır. Birçok gidenin arkasından bakıldığı gibi o bekleyenler oradan bakmaya devam eder. Bu seferki özne Nora’dır. Bu kesin. Kalanlar bir koca, bir bakıcı ve çocuklar. H. İbsen nasıl sevdiyse Nora’yı bize haklılığını anlatır da anlatır. Bizi ikna da eder doğrusu. Oysa bizim için de gidene kadar varlığının pek kıymeti yoktu. Nora’nın. Gidişiyle hayrette bıraktığı zihnimizdeki siyah noktaları da süpürdü.  Silkeledi üzerimizdeki tozları. Bu yüzden açıkça diyebiliyoruz Nora, sürgün yaşadığı evden sadece ayrılmadı, herkesi yokluğuyla cezalandırdı aynı zamanda. Fakat her gidiş bir kaybediştir; bu meşhur söz, bir tuvalin üzerinde şık dursa da Nora için görülmeye değer değildir. Dönüşmek için önce gitmek gerekir bazen.

Sürgünü bir yere koyacak olursak H. İbsen’in ‘’Nora, Bir Bebek Evi’’ oyununda bir ailenin değerler üzerindeki bağlarına şarkı, mırıldanır gibi dokunur. Bize düşen onun peşinden gitmektir. Laf ebeliğine lüzum yok. H. İbsen’in Nora’sı kendi deyimiyle kendini bulmak için evden çıkar. Gidiş o gidiştir.  Kocasını ve üç çocuğunu bırakıp giden Nora, acaba geri gelse n’olurdu? İşte beklediğimiz soru ve mevzumuz da bu. Yıllardır dikizlediğimiz kapıda Nora’yı nihayet yakalıyoruz. Zihnimizden geçen bulanık düşünceler bu sefer berraklaşmayı bekliyor.

Amerikalı oyun yazarı Lucas Hnath 2017’de bu soruya cevap niteliğinde yazdığı ‘’Nora 2 (Bir Bebek Evi) ’’ oyununda bu kahrolası gelişi işler. Bu oyunda Nora, on beş yıl aradan sonra kapıyı çalar. Kapılar gitmek ve gelmek için var değil midir zaten? Daha önce kapıyı nasıl çalardı hatırlamıyoruz, ancak bu defaki ürkek ve derindi. Göstergebilimsel açıdan kapı imgesi hem dilsel hem de dildışı görsel gösterge olarak ele alınabilir. Buradaki kapının izleyiciye içinde bulunduğu duruma alternatif yeni bir konum önerilmesi dolayımıyla sanatta daima var olan sorgulamaların yeni bir doğrultuya girdiği hissedilir. Geçmiş veya gelecekle ilintili olarak sorgulanması talebi cisimleşmektedir. (Serpil AKDAĞLI- Fevziye EYİGÖR PELİKOĞLU s.81)  Elbette farklı anlamlar çağrıştırılabilir; ancak elimizdeki göstergenin bizi sürüklediği yer bu zıtlıklardır. Kapıdan içeriye baktığımızda aynı kişilerin yaş almış halini görürüz. Zaman geçmesine rağmen ev değişmemiştir.

Saim Güveloğlu’nun yönettiği bu oyunun en az kapı kadar özel bir anlamı daha var: Tansu Biçer, Tülin Özen ve Saim Güveloğlu’nun kurdukları ‘’BahçeGalata’’ tiyatro mekanının da ilk oyunudur. Bu açıdan baktığımızda Nora eli boş gelmemiştir. Nora bizi görmese de bizim onu ve diğerlerini gördüğümüzü söylemek zorundayız. Çünkü biz de on beş yıldır bu anı bekliyoruz.  Hoş geldin Nora!..

 İlk oyun ve ilk seyirciler.

‘’Nora 2 (Bir Bebek Evi)’’ esas oyunun derinliğini yakalıyor mu bu tartışılır. İlk oyunun devamı niteliğinde olsa da üzerinde durulan noktalar farklı. Daha önce Nora’ya hiç kızamadık yaşadıklarından ve maruz kaldığı durumdan; böyle bir hakkımız da olamaz zaten. Bir an olsun yargılamadık mı sahi? Bu soru burada asılı dursun. Soylu bir gidişi olsa da gelişi bu soyluluğa pek uzak. Gidişiyle kıyaslandığında gördüğümüz bu kısmı oluyor maalesef.  Ve sanıldığı kadar güç bir karaktere de dönüşmemiştir. Sanki. Müstear isimle yazan bir yazardır nihayetinde. Zaten tam da bu yüzden geri gelmiştir. Büyük uğraşlar sonucunda elde ettiği kimliği tekrar kaybetmek istemez ve bu yüzden Tolvard’a kendisinden boşanması gerektiğini söyler.  İlk bakışta parlak bir fikir gibi gelse de sakat bir yaklaşım. İlk geliş bunun yüzden olmamalıydı.  Kendi açısından olağan tabi.  Dejavu olduğumuzu düşünsek de kendimizi toparlıyoruz. Giderken söyleyemediklerini şimdi hiç çekinmeden dışa vurabiliyor en azından. Torvald, bu isteği yerine getirmek istemez. Bu sefer de Torvald’ı da anlıyoruz. Bu sefer de herkesin kendi içinde, sebepleri doğrultusunda haklı olduğu bir  durum zuhur ediyor, ki bunu söylemek de bizim hakkımız.

