Zamanın
bedenimizde açtığı yarayı umursamayız nedense. Yaranın çatlaklarından sızan acımızı
saklamayı yeğleriz daha çok. Bunun nedeni açık, hafızamız. Unutmuş gibi yapılan;
ama hiç unutulamayan o gizli yaralar ise kendine başka alanlar arıyor ruhumuzun
dehlizlerinde. Peki neyi aradığımızı, ne çektiğimizi kim biliyor? Sadece aklı sürgünde ve ruhları kuşatma
altındakiler mi? Değişim olur elbet; sürgündekiler bundan da mahrum bırakılır.
Yaralı parmağa işeyemeyenlerin çağında yaşıyoruz zira. Ne demişti Nora giderken: ‘’Öyle değişiriz ki birlikteliğimiz gerçek
bir evlilik olur. Elveda’’. Kapı kapanır. Evdekiler kalakalır. Birçok
gidenin arkasından bakıldığı gibi o bekleyenler oradan bakmaya devam eder. Bu
seferki özne Nora’dır. Bu kesin. Kalanlar bir koca, bir bakıcı ve çocuklar. H. İbsen
nasıl sevdiyse Nora’yı bize haklılığını anlatır da anlatır. Bizi ikna da eder
doğrusu. Oysa bizim için de gidene kadar varlığının pek kıymeti yoktu. Nora’nın.
Gidişiyle hayrette bıraktığı zihnimizdeki siyah noktaları da süpürdü. Silkeledi üzerimizdeki tozları. Bu yüzden
açıkça diyebiliyoruz Nora, sürgün yaşadığı evden sadece ayrılmadı, herkesi
yokluğuyla cezalandırdı aynı zamanda. Fakat her gidiş bir kaybediştir; bu
meşhur söz, bir tuvalin üzerinde şık dursa da Nora için görülmeye değer
değildir. Dönüşmek için önce gitmek gerekir bazen.
Amerikalı
oyun yazarı Lucas Hnath 2017’de bu
soruya cevap niteliğinde yazdığı ‘’Nora 2 (Bir
Bebek Evi) ’’ oyununda bu kahrolası gelişi işler. Bu oyunda Nora, on beş
yıl aradan sonra kapıyı çalar. Kapılar gitmek ve gelmek için var değil midir
zaten? Daha önce kapıyı nasıl çalardı hatırlamıyoruz, ancak bu defaki ürkek ve
derindi. Göstergebilimsel açıdan kapı imgesi hem dilsel hem
de dildışı görsel gösterge olarak ele alınabilir. Buradaki kapının izleyiciye içinde bulunduğu duruma alternatif yeni bir
konum önerilmesi dolayımıyla sanatta daima var olan sorgulamaların yeni bir
doğrultuya girdiği hissedilir. Geçmiş veya gelecekle ilintili olarak
sorgulanması talebi cisimleşmektedir. (Serpil
AKDAĞLI- Fevziye EYİGÖR PELİKOĞLU s.81) Elbette
farklı anlamlar çağrıştırılabilir; ancak elimizdeki göstergenin bizi sürüklediği
yer bu zıtlıklardır. Kapıdan içeriye baktığımızda aynı kişilerin yaş almış
halini görürüz. Zaman geçmesine rağmen ev değişmemiştir.
Saim Güveloğlu’nun yönettiği bu oyunun en az kapı kadar özel bir anlamı daha var: Tansu Biçer, Tülin Özen ve Saim Güveloğlu’nun kurdukları ‘’BahçeGalata’’ tiyatro mekanının da ilk oyunudur. Bu açıdan baktığımızda Nora eli boş gelmemiştir. Nora bizi görmese de bizim onu ve diğerlerini gördüğümüzü söylemek zorundayız. Çünkü biz de on beş yıldır bu anı bekliyoruz. Hoş geldin Nora!..
İlk oyun ve ilk seyirciler.
