25 Mart 2013 Pazartesi

Murathan Mungan’ı ‘Unutmadık’

               
                     


 Türkiye’nin coğrafi, kültürel ve tarihsel konumunun şu andaki durumu şair ve yazarlarımızın üzerindeki derin etkisi hepimizce malûm. Evrensel olmanın ana kapısını bu oluşturur şüphesiz; bunun içindir ki hiçbir zaman yerel ideolojinin etkisini görmezden gelemeyiz;dolayısıyla Türk şairleri ve yazarları elbette ki bu etkileşimden soyut tutulamaz,bütün evrensel sanatçılar gibi.

 Murathan Mungan da evrenselliğe engel oluşturan bu zorlu yapıyı yıkan Cumhuriyet tarihinin en çok üreten nev-i şahsına münhasır şair ve yazarları arasında yer alır. Yaşadığı coğrafyanın kültürel ve tarihsel konumunu özümseyerek evrenselliğin kapısını bu minval üzerinde açmayı başarmıştır. Ataol Behramoğlu’nun ifade ettiği üzere: şiir mirasından beslenmek, mirasa öykünmek değil elbette.Bu miras zaten,tıpkı dil gibi,soluk alıp verdiğimiz havadır. İşte bu yüzden bazen, sırtımızdaki pörsümüş kambura meydan okuyarak hafızamıza aldığımız yaşanmışlıklarımızı, içimizde buğulanan ve aynı zamanda kabuk tutan emprimiş korkularımızla yüreğimizin kanayan penceresine dokunarak adımlarımızı atarız.Bizim önümüze seren de zamanın karşı konulmaz gücüdür; çünkü bazı anılar, bedenimiz ya da manevi hayatımızda açılan yaralar gibi çürümez hiçbir zaman,sürekli canlı tutar.

Zaman’ın asıl varlığı da bunun için değil mi zaten?

Murathan Mungan’ın eserleri tam da bu vizyonu üstlenerek yükselir hafızamızın en kutsal mâbedinde. Buna bir sebep aramak icap ederse de O’nun doğduğu o kadim topraklara,yani Mezopotamya’ya sırtını dönmemesini gösterebiliriz ancak.Başka bir izâhı olduğunu da düşünmüyoruz. Buna en büyük delil ise, ‘’Mezopotamya Üçlemesi’’ nin ilki olan Mahmud ile Yezida’dır şüphesiz. Malûmumuz olduğu üzere, Mezopotamya’nın en kadim,en bahtsız; fakat unutulmaya bilinçli ya da bilinçsizce terk edilen Yezidiler’i konu almasıdır. Bu üçlemenin içindeki diğer eserler ise Taziye ve Geyikler Lanetler’dir. Kaldı ki çoğumuz, Mahmut ile Yezida’yı okuyup kıyıya çekildikten sonra O’nların varlığından haberdar oldu.Çoğumuz yukarıda adı geçen eserleri okuduktan sonra gönül bağı kurduk o topraklarla ve anlamaya çalıştık o kanayan toprakları yüreğimizden kopan ahlâki değerlerle. Bize yabancı geliyor dediğimiz ve tarihin arka odalarına itelediğimiz kültürel değerleri, biraz da tarihsel bir döngü içerisinde harmanlayarak evrenselliğin kapısını açmayı başardı Murathan Mungan. Behramoğlu’nun üzerinde özellikle durduğu husus da bu değil miydi zaten? O yüzden sadece bunun için bile olsa her daim kendisine müteşekkirdir tarih. Yanılıyor muyuz yoksa? Bununla da yetinmeyip kaybettik veya unuttuk dediğimiz bir çok yaşantımızı hatırlatarak, varlığımızın yapı taşını oluşturuyor âcizane kabul ettiğimiz‘’yazı tanrısı’’ şair/yazar Murathan Mungan.

Öyle ki, 15 Temmuz 2005’te yapılan bir röportajda kendisine yöneltilen soruya şöyle cevap verir:

…’’anonim bir kimlikle yaşayıp, farklı adlarla kitap yazmayı çok isterdim. Artık olmaz, bir kere üslubum çok güçlü. Yazımın DNA’sı, parmak izim belli benim.’’