 Bir şekilde konu erillik ve dişilik meselesine de gelir.  Nora’nın ağzından erillik eleştirisi kulaklarımıza dokunur. Bu gibi söylemler seyircinin duygularının kabardığı en renkli anlardır.  Şevkle sarılır bu söylemlere. Çocuklarını bir baba terk etseydi aynı tepkiyi alır mıydı acaba?  Ataerkil bir toplumda Nora’nın yaptığı seçim affedilebilecek bir davranış değildir; çünkü annelik kadın kimliğinden önce gelir. Bu açıdan Nora’nın tekrar gelmesi bile büyük bir cesaret örneğidir. Bir bakıma cevap verebilecek güçtedir. M. Proust’un ifadesiyle ‘’koşulların hiçbir önemi yok mudur? Bazen yokmuş gibi görünür.’’ (M. Proust, s. 117.)



Bandı biraz geri saralım. Nora geldiğinde ne gördük sahnede/evde? Salonda Anne Marie, öylece oturmaktadır. Daha çok birini bekler gibi ama. İki sandalye ve ortasında sehpa ve üzerinde de bir şişe su. Sahne son derece sade, işlevi olmayan hiçbir şey yok, ışıklar dahil. Arkada sürgülü bir kapı. Bu aynı zamanda evin bir odasıdır. Ve seyirciye göre sahnenin sol tarafındadır evin dış kapısı. Derken, kapı çalınır. Beklenen an. Anne Marie aksak, ağır bir vaziyette ve onca yılın yükü omuzlarındaymışçasına kapıyı açar. Gelen Nora’dır. Anne Marie’de  abartılı olmasa da bir şaşkınlık belirir. Beklemediği bir kişidir çünkü.  Kısa bir bakışmadan sonra sarılırlar. Bir süre sonra asıl gelişinin nedenini açıklar Nora. Nora’nın söylediği şey Anne Marie’yi sinirlendirir.  Burada tuhaf olan Anne Marie’nin evin asıl sahibini kovmaya çalışmasıdır. Bu açıdan trajikomiktir. Kimlikler yer değiştirmiştir adeta. Ansızın tekrar kapı çalınır. Terk edilen kocadır gelen. Torvald Nora’yı tanımakta güçlük çeker ilk anda. İkisi de şakındır. Ancak Torvald’ın şaşkınlığında aynı zamanda bir öfke de saklıdır. Nora’ya hiçbir şey demeden ihtiyacı olan dosyayı alır ve evden çıkar. Kapı tekrar kapanır.

Nora, Anne Marie’den yardım ister. Onun en iyi çözüm önerisi de Nora’nın küçük kızı Emmy ile konuşması ve babasını ikna etmesi yönünde olur. Nora, buna yanaşmak istemese de kabul eder ve anne kız yıllar sonra karşılaşırlar. Küçük kızı Emmy son derece soğukkanlı ve kendinden emin bir şekilde Nora’yı dinler. Ancak ikisinin arasında bir mesafe vardır. İki yabancının arasındaki mesafe kadar. Belki de bu yüzden Nora’ya kızıyoruz. Nihayetinde kendini özgür  hissettiği anda bile çocuklarını görmeye gelmeyen bir annedir. Bu konuşmadan sonra bir gerçek ortaya çıkar, zira Nora, resmi kayıtlarda ölü bir kadındır. Torvald, her şeye rağmen bu kâğıdı alır ve Nora’ya vermek ister. Nora, bunu kabul etmez. Serde kadınlık var. Kendi içinde tutarlı olsa da Nora’nın aslında kafasının karışık olduğunu görürüz. Yazarın afili söylemiyle her şeyin boka battığı bir durumdur. Geldiği gibi gider. Aslında kabuk bağlayan yararı bu sefer kanatan kendisidir. Her ne kadar bir ayağı gitme dese de kendine ihanet etmek istemediğinden gider. Torvald’ın gözlerinde de aynı istek vardır. Sana git diyeceğim; ama gitme Nora. Diyemez. Demedi de.