‘’Nora 2 (Bir Bebek Evi)’’
esas oyunun derinliğini yakalıyor mu bu tartışılır. İlk oyunun devamı
niteliğinde olsa da üzerinde durulan noktalar farklı. Daha önce Nora’ya hiç kızamadık
yaşadıklarından ve maruz kaldığı durumdan; böyle bir hakkımız da olamaz zaten. Bir
an olsun yargılamadık mı sahi? Bu soru burada asılı dursun. Soylu bir gidişi
olsa da gelişi bu soyluluğa pek uzak. Gidişiyle kıyaslandığında gördüğümüz bu
kısmı oluyor maalesef. Ve sanıldığı kadar
güç bir karaktere de dönüşmemiştir. Sanki. Müstear isimle yazan bir yazardır
nihayetinde. Zaten tam da bu yüzden geri gelmiştir. Büyük uğraşlar sonucunda
elde ettiği kimliği tekrar kaybetmek istemez ve bu yüzden Tolvard’a kendisinden
boşanması gerektiğini söyler. İlk
bakışta parlak bir fikir gibi gelse de sakat bir yaklaşım. İlk geliş bunun
yüzden olmamalıydı. Kendi açısından olağan
tabi. Dejavu olduğumuzu düşünsek de
kendimizi toparlıyoruz. Giderken söyleyemediklerini şimdi hiç çekinmeden dışa
vurabiliyor en azından. Torvald, bu isteği yerine getirmek istemez. Bu sefer de
Torvald’ı da anlıyoruz. Bu sefer de herkesin kendi içinde, sebepleri
doğrultusunda haklı olduğu bir durum
zuhur ediyor, ki bunu söylemek de bizim hakkımız.
Bir şekilde konu erillik ve dişilik meselesine
de gelir. Nora’nın ağzından erillik
eleştirisi kulaklarımıza dokunur. Bu gibi söylemler seyircinin duygularının
kabardığı en renkli anlardır. Şevkle sarılır
bu söylemlere. Çocuklarını bir baba terk etseydi aynı tepkiyi alır mıydı
acaba? Ataerkil bir toplumda Nora’nın
yaptığı seçim affedilebilecek bir davranış değildir; çünkü annelik kadın
kimliğinden önce gelir. Bu açıdan Nora’nın tekrar gelmesi bile büyük bir
cesaret örneğidir. Bir bakıma cevap verebilecek güçtedir. M. Proust’un
ifadesiyle ‘’koşulların hiçbir önemi yok
mudur? Bazen yokmuş gibi görünür.’’ (M. Proust, s. 117.)
Bandı
biraz geri saralım. Nora geldiğinde ne gördük sahnede/evde? Salonda Anne Marie,
öylece oturmaktadır. Daha çok birini bekler gibi ama. İki sandalye ve ortasında
sehpa ve üzerinde de bir şişe su. Sahne son derece sade, işlevi olmayan hiçbir
şey yok, ışıklar dahil. Arkada sürgülü bir kapı. Bu aynı zamanda evin bir
odasıdır. Ve seyirciye göre sahnenin sol tarafındadır evin dış kapısı. Derken, kapı
çalınır. Beklenen an. Anne Marie aksak, ağır bir vaziyette ve onca yılın yükü
omuzlarındaymışçasına kapıyı açar. Gelen Nora’dır. Anne Marie’de abartılı olmasa da bir şaşkınlık belirir.
Beklemediği bir kişidir çünkü. Kısa bir
bakışmadan sonra sarılırlar. Bir süre sonra asıl gelişinin nedenini açıklar
Nora. Nora’nın söylediği şey Anne Marie’yi sinirlendirir. Burada tuhaf olan Anne Marie’nin evin asıl
sahibini kovmaya çalışmasıdır. Bu açıdan trajikomiktir. Kimlikler yer
değiştirmiştir adeta. Ansızın tekrar kapı çalınır. Terk edilen kocadır gelen.
Torvald Nora’yı tanımakta güçlük çeker ilk anda. İkisi de şakındır. Ancak
Torvald’ın şaşkınlığında aynı zamanda bir öfke de saklıdır. Nora’ya hiçbir şey
demeden ihtiyacı olan dosyayı alır ve evden çıkar. Kapı tekrar kapanır.