 Ne dersiniz, sizce de öyle değil mi? Bizse bu çalışmamızda şairin ’OMAYRA’ adlı şiir kitabında yer alan ‘’unutmadık’’ şiirinden yola çıkarak, yukarıda sarf ettiklerimiz fikirlerin altını eşelemeye çalışacağız. İçimizi mesken tutan o beyaz dumanı dışa vurduktan sonra Mungan’ın‘’ geçtiğimiz yollarda kaybettiklerimizin bize en büyük kötülüğü kendilerini tekrar tekrar hatırlatmalarıdır’’ sözüyle başlamak istiyoruz şiiri yüreğimizin tırnaklarıyla tahlil etmeye. Ama yine de şiire geçmeden evvel İsmet Özel’e kulak verelim istiyoruz: şiir okumak,insanların hayatında bir yer tutacaksa,öğrenilebilir bir şey olmalı.Bir insan şiir okumayı seçmişse,bu okuma süresinde ve sonucunda kişiliği,kimliği ve yeryüzünde sahip olduğu yer bakımından şiirden bir kazanç sağlamayı düşünüyorsa,yapacağı bu işi tesadüflerin umursamaz akışı içinde değil de,kararlılık içinde gerçekleştirmeye yolundaysa o insanın şiir okumak için bir kılavuza ihtiyacı vardır. Ama bir insanın şiir okuma konusunda sahip olduğu kararlılık kendi başına bir kılavuzluk değil midir? Muhakkak ki öyledir diyor ve başlıyoruz: Mungan’ın bu şiirde, Divan ve Halk edebiyatlarında kullanılan “koşma, gazel,semai,” gibi nazım şekillerinden herhangi birini tercih etmediğini; fakat hiçbir kuralı olmayan serbest nazım şeklini tercih ettiğini görüyoruz. Şiir, mısra kümelenişi bakımından yedi bentten oluşmaktadır. Bentlerin mısra sayıları uzunluk-kısalık bakımından birbirinden tamamen farklıdır. Bu bakımdan nazımın sabit şekillerinden birine de bağlı değil şiir. Dolayısıyla şair, mısra kümelenişini tamamen muhtevaya bağlı kalarak kurguladığını söylemek mümkündür. Birinci bentten, yedinci yani son bende kadar aynı muhteva üzerinde durarak şiiri okurun yüzüne tokat gibi vurur.Ve lafı hiç dolandırmadan,gerçek amacının ne olduğunu net bir şekilde ifade eder.Tıpkı, "Lafı fazla uzatmayın. Aslında hepimiz birer gösteri sanatçısıyız", diyen Ursula K. Le Guin gibi. Mungan’ın ağdalı bir dil kullanarak 1981’de yayımlanan ve ilk şiir kitabı özelliğini taşıyan‘’Osmanlı’ya Dair Hikâyat’’ ı ayrı tutacak olursak, ekseriyetle şiirlerinde duru bir dil hâkimdir. O’nun yazdıklarını takip edenler, genel olarak üslubûnun şiire ne kadar yakın olduğunu bilir. Mungan’ın şiirleri bu açıdan apayrı bir yer tutar ve böyle bir şiir kitabını kaleme almış olmasını, O’nun eskiye (divan edebiyatı) olan özleminin hakikatine atıftan başka ne olabilir?’’,dedikten sonra şiir analizimize kaldığımız yerden devam edelim: Bu şiirdeki dil akışına baktığımızda, okurun anlamakta güçlük çekeceğini düşündüğümüz kelime yok denecek kadar azdır. Sadece ilk okuyuşta birkaç kez tekrarlanan‘’intifada’’ kelimesi okura yabancı gelebileceği ihtimalini savunabiliriz ancak; fakat son dönemlerde güncelliğini hâlâ muhafaza eden Filistin halkının İsrail askerlerine karşı verdiği mücadele, bu kelimenin anlamını hatırlamalarına yardımcı olacaktır. Yaklaşık otuz yıl önce kaleme alınan bu şiiri, bugün bile okurken beynimize çarpan bir balyoz etkisi bırakıyorsa şayet, bu şiirin alelâde bir şiir olmadığının tezâhürü olsa gerek. Bir yan etkisi de şiirin,geçmişin tozlu sayfalarını acımasızca karıştırmasıdır.