Metnin bize ne anlattığı kadar yönetmenin nasıl sahnelendiği de önemli şüphesiz. Dönemin şaşalı kıyafetleri ve dekorundan arındırılarak sahnelenmesi bizi hiç rahatsız etmedi; çünkü asıl üzerinde durmak istediği fikirler ve çatışmaydı. Oyuncuların bedenleri dramatik karakterin taşıdığı anlamlar hissedilecek kadar göze çarpmaktadılar. (Fisher-Lichte, s.55)

Bunun hakkının verildiğini söylemek gerekir. Yerli yersiz kullanılan gotik kostüm ve dekordan bıkmadığımızı kim iddia edebilir ki?

Bu arada başta söylememiz gereken şeyi en sona bıraktık ki dilediğimizce konuşabilelim. Oyundaki oyuncuların hakkını teslim etmesek olmaz. Tansu Biçer’i ilk defa 2003’te Semaver Kumpanya’nın sahnelediği Murtaza’da seyretme şansı bulmuştuk. Abartılı bir cümle kurmaktan kendimizi alamıyoruz. O nasıl bir oyunculuktur be mübarek!.. Ve yıllar sonra karşımızda tıpkı Nora gibi yaş alan bir Tansu Biçer vardı. Bazı oyuncuların oyunculuğu göz doldurur ve cazibesinde de bir yücelik vardır ya hani, öyle işte. Fisher- Lichte’nin deyimizyle; oyuncunun “mimik ve jestleri”, seyircinin görsel algısı, yani bakışı dokunaklı gelebilir ve onda temsil edilen karaktere karşı bir yakınlık duygusu oluşturabilir. (Fisher- Lichte, s.104).

 Ancak bu sefer tam rolüne büründü dediğimiz anda oyun bitti. Nora’yı çok dinledik ve hak verdik de zaten. Tek taraflı bir hesaplamayla kaldı. O yüzden hoş bir tat bırakmaktan öteye gidemediğini üzülerek söylemek zorundayız. Oyunculuğun alametifarikası budur belki, kim bilir. Tabi nereden baktığımızla da alakalı bu durum. Kimin tarafındayız burada? Orası muamma. Tülin Özen’i Nora olarak görmek de ayrı bir keyifti doğrusu. Anne Marie rolündeki Nihal Geyran Koldaş ve Emmy’e can veren Zeynep Çötelioğlu’nun naif performansları ve dekor/kostüm: Hilal Polat, Işık tasarımı: Utku Kara ve Asistan: Bilgesu Akın’ı unutursak kanımız kurur.

Derinde bir ruhu olan tüm oyunlar ve oyuncular için geçerlidir bu. Bunu da şöhretin bir edebi gerçekliği olmadığını bilenler bilir.

 

Hadi, izlemeye: https://tiyatrolar.com.tr/tiyatro/nora-2

 

Kaynaklar;

Erika Fisher- Lichte, çev. Tufan Acil, Performatif  Estetik, Ayrıntı Yay. 2016

Proust, Marcel, çev. Roza Hakmen, Edebiyat Ve sanat Yazıları, YKY, 2021

Akdağlı, Serpil -Fevziye Eyigör Pelikoğlu, Plastik Sanatlarda Kapı İmgesi, İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİ İnönü University Journal of Culture and Art Cilt/Vol. 4 Sayı/No. 2 , 2018.

 

  

Dedi: ''Seni Seviyorum Türkiye''

 

Vakti geldiyse dile gelecek olan söz, kendine bir yol bulur. Ne kadar tutarsan tut. Dile gelir. Başa gelmenin bir diğer adıdır bu aynı zamanda. Başımıza geldi ve sevdik. Bu yüzden ’Seni Seviyorum Türkiye’’ oyunu üzerinden sarf edeceğimiz her söz, bedenimize yönelteceğimiz okkalı bir yumruktur. Altında nefes almayı zul bildiğimiz gökyüzünü iğneleyen bu oyundan hasarsız çıkmak ne kadar mümkün peki? Üstümüze neyin yağacağını bilemediğimiz bir telaşla bekliyoruz olacakları. Suçumuz neydi böyle? Kaçmak istediğimiz uzakların bize yakınlığı korkularımızla ölçülür mü? Yaşanmışlıklarımızı ararken acı duymaktan kendimizi alamadığımız sıradan bir duygudan bahsediyorum. Kaç defa tekrarlayacağız sevgimizi ve fütursuzca daha ne kadar nefret edeceğiz yakınımızdakilerin bakışlarından? Sevmek zorunda değil hiç kimse, ama gitmek zorunda değil elbet.