Nora,
Anne Marie’den yardım ister. Onun en iyi çözüm önerisi de Nora’nın küçük kızı
Emmy ile konuşması ve babasını ikna etmesi yönünde olur. Nora, buna yanaşmak
istemese de kabul eder ve anne kız yıllar sonra karşılaşırlar. Küçük kızı Emmy son
derece soğukkanlı ve kendinden emin bir şekilde Nora’yı dinler. Ancak ikisinin
arasında bir mesafe vardır. İki yabancının arasındaki mesafe kadar. Belki de bu
yüzden Nora’ya kızıyoruz. Nihayetinde kendini özgür hissettiği anda bile çocuklarını görmeye
gelmeyen bir annedir. Bu konuşmadan sonra bir gerçek ortaya çıkar, zira Nora, resmi
kayıtlarda ölü bir kadındır. Torvald, her şeye rağmen bu kâğıdı alır ve Nora’ya
vermek ister. Nora, bunu kabul etmez. Serde kadınlık var. Kendi içinde tutarlı
olsa da Nora’nın aslında kafasının karışık olduğunu görürüz. Yazarın afili
söylemiyle her şeyin boka battığı bir durumdur. Geldiği gibi gider. Aslında
kabuk bağlayan yararı bu sefer kanatan kendisidir. Her ne kadar bir ayağı gitme
dese de kendine ihanet etmek istemediğinden gider. Torvald’ın gözlerinde de
aynı istek vardır. Sana git diyeceğim; ama gitme Nora. Diyemez. Demedi de.
Metnin
bize ne anlattığı kadar yönetmenin nasıl sahnelendiği de önemli şüphesiz.
Dönemin şaşalı kıyafetleri ve dekorundan arındırılarak sahnelenmesi bizi hiç
rahatsız etmedi; çünkü asıl üzerinde durmak istediği fikirler ve çatışmaydı. Oyuncuların
bedenleri dramatik karakterin taşıdığı anlamlar hissedilecek kadar göze
çarpmaktadılar. (Fisher-Lichte, s.55)
Bunun
hakkının verildiğini söylemek gerekir. Yerli yersiz kullanılan gotik kostüm ve
dekordan bıkmadığımızı kim iddia edebilir ki?
Bu
arada başta söylememiz gereken şeyi en sona bıraktık ki dilediğimizce
konuşabilelim. Oyundaki oyuncuların hakkını teslim etmesek olmaz. Tansu Biçer’i ilk defa 2003’te Semaver
Kumpanya’nın sahnelediği Murtaza’da
seyretme şansı bulmuştuk. Abartılı bir cümle kurmaktan kendimizi alamıyoruz. O
nasıl bir oyunculuktur be mübarek!.. Ve yıllar sonra karşımızda tıpkı Nora gibi
yaş alan bir Tansu Biçer vardı. Bazı oyuncuların oyunculuğu göz doldurur ve cazibesinde
de bir yücelik vardır ya hani, öyle işte. Fisher- Lichte’nin deyimizyle; oyuncunun “mimik ve jestleri”, seyircinin
görsel algısı, yani bakışı dokunaklı gelebilir ve onda temsil edilen karaktere
karşı bir yakınlık duygusu oluşturabilir. (Fisher- Lichte, s.104).
Ancak bu sefer tam rolüne büründü dediğimiz
anda oyun bitti. Nora’yı çok dinledik ve hak verdik de zaten. Tek taraflı bir
hesaplamayla kaldı. O yüzden hoş bir tat bırakmaktan öteye gidemediğini
üzülerek söylemek zorundayız. Oyunculuğun alametifarikası budur belki, kim bilir.
Tabi nereden baktığımızla da alakalı bu durum. Kimin tarafındayız burada? Orası
muamma. Tülin Özen’i Nora olarak görmek de ayrı bir keyifti doğrusu. Anne Marie
rolündeki Nihal Geyran Koldaş ve Emmy’e can
veren Zeynep Çötelioğlu’nun naif performansları ve dekor/kostüm: Hilal Polat,
Işık tasarımı: Utku Kara ve Asistan: Bilgesu Akın’ı unutursak kanımız kurur.
Derinde
bir ruhu olan tüm oyunlar ve oyuncular için geçerlidir bu. Bunu da şöhretin bir
edebi gerçekliği olmadığını bilenler bilir.
Hadi, izlemeye: https://tiyatrolar.com.tr/tiyatro/nora-2
Kaynaklar;
Erika Fisher- Lichte, çev. Tufan Acil, Performatif
Estetik, Ayrıntı Yay. 2016
Proust, Marcel, çev. Roza Hakmen, Edebiyat Ve sanat Yazıları, YKY, 2021
Akdağlı, Serpil -Fevziye Eyigör Pelikoğlu, Plastik Sanatlarda Kapı İmgesi, İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİ İnönü
University Journal of Culture and Art Cilt/Vol. 4 Sayı/No. 2 , 2018.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Mağara