Vakti geldiyse dile gelecek olan söz, kendine bir yol bulur. Ne kadar
tutarsan tut. Dile gelir. Başa gelmenin bir diğer adıdır bu aynı zamanda.
Başımıza geldi ve sevdik. Bu yüzden ‘’Seni Seviyorum Türkiye’’ oyunu üzerinden sarf edeceğimiz her söz,
bedenimize yönelteceğimiz okkalı bir yumruktur. Altında nefes almayı zul
bildiğimiz gökyüzünü iğneleyen bu oyundan hasarsız çıkmak ne kadar mümkün peki?
Üstümüze neyin yağacağını bilemediğimiz bir telaşla bekliyoruz olacakları.
Suçumuz neydi böyle? Kaçmak istediğimiz uzakların bize yakınlığı korkularımızla
ölçülür mü? Yaşanmışlıklarımızı ararken acı duymaktan kendimizi alamadığımız
sıradan bir duygudan bahsediyorum. Kaç defa tekrarlayacağız sevgimizi ve
fütursuzca daha ne kadar nefret edeceğiz yakınımızdakilerin bakışlarından? Sevmek
zorunda değil hiç kimse, ama gitmek zorunda değil elbet.
Ceren
Ercan’ın kaleme aldığı ve Yelda Baskın’ın rejisini gördüğümüz bu oyunda neye dokunabiliriz ya
da oyun seyirciye nasıl göz kırpıyor? Telaşa mahal var ki bu oyunu üç defa izleyerek mutlak bir memnuniyetle
dilime gelecek cümlelerin hesabını veriyorum kendime. Odamdayım ve oyundan
taşan hiçliğe (öyle bir hiçlik) çeviriyorum yüzümü. Küpünden taşan kelimeleri
olabildiğince koruyarak ne denli yol alabiliriz? Şöyle ki, İstanbul’un arka yakasında meçhul bir çamaşırhanede geçer oyun. Yolu orada
kesişen beş kişinin hayatlarındaki dikenlerin saplanışı ve buradan kurtulma izdüşümüne odaklanmış durumda. N’olursa olsun kapağını biz açamayız. Kimsiniz
ve nesiniz? İki soru. İki özne ve iki yol. Oyun kişileriyle birlikte seyirci de
aydınlanıyor. Bir bakıma bize bir sesleniş var. Güncel yaşantının içinde umudun
çırpınışı hakim. Yazarın geçmişin kirlerini çamaşırlar üzerinden metaforik bir
anlatıma başvurması var olan gerçekliği iyice kırıyor. Dolayısıyla oyun, didaktik olmaktan da
çıkıyor. Akla gelen soruların cevapları alıyor kendini zihinde. Bununla
beraber, yan hikaye olarak aynı evde yaşayan iki arkadaşın birbirinden ne
kadar bihaber yaşadıkları gerçeği sıyırıyor kirliler arasından. Hiçbir şey hayat kadar ironik olamaz. Her
ikisinin de hemhal oldukları korkular ve köşeye sıkışmışlıkla beraber kedi ve
köpek dönüşümüyle zirveye çıkıyor. Hav ve miyav. Biz buysak onlar daha fazlasıdır. Belki de insan postu bu iki bünyeye fazla gelmiştir. Gözlerimizi
oyunda olmaya devam ediyor. Oturduğumuz yerden sadece izlemiyor, orada olanlarda kendimizi dikizliyoruz. Evet bizler en az onlar kadar vahşi ve
insanız!