 


Ceren Ercan’ın kaleme aldığı ve Yelda Baskın’ın rejisini gördüğümüz bu oyunda neye dokunabiliriz ya da oyun seyirciye nasıl göz kırpıyor? Telaşa mahal var ki bu oyunu üç defa izleyerek mutlak bir memnuniyetle dilime gelecek cümlelerin hesabını veriyorum kendime. Odamdayım ve oyundan taşan hiçliğe (öyle bir hiçlik) çeviriyorum yüzümü. Küpünden taşan kelimeleri olabildiğince koruyarak ne denli yol alabiliriz? Şöyle ki, İstanbul’un arka yakasında meçhul bir çamaşırhanede geçer oyun. Yolu orada kesişen beş kişinin hayatlarındaki dikenlerin saplanışı ve buradan kurtulma izdüşümüne odaklanmış durumda. N’olursa olsun kapağını biz açamayız.  Kimsiniz ve nesiniz? İki soru. İki özne ve iki yol. Oyun kişileriyle birlikte seyirci de aydınlanıyor. Bir bakıma bize bir sesleniş var. Güncel yaşantının içinde umudun çırpınışı hakim. Yazarın geçmişin kirlerini çamaşırlar üzerinden metaforik bir anlatıma başvurması var olan gerçekliği iyice kırıyor. Dolayısıyla oyun, didaktik olmaktan da çıkıyor. Akla gelen soruların cevapları alıyor kendini zihinde. Bununla beraber, yan hikaye olarak aynı evde yaşayan iki arkadaşın birbirinden ne kadar bihaber yaşadıkları gerçeği sıyırıyor kirliler arasından. Hiçbir şey hayat kadar ironik olamaz. Her ikisinin de hemhal oldukları korkular ve köşeye sıkışmışlıkla beraber kedi ve köpek dönüşümüyle zirveye çıkıyor. Hav ve miyav. Biz buysak onlar daha fazlasıdır. Belki de insan postu bu iki bünyeye fazla gelmiştir. Gözlerimizi oyunda olmaya devam ediyor. Oturduğumuz yerden sadece izlemiyor, orada olanlarda kendimizi dikizliyoruz. Evet bizler en az onlar kadar vahşi ve insanız!

Ve artık karar verme zamanı geliyor. Başka bir ülkeye sığınma telaşı başlıyor. Ama üzerlerindeki elbiseleri değiştirerek bunu yapmaları gerek. Sahnede ve seyircinin karşısında. Beraber yürüyor ve beraber tepki veriyor seyirci. İnteraktif bir çizgide ilerleyen oyun burada iyice belirginleşiyor. Zira seyirci, ülkeleri temsil eden birer kurumdur artık. Sorulacak soruların cevaplarından korkmuyoruz. Nereye gittiklerinin bir anlamı muhakkak var: bunda en başka korku ve herkesin payı olduğu hakikat. Gene de oyun kişileri çamaşırhaneden çıkmadan önce kim olduklarını bilmeleri gerekir. ‘’Seviyorum. Seviyorum. Seviyorum’’ diyen hiçbir korkak hakikati bulamaz. Bunu diyoruz; çünkü tam da kastımız budur. Aslında bu vatana ihanet edenlerin başında vatanseverler gelir. Öyle de kof bir çıkmaza çıkıyor bu tünel. Karanlık ama ışık gelene kadar ateş yanacak. Kulağımızı hakikate kapatamazlar zaten. Çamaşırhanede gerçekleşen bu çarpışma, karakterlerin üstündeki tozu süpürüp alıyor gözlerimizin önünden. Artık yabancısı olmayan bir mekanın içinde kendilerini açıklamak ve aydınlatmak zorundalar. Yoksa kapalı bir kapı ve herkesten şüphe duyan histerik bir çamaşırhanenin içinde hiçkimsenin güvende olduğunu söyleyemeyiz. Mekan sahibinin konumu bulanık bir halde çıkıyor karşımıza. Kullanılan dilin ikna ediciliği tatmin edici değil ne yazık ki. Potansiyel suçlu olarak görülen diğer dört arkadaşla birlikte aynı yolun yolcusu olacak kadar saçma bir durumun içinde buluyor kendini. Bu bir bakıma seyircinin gözlerine tutulan şüphe çığlıklarıdır. Burada hayatın kendisi bir sahnedir ve oynayanlar bizleriz. Ne kadar derin derin deşersek o kadar sığ buluruz duygularımızı. Hakikat elbet bir gün karşılarına çıkacaktır, ama kendini kaybeden bir hakikat olmayacağını kim bilebilir ki? Sahne tasarımındaki sadelik karakterlerin ruhsal bulantılarıyla doğrusal bir orantı içinde olduğunu inkar edemeyiz. Kostümlerin renkliliği, ışıkların raksıyla birlikte amansız bir şölene dönüşüyor. Şölenden kastımız eğlence değil, bizatihi mecburiyetten doğan bir çaresizliktir. Hayat damarlarından geçen kan gibi, akışkan ve yaşamsal. Hayata ironik yaklaşımın ötesinde var olan uyumun nüvesini meydana getiriyor. Dramatik bir çizgide ilerlemek yerine epizodik bir yapıyla ilerleyişi ve sahne geçişlerinin keskinliği gözlerimizde o meşum transı ortaya çıkarmayı başarıyor. Tek perde olarak hayatına devam eden oyun, eylemin/hareketin yoğunluğu sayesinde seyircinin dikkatinin dağılmasını da engelliyor. Karakterler zaman zaman seyirciye burada kalın, fazla derinlere dalmayın; çünkü burada olan burada kalmaz der gibi çizgiyi bozmaları, seyirci için de beklenmedik bir coşkuya dönüşüyor.

