Kürtçe
kaleme alınan, şüphesiz Kürt edebiyatının bilinen en önemli eseridir Mem û Zîn.
Ehmedi Xani’nin mesnevi biçiminde kaleme aldığı bu eser, Mirza Metin’in nev-i
şahsına münhasır rejisiyle sahnede izleme fırsatı bulmaktayız. Ama öncelikle bu
kadim eserin içeriğinden ve buna dair birkaç hususa değinmek isteriz.
Şöyle
ki; eldeki kaynaklara göz attığımızda XVII. yüzyılın son çeyreğinde Kürt halk
anlatısı olan “Memê Alan” destanından ilham
alarak Kurmanci lehçesiyle kaleme aldığını görürüz. Bu eserin yazılış
amaçlarından birisi de; dönemin en yaygın dillerinden Farsça ve Türkçe’ye karşı,
Kürt dilinin edebi gücünü göstermek içindir. ( Tek, s.3-4)
Ehmedi
Xani, Mem Alan destanından esinlenmenin
dışında yaşadığı döneminin yaşantısına adapte ederek modern bir anlatıya
dönüştürmüştür. Onu bu denli değerli kılan da bu özelliğidir belki de. Halk
arasında günümüze kadar dilden dile yayılan ve mitolojik niteliği olan bu destandan
dönüşen Mem û Zîn'den kavuşamayan iki âşığın hikâyesini değil sadece; dönemin
yaşantısını, o zamanın sosyokültürel ve siyasi durumunu da okuruz. (Bozarslan,
s. 11)
Mesnevinin başlıca konusu şöyledir:
‘’Mir Zeyneddin
olarak tanınan Botan beyinin Sıtî ve Zîn adında iki kızı vardır. Güzelliği
dillere destan olan bu kızların gönülleri, babalarının hizmetinde çalışan
Tacdin ve Mem adlarında gençlere sevdalıdır. Sıtî, Tacdin ile evlenir ve
muradına nail olur. Fakat Zîn sevdiğine kavuşmaz; çünkü babasının yanında
çalışan ve Zîn’i seven Beko adında birinin bu sevdadan haberi olur ve onların
kavuşmasını engellemek için her türlü oyunu kurar. Mem, aşkından çöllere düşer,
aklını yitirecek duruma düşer. Zîn’in mum ile sabah rüzgârı ile konuşmasını
onun ne kadar çaresiz kaldığını yansıtır. Beko’nun oyunlarından biri de Mem’i
zindana attırmak olur. Tacdin ve Sıtî ne kadar uğraşsalar da bir türlü bu oyunu
bozamazlar. Mem’in zindanda kaldığı süreçte ilahi aşka uzanan serüveni başlar
ve ölene kadar bu hal üzere kalır. Mem’in ölüm haberin Zîn’e ulaşınca kabrinin
başına gider ve orada ağlayıp Mem’in mezarına kapanarak ruhunu teslim eder.’’ (Kınay, s. 117)

12 Mayıs
2022’de Kumbarıcı50’de tek perde olarak sahnelenen Mem û Zîn oyununun ortaya
çıkış süreci en az sahnelenmesi kadar özel bir anlam taşır. Mirza Metin’in beyan
ettiği gibi onlarca versiyonu mevcut olmasına rağmen Dengbêj Reso’nun icra ettiği şekliyle
bazı ufak ayrıntılar dışında metnin orijinaline dokunulmamıştır. Oyunun meydana
çıkış süreci, ilk olarak Pandemi dönemine denk gelir. Tiyatro yapmanın
kısıtlandığı bu zorlu süreçte böyle bir şeye adım atmaya yeltenmek bile tiyatro
adına başlı başına umut verici bir eylem olduğunu unutmamalıyız.