Ve artık
karar verme zamanı geliyor. Başka bir ülkeye sığınma telaşı başlıyor. Ama
üzerlerindeki elbiseleri değiştirerek bunu yapmaları gerek. Sahnede ve seyircinin
karşısında. Beraber yürüyor ve beraber tepki veriyor seyirci. İnteraktif bir çizgide ilerleyen oyun
burada iyice belirginleşiyor. Zira seyirci, ülkeleri temsil eden birer kurumdur artık. Sorulacak soruların
cevaplarından korkmuyoruz. Nereye gittiklerinin bir anlamı muhakkak var: bunda en başka korku ve herkesin payı
olduğu hakikat. Gene de oyun kişileri çamaşırhaneden çıkmadan önce kim
olduklarını bilmeleri gerekir. ‘’Seviyorum. Seviyorum. Seviyorum’’ diyen hiçbir
korkak hakikati bulamaz. Bunu diyoruz; çünkü tam da kastımız budur. Aslında bu
vatana ihanet edenlerin başında vatanseverler gelir. Öyle de kof bir çıkmaza
çıkıyor bu tünel. Karanlık ama ışık gelene kadar ateş yanacak. Kulağımızı
hakikate kapatamazlar zaten. Çamaşırhanede gerçekleşen bu çarpışma,
karakterlerin üstündeki tozu süpürüp alıyor gözlerimizin önünden. Artık
yabancısı olmayan bir mekanın içinde kendilerini açıklamak ve aydınlatmak
zorundalar. Yoksa kapalı bir kapı ve herkesten şüphe duyan histerik bir
çamaşırhanenin içinde hiçkimsenin güvende olduğunu söyleyemeyiz. Mekan
sahibinin konumu bulanık bir halde çıkıyor karşımıza. Kullanılan dilin ikna
ediciliği tatmin edici değil ne yazık ki. Potansiyel suçlu olarak görülen diğer
dört arkadaşla birlikte aynı yolun yolcusu olacak kadar saçma bir durumun
içinde buluyor kendini. Bu bir bakıma seyircinin gözlerine tutulan şüphe
çığlıklarıdır. Burada hayatın kendisi bir sahnedir ve oynayanlar bizleriz. Ne
kadar derin derin deşersek o kadar
sığ buluruz duygularımızı. Hakikat elbet bir gün karşılarına çıkacaktır, ama
kendini kaybeden bir hakikat olmayacağını kim bilebilir ki? Sahne tasarımındaki
sadelik karakterlerin ruhsal bulantılarıyla doğrusal bir orantı içinde olduğunu
inkar edemeyiz. Kostümlerin renkliliği, ışıkların raksıyla birlikte amansız bir
şölene dönüşüyor. Şölenden kastımız eğlence değil, bizatihi mecburiyetten doğan
bir çaresizliktir. Hayat damarlarından geçen kan gibi, akışkan ve yaşamsal.
Hayata ironik yaklaşımın ötesinde var olan uyumun nüvesini meydana getiriyor.
Dramatik bir çizgide ilerlemek yerine epizodik bir yapıyla ilerleyişi ve sahne
geçişlerinin keskinliği gözlerimizde o meşum transı ortaya çıkarmayı başarıyor.
Tek perde olarak hayatına devam eden oyun, eylemin/hareketin yoğunluğu
sayesinde seyircinin dikkatinin dağılmasını da engelliyor. Karakterler zaman
zaman seyirciye burada kalın, fazla derinlere dalmayın; çünkü burada olan
burada kalmaz der gibi çizgiyi bozmaları, seyirci için de beklenmedik bir coşkuya dönüşüyor.
Aradaki
iletişimi belirgin hale getiren şüphesiz oyunun bütünselliğidir.
Yabancılaştırma efektinin amaca hizmet edip etmediğini böylece bir kez daha
anlamış oluyoruz. Özellikle oyun kişisi, Alican Yücesoy’un nevi şahsına münhasır
duruşunun buradaki katkısı unutulmamalı. Hakikat ile kurgu iç içe girmişçesine
sarmal bir evreye dönüşüyor. Yazarın bu vesileyle seyirciye/okura doğrulttuğu
ışıktan gözlerini kaçırması mümkün olmuyor.. Bazı iyi oyuncular o güzel
atlarına binip daha gitmediler. Henüz. Hep deriz ya Türkiye’de sağlam tiyatro
metni bulmak güç. Hep derler. Gençlik oyunu bulmak içinse müneccim olmak gerek.
Yazılamadığı için bulamıyoruz derdinden öte, inanmıyoruz ki yazabilelim ya da
yazılanları bulabilelim. Haklı bir eleştirinin kıyısında değiliz artık.