Aradaki iletişimi belirgin hale getiren şüphesiz oyunun bütünselliğidir. Yabancılaştırma efektinin amaca hizmet edip etmediğini böylece bir kez daha anlamış oluyoruz. Özellikle oyun kişisi, Alican Yücesoy’un nevi şahsına münhasır duruşunun buradaki katkısı unutulmamalı. Hakikat ile kurgu iç içe girmişçesine sarmal bir evreye dönüşüyor. Yazarın bu vesileyle seyirciye/okura doğrulttuğu ışıktan gözlerini kaçırması mümkün olmuyor.. Bazı iyi oyuncular o güzel atlarına binip daha gitmediler. Henüz. Hep deriz ya Türkiye’de sağlam tiyatro metni bulmak güç. Hep derler. Gençlik oyunu bulmak içinse müneccim olmak gerek. Yazılamadığı için bulamıyoruz derdinden öte, inanmıyoruz ki yazabilelim ya da yazılanları bulabilelim. Haklı bir eleştirinin kıyısında değiliz artık. Bilahare kendimizi haklı çıkarmak için amansız bir heyecanla var olan metinleri yerin dibine sokmaktan geri durmayız. Kabul edelim ki boşa kürek çekmeyi geride bıraktık, kürek çekenleri engellemek yerine bizi almalarını bekledik. İnananların inançlarından vazgeçmeleri için kahretmek de kof bir başkaldırı olur. Neyse oyunculara geldiğimiz de hepsine ayrı köşeli bir parantez açmak gerekir. Bu aynı zamanda oyun kişilerine yöneltilen bir eleştiridir. Başta Defne... rolünü adeta yaşıyor diyecek halde değiliz. Gerçi bu sadece bizim için değil, ta Stanislavki için de bir mesele. Derdimizin kökeni nasırlıdır. O yüzden yaşayarak öğrenme ya da rolü yaşamak diye bir safsata olamaz, olursa da o hastalık olur, hastalıklar da uzmanların meselesi. Yok yok tam olarak bu değil.  Gene de duru bir oyunculuk. Gerçekten çocuğu evde bekleyen bir anne korkusu sarmıştı bedenini ve her dakikasında gördük orada. Komik ama gerçek. Bir süre sonra bu mel’un korku unutuldu ve başka bir rahma girdi. Dikkat, burada mübalağa sanatı kullanılacaktır! Alican Yücesoy. Yakın, çok yakın bir zamanda ‘’Küçük Şeyler’’ filminde gösterdiği performansla Antalya Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı. Dolayısıyla kendisi hakkında söyleyebileceğimiz her kelime performansının yüceliği üzerinde olacaktır. Konu burada dağılmaya müsait. Evet. Kendine has bir duruşu var sahnede. Sarı saçlarından kendisi sorumlu olmasına rağmen seyirci ile arasındaki mücadele o kadar hassas ve yerinde ki rahatsız etmeyen o esrimeyi oradan çekmeyi başarıyor. İyi olan hep estetik değildir ama. Takmış olduğu o önlüğün oyun hizmet ettiği bir şey varsa o da sadece komik olduğudur. Grotesk bir hal aldı diyemeyiz. Kendisini dizi ve sinema filmlerinden önce tiyatroda defalarca izlemenin hazzı var üzerimizde. Ne kadar seyredersek o kadar bizim. Dikkat. Abartıyorum; çünkü gerçek, der, Pasolini. Emre Koç’un enerjisi ise o kadar yüksek ki yaptığı her mimik her jest tam isabet hedefe ulaşıyor. Bedenini amansız bir baletin gestusu gibi adeta raks edercesine sergiliyor. Bu rol için biçilmiş bir kaftan. Ha hi ho. Evet o ‘’boku’’ en iyi o temizleyebilir. İnanıyoruz. Dürüst bir oyunculuk. İrem Sultan ve Damla Karaelmas’ın performansı aynı şekilde oyunun kendisini konumlandırmayı başarıyor. İrem Sultan’ın zaman zaman göze batan abartılı çıkışları ister istemez göze batıyor.  Birkaç defa izlemiş olmanın getirdiği bir hakla bunu söylemek suç olmamalı. Derinliğin sancısı ağır, düşüncesi daha da ağır. Seviyorlar ve.