Bu arada Mirza Metin, kimdir sorusuna bir
iki cümle de olsa cevap vermek yerinde olur. Bu cevapla da oyunda kurguladığı
mizansenle bağlantı kurmamıza dayanak sağlamış oluruz. 1995’den beri tiyatro
sanatının içindedir. İlk olarak, Teatra Jiyana Nû’da ve Seyr-î Mesel’de
oyunculuk eğitimleri aldıktan sonra oyunlarda oyuncu olarak yerini alır.
İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Halkoyunları Bölümü’nde üç
yıl dans ve müzik eğitimi aldıktan sonra İstanbul Üniversitesi Tiyatro
Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü, Dramaturji ve Dramatik Yazarlık Sanatı Ana
Bilim Dalı’ndan mezun olur. New Writing Workshops with the Royal Court’a
katıldı ve bir yıla yayılan workshoplarda Zinnie Haris ve Mark Revenhill gibi
oyun yazarlarıyla çalışır. 2008 yılında Şermola Performans’ı Berfin
Zenderlioğlu ile kurar. Çalışmalarıyla birçok kurumdan ödüller, adaylıklar almayı
başarır. Başta Kürtçe olmak üzere Türkçe oyunlar kaleme alır. Bu oyunlardan
bazıları Zazaki, Türkçe, Almanca, İngilizce ve Fransızca dillerine çevrilir.
Şuan ise Tiyatro çalışmalarına Almanya ve Türkiye’de devam etmektedir. (https://tiyatrodergisi.com.tr/merve-enginin-konugu-almanyadan-mirza-metin/)
Sahnelenen bu deneysel çalışma, sadece
Mirza Metin ve oyuncu kadrosu (Pelda Bal, Kenan
Demir, Roni Dildar)’a yeni bir
deneyim yaşatmıyor, aynı zamanda seyircileri de bu deneyime ortak eder. Oyunun
broşüründe belirtildiği üzere ‘’klasik
bir tiyatro oyunu olarak değil ritüelistik bir sahne anlatısı olarak tasarlanmıştır.’’
Bu biçimdeki anlatı tiyatronun işlevinin ne olduğu sorusuna da doğrudan
verilmiş bir cevaptır aynı zamanda. Zaten bu yüzden oyun, anlamı değil de sesi,
görseli esas alır. Yönetmenin kendi deyimiyle sessel ve görsel bir deneyimi önceleyen bu oyunda Kürtçe
bilmeyenler için üst yazı bile kullanılmaz. Bu açıdan bakıldığında M. Metin’in seyirciye
vermek istediği iletiyle birebir örtüşmektedir. Bir yandan da seyirciyi rahatsız ederek onu uyandıramaya yönelik
deneysel bir çabaya da gör kırpar.

Biraz
daha açacak olursak; sahnede büründükleri gestusla seyirciyi karşılayan oyuncular
dördüncü duvarı alaşağı ederler adeta. Böylece daha oyun başlamadan seyirci ile
oyuncu arasındaki mesafe ortadan kalktığı gibi seyircinin oyunla kurduğu
iletişimin de önünü açmaktadır. Bu
bakış, konvansiyonel tiyatroda alışkın olunan, seyirciyi gör; ama bakma
anlayışının dışında uygulanan bir yöntem çünkü. Yabancılaştırma efektine maruz
kalan seyirciler adeta görünmez bir gong sesiyle kendini toparlamaktadır; çünkü
hikâyenin akışı sürekli ‘’davullar,
korolar, kılamlar, govendler’’ yerleştirilerek kesmeye çalışılmaktadır. Bu unsurlarla seyirci kendini hikâyenin
dışında bularak oyundan uzaklaştırır. Böylece özdeşleşme de yaşanmamış olur. Epik
tiyatro unsurlarının kullanılması bu oyunu epik tiyatro yapmaz. Bundaki
amacının seyircinin alışagelmiş merakını kırmaya çalışmak olduğunu
söyleyebiliriz ancak. İcra edilen bu sahnelemeyle seyirciye, Mem û Zîn hikâyesini
ilk defa duyuyormuş gibi merakla değil de ona uzaktan, yabancı bir gözle bakması
gerektiğini düstur edinir. Bu da düşünsel bir boyuta geçiş yapmasına olanak
tanır. Bu yönüyle yönetmen, seyirciye bu anlatıya daha bilinçli bakmasını,
eleştiri getirebilmesini salık verir. Oyuncular bu unsurların bilincinde olduğundan
yaptıkları her hareket ve söylem de bu duruma hizmet eder. Oyuncular başka
karakterlerle rol değiştirerek bu eylemlere katkıda bulunur zaten. Dolayısıyla oyuncular,
rolleri üzerinde hüküm kurarak düşünsel bir boyut kazandırır. Bu aynı zamanda
seyirciler için de kaçınılmaz bir yol olur.