Bilahare kendimizi haklı çıkarmak için amansız bir heyecanla var olan metinleri
yerin dibine sokmaktan geri durmayız. Kabul edelim ki boşa kürek çekmeyi geride
bıraktık, kürek çekenleri engellemek yerine bizi almalarını bekledik.
İnananların inançlarından vazgeçmeleri için kahretmek de kof bir başkaldırı
olur. Neyse oyunculara geldiğimiz de hepsine ayrı köşeli bir parantez açmak
gerekir. Bu aynı zamanda oyun kişilerine yöneltilen bir eleştiridir. Başta
Defne... rolünü adeta yaşıyor diyecek halde değiliz. Gerçi bu sadece bizim için
değil, ta Stanislavki için de bir mesele. Derdimizin kökeni nasırlıdır. O yüzden yaşayarak öğrenme ya da rolü yaşamak diye bir safsata olamaz,
olursa da o hastalık olur, hastalıklar da uzmanların meselesi. Yok yok tam olarak bu
değil. Gene de duru bir oyunculuk. Gerçekten çocuğu
evde bekleyen bir anne korkusu sarmıştı bedenini ve her dakikasında gördük orada. Komik ama gerçek. Bir süre sonra bu mel’un
korku unutuldu ve başka bir rahma girdi. Dikkat, burada mübalağa sanatı
kullanılacaktır! Alican Yücesoy. Yakın, çok yakın bir zamanda ‘’Küçük Şeyler’’
filminde gösterdiği performansla Antalya Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu
ödülünü aldı. Dolayısıyla kendisi hakkında söyleyebileceğimiz her kelime
performansının yüceliği üzerinde olacaktır. Konu burada dağılmaya müsait. Evet. Kendine has bir duruşu var sahnede. Sarı
saçlarından kendisi sorumlu olmasına rağmen seyirci ile arasındaki mücadele o kadar hassas ve yerinde ki rahatsız etmeyen o esrimeyi oradan çekmeyi başarıyor. İyi olan hep estetik
değildir ama. Takmış
olduğu o önlüğün oyun hizmet ettiği bir şey varsa o da sadece komik olduğudur.
Grotesk bir hal aldı diyemeyiz. Kendisini dizi ve sinema filmlerinden önce
tiyatroda defalarca izlemenin hazzı var üzerimizde. Ne kadar seyredersek o kadar bizim.
Dikkat. Abartıyorum; çünkü gerçek, der, Pasolini. Emre Koç’un enerjisi ise o
kadar yüksek ki yaptığı her mimik her jest tam isabet hedefe ulaşıyor. Bedenini
amansız bir baletin gestusu gibi adeta raks edercesine sergiliyor. Bu rol için
biçilmiş bir kaftan. Ha hi ho. Evet o ‘’boku’’ en iyi o temizleyebilir.
İnanıyoruz. Dürüst bir oyunculuk. İrem Sultan ve Damla Karaelmas’ın performansı
aynı şekilde oyunun kendisini konumlandırmayı başarıyor. İrem Sultan’ın zaman
zaman göze batan abartılı çıkışları ister istemez göze batıyor. Birkaç
defa izlemiş olmanın getirdiği bir hakla bunu söylemek suç olmamalı. Derinliğin sancısı ağır, düşüncesi daha da ağır. Seviyorlar ve.
Oyunun
asıl üzerinde durduğu mesele tam anlamıyla bu olmasa da, bu. Yaşadığı dönemden veya
yaşadığı ülkenin koşullarından korkan bireylerin kendilerine bir başka ülkede
yeni kim bulmak için yola çıkıp çıkmamasının sorumluğu var. Sonuç olarak,
korkuyorlar ve gitmiyorlar. Bir bakıma bize dikte edilen de budur. Yan karar
veren yazar oluyor. Bize bekleyen ise aynı korku aynı ülke. Bunlarla mücadele
edecek olan gene biziz. Biz kimiz? Çok da
önemli değiliz. Metin bize umut vadediyor mu, evet. Ama umut çok uzakta.
Gelgelelim, ne demiş şair: toparlanın, gitmiyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Mağara