Oyunun asıl üzerinde durduğu mesele tam anlamıyla bu olmasa da, bu. Yaşadığı dönemden veya yaşadığı ülkenin koşullarından korkan bireylerin kendilerine bir başka ülkede yeni kim bulmak için yola çıkıp çıkmamasının sorumluğu var. Sonuç olarak, korkuyorlar ve gitmiyorlar. Bir bakıma bize dikte edilen de budur. Yan karar veren yazar oluyor. Bize bekleyen ise aynı korku aynı ülke. Bunlarla mücadele edecek olan gene biziz.  Biz kimiz? Çok da önemli değiliz. Metin bize umut vadediyor mu, evet. Ama umut çok uzakta. Gelgelelim, ne demiş şair: toparlanın, gitmiyoruz.

 


                                                                       **

not: Fotoğraflar, Bakırköy Belediye Tiyatroları resmi internet sitesinden alınmıştır.


 

Hangimiz İstanbul’dan Daha Güzel

 




  

  ‘’Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’’

 

Kaybolsak da bilirdik her sokağın denize çıktığını, onu göremesek de. Gene de şaşırmadık denizi görünce. Sonra kalabalıklar. Çıplak ayaklar. Asık suratlar. Hipermetrop gözler ve uzun gölgeler. Birbirimize çarpa çarpa ilerlerdik O denli sevdik ki bu şehri ne çeksek bize müstahaktır. İstanbul’da yaşayıp arabesk dinlememek olmazdı tabi. Yıllar ve aylar sonra günleri kovaladı. Köprüden geçti gelinler. Geride ne kaldıysa onunla yetinip öylece kalakaldık bahtımızla. Bundan işte bir sabah o yorgun düşlerden kalkarken yazdıklarımıza, yaşadıklarımıza ve çektiklerimize müthiş bir arabesk ve nostaljinin saplandığını fark ettik. Nedeni belliydi, geçmişte yapamadıklarımızda kalmıştı aklımız. Sözcükler ağzımızdan fışkırıyordu fışkırmasına da düşlerimiz masallardan içeri bile alınmıyordu. Yoksa böyle bir yer yoktu da biz mi inandık öyle olduğuna? O iş öyle sandığımız gibi değilmiş meğer. Aslında hiçbir şey sanıldığı gibi değildir. Hakikat hep başkadır çünkü.  Sular yatağını bulmaya çoktan çıkmıştı. Köprü birken iki oldu. İkiyken üç oldu. Üç yeter mi bilinmez. Altına raylar döşendi boğazın. Gürültüler. Tarihler. İskeletler. Dördüncü padişahlar. Tamahkâr müteahhitler. Depremler. Bir boran gibi vurdu geçtiler sahilleri. Eskilerin ayağı takılıp düştü. Yenileri yapıldı. Gökyüzü, maviden çok kum ve paslı demir kokuyordu artık. Değişen dünya bir daha değişiyordu.

                       


Bu anlatı boşuna sarf edilmedi. Burada dokunmak istediğimiz kendi kişisel tarihimizden çok geçmişimiz.  Bize bu uzun girizgâhı yazdıran ‘’Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’’ oyunudur. İyi de oldu. Geçmişin kuyruğundan tutup kendimize çektik biraz. İBB Şehir Tiyatroları’nın repertuarındaki yeni oyununu Sultan Gazi’deki Hoca Ahmet Yesevi Sahnesi’nde izleyebildik. Oyun, bir ailenin içindeki üç kadının ( anne, kız ve büyük anne) ağzından katmanlı bir şekilde anlatılıyor. Oyun, cevapları zor olan üç soruyla başlıyor. Belki de zor olan sorulardır. Bu sorular aynı zamanda oyunun çerçevesini oluşturur. İlk soru da şuydu:

‘’Hiç bu kadar deniz olup da bu kadar az yosun kokusu alan başka bir şehir daha var mı acaba?’’

 Yer yer güldürerek, zaman zaman daha da güldürerek. Seyircinin yüzünde kırık bir gülümseme işlemeyi de ihmal etmediler.  Tam burada annemizin bizi eksik anladığı, babamızın bizi çok erken bıraktığı, sokak köpeklerinin havlamalarından neden korktuğumuza kadar gitti hafızamız. Kısaca toplumsal belleğimizi yoklayan bir oyundan bahsediyoruz. Belleğimizin bizi sürüklediği yer biraz da ‘nostalji’dir. Daha oyunun başında çalınan şarkıdan hangi trene bineceğimiz anlaşılıyordu aslında. Bu arada gerçekten nostalji meşum bir şey mi onu sormak gerekir?