 Hatırlamak;unutmaktır...

 Şiirin üslubu için söyleyebileceğimiz tek şey: giyotin kadar keskin olduğudur. Ayrıca burada söyleyebileceğimiz bir başka husus: İsmet Özel’in kaleminden etkilenmiş(esinlenme) olma ihtimalinin yüksek olduğudur. Bununla ilgili yöneltilen sorulara karşılık olarak ifade ettiği üzere İsmet Özel, O’nun en çok etkilendiği/sevdiği şairlerdendir.Hatta bir çok şiirinde mezkur şairden alıntılar yaparak bu beğenisini dışa vurur;fakat daha sonra Mungan’ın başını epey ağrıttığını da söyleyebiliriz; çünkü İsmet Özel, Kemal Burkay gibi şairlerin dizelerine atıfta bulunurken O’nun intihalle suçlanmasına sebebiyet vermiştir. Mungan’ın deyişiyle: “Benim okurum kimden hangi dizeyi aldığımı bilir!”, dolayısıyla şiir analizimizde o şairlerin etkisinden bahsetmemiz hiç de alakasız olmayacağının bilincinde olmalıyız. Yine de bu başlı başına bir konuyu kapsadığı için fazla üzerinde durmayacağız. Sadece böyle müsademenin var olduğunu hatırlatmakla yetineceğiz siz değerli okura. Şiirde, şekil bakımından gelişi güzel bir ahenkten de bahsedemeyiz; sadece şiirin ideolojisi bakımından bir ahenk olduğunu savunabiliriz ancak. Bunu da çok başarılı bir şekilde yaptığını şiiri sesli olarak okuduğumuzda anlıyoruz. Bir marş edasıyla sesler gökyüzünde uçuşur gibi tıpkı.


 ‘’Orada bir coğrafya yağmalanıyor

Orada gazetelerin ofset baskısı
Orada yeniden yazıyorlar 835 satır
Ve umudunu kaybetmeyen şehirler’’

 Yukarıda, fikir olarak bir ahengin söz konusu olduğunu ifade etmiştik. Alıntıladığımız bu bölümle de göstermek istedik. Yine de hâlâ ikna edemediysek, sol elinizi kaldırıp, tüm gücünüzle gökyüzüne doğru haykırın, belki o zaman çığlığınızı duyar şiir. Mısra tekrarları ise gözümüze yer yer çarpan bir diğer önemli husustur. Bir opereti dinler gibi kulak vermenin tam vakti:

 ‘’Nâzım kadar coşkulu
 Aragon kadar âşık
Lorca kadar yaralı’’

Mungan, 1-6. bölümdeki mısra tekrarlarını bilinçli olarak yapar. Aksine ihtimal bile vermek şiire büyük bir haksızlıktır zira; çünkü adı geçen şairlerden destek alarak, şiirin sesinin gür çıkmasına vesile olmuştur.Bu şairlerin duruş olarak düzene başkaldıran şairler olarak okuduğumuzu da unutmamak gerektiğini de hatırlatır dize aralarındaki molalarda Mungan. Dolayısıyla şiirin ayaklarının tam anlamıyla yere sağlam bastığını tereddütsüz söyleyebiliriz. Kaldı ki şair: ‘’İntifada intifada intifada’’ diyerek haklı oluşunun haklılığını vurgular. Bunun yanında, şiirin başlığını oluşturan unutmadık kelimesinin şiir boyunca dört defa tekrarlanması ahenk oluşturmaktan öte, çığlığını insanlara duyurmaya çabalamasından başka ne olabilir? Şair için asıl önemli olan, şiirin biçim yönünden daha çok içeriğidir:

 ‘’Gövdelerinizi unutmadık, unutmadık hiçbirinizi’’… Mungan, sadece bununla da kalmayıp, Lorca, Aragon ve Nâzım Hikmet’e yaptığı atıflarla başlıyor/ilerliyor. Diğer bölümlerde de kimlere gönderimde bulunacağının da muştusunu açık bir şekilde de sunmuş oluyor önümüze. Şiirin ilk pasajında, insanlığının en mutlu olduğu anları ve bunun yanında ezilen şehirlerin kendi yazgılarıyla yok olup gittiklerini en duru biçimde ifade edildiğini görmekteyiz. Kendi tarihimizin unutulmaya yüz tutmuş parçacıklarıyla vuruyor yüzümüze. Kaybolanların gidip gelmediğini de arabeske bulandırılmamış bir acıyla hatırlatıyor bizlere:

 ‘’Yaralı bayramlar geçti

 Mevsimler, bütün anlamlarıyla
 Yüreğin koyu yerinde birikenler
 Kendi takvimleriyle gelip geçtiler
 Gelip geçti şehirler ve ölüler
 Unutmadık’’

 Bayram dediğimiz sevinç yumağının birlikteliğin olduğu zamanlarda daha bir anlam ifade ettiğini az çok bilmekteyiz; fakat bu sevinci kursağımızda bırakarak şair, şiirin ilk dizesiyle tarihin sayfalarına kanın sıçradığını yine hiç süslemeye gerek duymaksızın ustaca yapar.
 Şiirin ‘’Yaralı bayramlar geçti’’bu ilk dizesi, aslında diğer dizelerin ana rahmini oluşturur. Hemen ardından ‘’Kendi takvimleriyle gelip geçtiler’’, diyerek o insanların ezilmiş yüzlerini kilerlerde unutulmuş el fenerleriyle aydınlatmaktadır. Sadece bununla da kalmayıp şiirin başlığıyla o kadar bütünlük kazanıyor ki dizeler, ancak bu başlık konulurdu,diye göz kırpar bize şiir. Mungan, bir eserini kaleme alırken, nasıl emek harcadığını ve evladının üzerinde titreyen bir ana hassasiyetiyle nasıl durduğunu çok iyi biliyoruz. Zaten şiir, şairlerin yetim kalmış tek çocuğudur ve bu yüzden de şımartılır.

 ‘’Orada bir coğrafya yağmalanıyor
 Orada gazetelerin ofset baskısı
Orada yeniden yazıyorlar 835 satır
Ve umudunu kaybetmeyen şehirler’’

 O kadar yıkıntıdan canlı çıkarak, şehirlerin de dahil olması şiire, biraz sonra şiirin ateşinin çoğalacağını hatırlatır bizlere. Ölüler ki, hiçbir zaman terk etmez şehirleri, fikrinden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ancak: nefes alanlar şehirleri terk eder, ölüler değil. Bazen bu şehirler, sürgün yeri olarak hafızamızı ele geçirirler. Bu yüzden şairin burada, antik bir kapıyı araladığını söyleyebilme hakkını buluyoruz kendimizde. Kapıyı şöyle bir araladığımızda ise, karşımızdaki dağın arkasından fışkıran Nâzım Hikmet’in 835 Satır, adlı şiir kitabıyla göz göze geliyoruz. Mungan’nın söylemek isteyip de ama söylemediği(gizli tuttuğu) 835 satır’ı daha vardır. Fakat o sekizyüzotuzbeşsatırı, bir çığlığa şırıngalayıp öyle haykırmıştır: ’’Orada yeniden yazıyorlar 835 satır’’...Bütün mesele bu. Ünlü Fransız tarihçi Lucien Febvre :

 ‘’Tarih, sokaklarında yalnızca karanlık ve şaibeli modeller dolaşan ölü bir kent manzarasından kurtulmalıdır’’, der.

 ‘’Gökyüzünun karanlık kefeniyle örttük
 Yıldızların delik deşik ettiği ölüleriz
 Adsız ölüleriz
 Adları bir coğrafya ile yan yana yazılan’’

 Febvre’nin söylediğine mülhem olarak şunu söyleyebiliriz biz de: tarih, yağmalanan o coğrafyada, faili meçhûl ölüleri mezarlıklardan toplamaktan çekinmemelidir. Hiçbir zaman! Ve ‘’Gövdelerinizi unutmadık, unutmadık hiçbirinizi’’, diyerek, tam da bunu kastettiğini söylesek, şiirin bizi kırbaçlamayacağını kim iddia edebilir? Eğer İsmet Özel’in deyişiyle ‘’şiir başkaldıranların sesiyse’’ , o halde şiirin hem bu, hem de diğer bölümleri için Mungan’ın haksızlığa uğradığını düşündüğü ‘’eşref-i mahlûkatların’’ başkaldırısıdır, diyebilme özgürlüğüne sahip olmalıyız.Mi? Ünlü İspanyol şair Lorca, şair kavramını ‘’acılar çekmesi gereken bir kimse ile özdeşleştirerek, aslında her başkaldırı biraz da semâya doğru haykıran şairin ‘’çiğ çığlığı’’ na işaret eder:

 ‘’ Nâzım kadar coşkulu
Aragon kadar âşık
Lorca kadar yaralıydık
Unutmadık’’

 Alıntıladığımız bu bölüm, bize ‘Mutlu Aşk Yoktur’, adlı şiir kitabı ve Dadaizm(1916’da Zürih’te doğmuş olan bir sanat akımı )’in en ünlü temsilcilerin biri olan Aragon’u hatırlatır. Bu akımın temsilci olan şairler, savaşın barbarlığına, sanat alanındaki ve gündelik hayattaki entelektüel katılığı protesto eden şiir savaşçıları! olduğunu unutmamak gerekir. Fakat daha sonra sürrealizm akımının flamasını eline alır. Mungan’ın bu şiiri, işte tam olarak bu çıplaklığı görmemizi sağlıyor. Mungan’ın dokunmak istediği yaralar bununla da sınırlı kalmayıp, genç yaşta Franco döneminde öldürülen ve yukarıda küçük de olsa şiir bakışına değindiğimiz Lorca’nın acısına bir göndermede bulunur. Mungan, dördüncü bölümünde ise,savaş sonrası oluşan bir sahneyi betimleyerek sunar biz okura. Ayrıca şair, güçlerine kara tarihin bile karşı koyamadığı devletlerin riyâkârlığının üzerini örtmeden çok açık bir dille meydana atıverir sözcüklerini ve yine şair, öz’ünü arenaya bırakarak, kendi çaresizliğinin önsözünü sunuyor önümüze burada. Bunu yapmaktaki asıl amacı ise tarihin karanlıkta kalmış yarasına işaret parmağını basmaktır. Günahlarından ya da tarihten arınmak da diyebiliriz. Bundan sonra gelen dizelerle bir tablonun hazırlıklarını yaptığını görüyoruz. Tabloya bakıp parçaları yekvücut yapmamızı istiyor belki:

 ‘’İki güzelliğimiz vardı bizim Ufkumuzdan inen’’,dizeleri yine bize çok şey hatırlatmakla(çağrıştırmak) birlikte, bir o kadar hiçbir şey… Bahsettiği güzelliklerinin hangilerinin olduğunu kestirmek güç bu bölümde; ama nasıl yok edildiklerini ve hiçbir zaman da geri dönemeyeceklerini çok açıkça sunar önümüze:

‘’Ve bir daha geri dönmeyen iki güzelliğimiz Birini kurşunlar, ötekini ofset baskılı resimler aldı’’, dediği: ’30 temmuz 1943 günü akşamüstü,Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürt köylüsü,gözaltında tutuldukları sınır karakolundan alındılar ve içlerinden 32’si kırsal bölgede kurşuna dizilerek öldürüldü. Katliamdan kurtulan tek kişi,bir taşın arkasına gizlenmiş ve cinayetleri başından sonuna kadar izlemişti’, ofset baskılı resimlerin altındaki bu katliamdan başka ne olabilir ki? Otuzüç Kurşun’dan kasıt, yine hatırlayacağımız üzere Ahmet Arif’in Otuzüç Kurşun, adlı şiirine de büyük bir göndermedir. O kurşunların kendisine de isabet ettiğini haykırarak, sadece onlara sıkılmadığını ve Ahmet Arif’in yalnız olmadığını hatırlatır:


 ‘’Gökte yıldız burcu değil

 Otuzüç kurşunlu yürek 
 Otuzuç kan pınarı Akmaz,
 Göl olmuş bu dağda’’ ,

 gibi çok yakın anlamlı renklerle karşılaşırız. Bunun için bu bölümde şairin ilham kaynağı hiç çekinmeden Ahmet Arif’tir diyebiliriz. Elimizdeki bu iki anahtar,aslında aynı kapıyı açmaktadır. Kapının hangi mezarlığa doğru açıldığını da yavaş yavaş anlamaktayız. Sondan bir önceki bölümde: ‘’Serap ile hakikat arası Çağın aşamadığı uçurumlarda Gider gelirim gider gelirim’’, diyerek daha fazla yorulmamıza müsaade etmez ve kendisi bizatihi itiraf eder hakikatinin çıplaklığını,tabiî bizim hakikatimizi de. Okurun yaşanmış o kötü olaylar için bir nebze olsun düşünmeye sevk eder. Nereden nereye geçiş yaptığını yine bu bölümde anlıyoruz Mungan’ın. Bu yetmiyor olacak ki,hakikat ve çıplak hakikat arasında seyahat etmemizi sağlayarak ve arkasına bakmadan karanlığın içine dalıp kayboluyor hemen. Fakat arkasında ayak izi bırakarak.

 ‘’…Ateşin avesta dili
 Bitkiler, otlar, kökler
Dağlanmış dil, narın rengi
On binlerin dönüştüğü uğuldarken
Doğunun yeni defteri
Topraktan çobanyıldızına değin
Her yer her şey karanlık bir pusuda’’

Yine yukarıda alıntıladığımız son bölümde şair, çok eski bir zamana sesini duyurmaya çalışır: antik zaman. O toprakların kadim milleti olan Zerdüştler’e yani diğer bir ifadeyle barışın hâkim olduğu zamana seslenir! Karanlığın sardığı bu toprakları aydınlatmak için bu ateşe ihtiyaç olduğunu fısıldar kulağımıza. Biraz daha açacak olursak, Zerdüşt’e seslenir. Bun inanca göre ateş bütün varlıklarda bulunur ve canlı ve cansızlarda farklı biçimlerde var olur. İnsanda, hayvanda, bitkilerde, gökte ve yerde bu ateşi değişik zaman ve durumlarda görmek mümkündür. En kutsal ateş ise, Tanrı Ahura Mazda ile insan arasındaki ateştir,ya da İnsanlık ve Yaradan… Karanlık ve ışık…Zaman ve an…Ateş ve avesta…Bitkiler ve kök… Bununla birlikte şairin,‘’Ey büyük Mezopotamya,diye seslenerek bir kayboluşun,bir unutkanlığın varoluşunu serer tahta masamıza.

İnanmak.İnanmak.İnanmak.


 Ve son olarak;

 ‘’Yazının, tekerleğin, tarihin İlk çocuklarından Ey büyük Mezopotamya İki bin yıllık gece Don geri bak Kardeşlerim oluyor kalbimin doğusunda’’ Mungan, yukarıdaki dizelerin altında bir tarihin yattığını ve o tarihe kendi diliyle nasıl seslendiğini sayıklamaktadır aslında. Yazının tarihine baktığımızda bizi M.Ö.3000 gibi eski bir tarihe sürükleyeceğini çok biliyoruz . Aynı şekilde tekerleğin keşfine şahit oluyoruz. Burada tekerlek, modernliğin menşeini hatırlatma görevini üstlenmektedir: ‘’Yazının, tekerleğin, tarihin…’’ Gestalt psikolojisinde olduğu gibi şiirin bütün parçaları zemin üzerinde ancak anlam kazanıyor. Bu kuramın en önemli özelliğine baktığımızda ise devam etme,sürme,devamlılık,göz ve bir nesneden diğer bir nesneye devam ettiğinde ortaya çıkar. Mungan’ın ne demek istediğini böylece daha net anlamış oluruz. Murathan Mungan şiire dair birçok becerisini,belki daha fazlasını bu şiirde görmekteyiz. Düşüncenin yükünün yoğun olmasından ötürü okuru yormaktadır diyebiliriz.Evet,Mallarme’nin ifade ettiği gibi şiir,düşüncelerle değil sözcüklerle yazılır’’,sözü bir yere kadar doğru;ama düşüncelerle sözcükler birleşince apayrı bir keyif verdiğini de itiraf etmek gerekir.Tıpkı ‘’unutmadık’’ şiiri gibi. Yazdıklarıma Hilmi Yavuz’un bir sözüyle noktalamak istiyorum: Şiir, geçmişe atıfta bulunarak ilerler.






Harun Aktaş
 Ocak 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Mağara