Üç kadının işaret ettikleri geçmiş bugünden daha iyi olduğundan değildir. En azından öyle düşünüyoruz; çünkü bize aktarılan o geçmiş daha kolay anlaşılabildiği ve daha bilindik olduğundan bugünün gürültüsünden bunalan biz seyirciler için de bir sığınağa dönüştü, bir bakıma bugünden sıkılan biz bireylerin kaçışı oluyor. (Ata Sağıroğlu, s. 9) Şöyle ki nostaljinin kavram olarak anlamına baktığımızda dahi buna benzer bir kaçış’a rastlarız. ‘’Değişime karşı duyulan korku sonucu geçmişe sığınma duygusu, geçmişseverlik, gündedün.’’ https://sozluk.gov.tr/ E. Tarihi, 24.11.2021). Sadece bu yönüyle bile olsa oyun kendisinden bekleneni çokça veriyor. Zaten seyircinin isteği de bu yönde gibidir. Bize olanları, geçmişte yaşananları anlatın, der gibi. Danışıksız bir dövüş misali. Burada esas olan o üç kişinin özlemini hatırlatmak da değildir şüphesiz, seyircinin kolundan tutup o zamanki evine yani özlem duyduğu geçmişine götürmektedir gayeleri. Hatta aşklarıyla gittikleri mekânlara duyduğu özleme inceden bir gönderme yaptığından derinden ah çekişleri de bu yüzden. O an Kanıt bulmak zordur belki; ancak hepimizin üzerinde anlaşacağı bir durumdur bu. Açıklanamaz ve dilce ikrar edilemez hassas bir meseledir. Belki de oyunun büyüsü de buradadır. Kız anlatır, anne teyakkuzda bekler. Büyük anne de hafızasını kaybeder. Aslında şuan hepimiz hafızamızı yitirmiş, yani alzaymır olmuş durumdayız. Artık kaçamıyoruz bundan, kaçmaz istesek de yakalanıyoruz zaten. Eskiden yaş alarak paçayı ele verdiğimiz bu meşum hastalık, artık doğar doğmaz o hastalığa yakalanıyoruz. Buna sebep olan zamandan o püsküllü efendilerdir. Ah ulan İstanbul ve yaşlı masal kadınları.

 Kronolojik bir sıralamayla anlatı ilerliyor gibi görünse de olaya şahit olanlar farklı zamanlarda yaşayan kişiler olduklarından zaman mefhumu da değişiyor. Çatışmanın olduğu kısım da burası zaten. Anneden başka dinliyoruz, kızdan başka, büyük anneden daha başka. Bir başkadır içişimiz.

Buraya kadar her şey olması gerektiği gibi görünse de ‘’Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’’ bugün izlediğimiz bir Yeşilçam filminden aldığımız hazdan daha fazlasını sunuyor mu diye ansızın bir soru geliyor. Gerçeklerin acı olduğu gerçeği bir kez daha zuhur ediyor. Sanki sadece acıklı; ama trajik olmayan hikâyesini dinliyor gibi oluyoruz üç kadının. Süslü tirat atmaktan daha başka şey bu. İnce bir sızı bırakacak kadar gerçek. Bu ince sızının da melankoliğe yol açtığını söylemekte de bir beis olmamalı.  Peki ya sonra?



 ‘’Kişinin yaşadığı döneme ve bununla ilgili geleceğe karşı olan karamsarlığı ve tedirginliği, onun daha iyi olduğuna inandığı geçmişe tutunmasına neden olmakta ve nostalji birey için kaçış imkanı sağlamaktadır.’’( Aktaran, Lekesiz - Orta, s. 80) Yukarıda değindiğimiz meseleyi destekler nitelikteki bu dipnot üzerimizdeki yükü bir nebze de olsa hafifletiyor. Belki de melankolik olduğumuz için nostaljiye ihtiyaç duyarız ya da bunun tam tersi, bilemiyoruz. Peki melankolik olmadan geçmişe özlem duyabilir miyiz? Geçmişle bağını koparmak isteyen bizler daha sonra şimdide sıkıştığımızdan geriye dönerek geçmişe sığınmaya çalışırız. (Bilgin Erdoğan, s.11).

 Daha ileriye gidecek olursak, geçmişe giden yolda olmak bile bireyi hazza ulaştırır. Bunca yaşantıdan sonra unuttuğumuzu sandığımız şeyler meğer hafızamızdan hiç silinmemiş derken buluruz kendimizi. Kaldı ki silmek için gayret de göstermemişiz. Zira bir ev yıkıldığında bir akrabamız veya bir arkadaşımızı kaybetmişçesine sarsılırız. ( belki lüzumundan daha fazla). İnsan bir cana kıyamaz öyle gelişine, ama bir taşa neden balyozu domuzuna vurur, bunu sorarız kendimize?

 Bu denli korkup yaralarını örtmek için eskiye/geçmişe sığınan başka toplum var mıdır? Ben bunu yıkarım. Ben bunu yakarım. Yıkıyoruz. Yakıyoruz. Yerine başka taşlar konuyor belki; ancak aynısı olmuyor, değişen şey dönüşmüyor. Tanımadığımız, bilmediğimiz şeylerle boğuluyoruz. Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’de dinlediğimiz benzer bir hikâye ve susuşlar bize bunları düşündürtüyor işte. Bir anlatı da diyebiliriz buna. Anlatı deyince öyle tek düze, maval okumaktan bahsetmiyoruz. Kullanılan dekor sözcüklere karşılık veren cinsinden çünkü. Sahnelemenin dikkat çekici yanlarından biri de oyuncuların oturdukları sandalyelerden hiç kalkmadan bu anlatıyı yapıyor olmalarıydı. Sözcükler birbirine çarpmadan, anlaşılır bir vaziyette dökülür ağızlarından. (Şeyma Bilgin Erdoğan, s.11). Eğer başka yerde yaşamış olsaydık anlatımız nasıl başlardı acaba?

 Volkanik bir dağdan fırlayan lavlar gibi sıcak ve tahrip edilmiş hissediyoruz bedenimizi. Bedenimizin düştü yer de İstanbul. Üç kuşak İstanbullunun ortak hikâyesi de muhakkak İstanbul olacaktı. Öyle de oluyor. Yıkılan binalar. Kumpirci ve değinilmeyen onca yer artık yoktu. Anlatıcıların arkasında ahşaptan yapılmış bir silüet. Camiler. Galata kulesi. Binalar. Ayak ucunda inşaat malzemeleri üç kadının başında ağıt yaktıkları bir mezarı hatırlatıyordu. Şimdi ki İstanbul, tahrip edilmiş bir mezarlıktan başka neyi çağrıştırıyor ki? Hangi yöne adım atsak kum veya betona çarpıyor gözlerimiz. Ayağımıza batan çivilerin akıttığı paslı kanın nereye aktığını biliyor; ama çare bulamıyoruz. Ayağımız sağlam da olsa gözlerimiz kangren olmuş durumda.  Neler oluyor bize? Sahi İstanbul’un herkesten güzel olduğu zamanlar artık geride mi kaldı? Tepeden baktığımız İstanbul nereye gitti? Yok yok durun. Ajite etmeyeceğim durumu. Çok güzel hâlâ İstanbul. Çünkü bizden daha güzel. Sanki ne yapsalar bitmeyecekmiş gibi bu şehir. Her defasında küllerinden doğacakmış gibi geliyor. Düşlerde sevgiliyi sevmemiz de bundandır. Bu şehir bu yüzden girdap. Bu yüzden bütün sevgililer İstanbul’dan daha güzel.

Oyunun hem yazarı hem yönetmeni de Murat Mahmutyazıcıoğlu’dur. Sürekli duyduğumuz bir eleştiri vardır hani, artık Türk tiyatrosu yeni ve derinlikli metinler üretemiyor, diye. Bu nidanın haklılık payı olsa da asıl gerçek böyle değil. Dışarıdan çok içimizden bir gözle anlatılıyor olması bu oyunu duru kılıyor. Dekor ve ışık da anlatıya hizmet edince tadından yenmiyor işte. Hepimizin o tanıdık hikayesi.  Oyuncuların performansı ise en az metin kadar vurucu. Üç oyuncu da harikulade performans sergiliyor. Pürüzsüz dediğimiz o sihirli olanından hem de. O kadar hipnotize etmişlerdi ki seyirciyi oyunun bittiğini bitti demek zorunda kaldılar. Eğer doğaçlama gelişmediyse bu incelik. Oyunun girişiyle kıyaslayınca sonunun o kadar vurucu gelmediğini söylemek zorundayız. Bu bir zorunluluk mu, tartışılabilir. En tuhafı da oyun daha ne kadar devam edecek deyip birden bitiyor olmasıydı. Esin Umulu, Şebnem Köstem, Yeliz Şatıroğlu, üçü de İstanbul’dan daha güzel mi bilemeyiz, ama İstanbul ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Üç oyuncu da sahnede başka güzeldi, sandalyede başka. Siz yine de unutun yazdıklarımızı ve küçük iskender’in şiirindeki  gibi başınızın çaresine bakın, ben arabesk dinleyeceğim…


‘’Bu kadar çok  insanın olup da her yerin bomboş olduğu, bomboş.''



***

Not.: Fotoğraflar ''İBB Şehir Tiyatrolar'' resmi internet sitesinden alınmıştır.

Sağıroğlu, Ata, CANLANDIRILMIŞ NOSTALJİ BAĞLAMINDA GEÇMİŞİN MEKÂNSAL İNŞASI VE MÜZİK: 70’LER KAFE ÖRNEĞİ        

LEKESİZ, Fazilet  - Nermin ORTA,  İNKÂR, ÖZLEM VE SIĞINAK: PARİS’TE GECE YARISI FİLMİ ÜZERİNE BİR OKUMA

BİLGİNER ERDOĞAN Şeyma, TOPLUMSAL BELLEK VE MEDYA: TOPLUMSAL HATIRLATMA VE UNUTTURMA BİÇİMLERİ (SEKSENLER TV DİZİSİ)  Yüksek lisans tezi,  Atatürk Üniversitesi, Radyo, Tv ve Sinema Anabililim Dalı.