Sahnedeki
dekor ve aksesuarların biçimsel bir role büründüklerini belirtmekte fayda
vardır. Sahnenin arkasındaki üç davul ve her davulun yanındaki tokmaklar asıl
işlevlerinin yanında oyun içindeki başka işlevleri de yerine getirmektedirler. Davullar görsel anlamda göze estetik geldiği
gibi sahneyi de doldurmaktadır. Sahneler arasındaki geçişlerin davulun sesiyle
yapıldığından sahnedeki hiçbir şeyin öylesine, eğlence olsun, diye konulmadığı
gerçeği seyirciye hatırlatılmaktadır. Peter Brook, yaptığı rejilerde gerçekçi
dekorla tarif edilen bir mekânın, görünmezin ortaya çıkışını engellediğini
düşündüğünden boş bir alandan başlanması gerektiğini öne sürer. ‘’Her hangi bir boş alanı alıp işte sahnedir
diyebilirim’’. Zaten Brook’a göre
uzamı dekor değil düş gücü doldurmalıdır. Bu da seyirci için kaçınılmaz bir
özgürlük alanı meydana getirir. Bu açıdan bakıldığında oyun, Peter Brook’un
düşüncesiyle aynı paralellikle gittiği izlenimi uyandırır. Yönetmenin sahneyi
bu düşünceyle tasarladığını söylemek güç ancak görsel anlamda bunu
çağrıştırdığını eklemeliyiz. (Kan, s, 8-9)
Ayrıca oyun sonrası yönetmenle yapılan kısa sohbette
bazı seyirciler için bu unsurların anlaşılmaz olduğu yönündeydi. Her ne kadar
yönetmen, tutumunun bu olduğunu belirtmeye gayret etse de ikna edilemediklerini
belirtmek gerekir. Burada esas olan gönderenin iletisi seyirciye nasıl ulaştığı
ve seyircinin bunu nasıl anlamlandırdığıdır. Dolayısıyla bazı seyircilerin bu
yöndeki tepkisinde bir haklılık yok, diyemeyiz. Burada seyircinin bu oyuna
geliş gayesi de önemlidir. Sözlü gelenekle günümüze kadar kendini var eden bu
hikâyenin alışılmadık yeni anlatımıyla karşılaştığından yönetmen tarafından
verilen iletinin yerine ulaşması da o denli zorlaşması anlaşılır bir durumdur
çünkü. Bir bakıma yönetmen için esas olan hikâyenin ne anlattığından daha çok
bunu nasıl anlattığıdır. ( Toğuşlu, s. 22)
Sahnelenen gösterinin anlaşılır kılınması adına
Toğuşoğlu’nun aktarımıyla Ferdinando Taviani şu şekilde açıklar:
‘’Bir gösterimi anlaşılır kılmak keşifler
düzenlemekle değil, seyircinin ve ilgisinin kıyısı boyunca yol alacağı
akarsular tasarlamak ve bu kıyılarda değişik biçimlerde ufacık beklenmedik bir
yaşamın belirmesini sağlamakla olur.’’ (Toğuşoğlu, s. 24 )
Atmosfer oluşturmada koreografi çok yoğun olmamakla
beraber beden hareketleri, ses, jest ve mimikler sahneleme için belirleyici
ögeler haline gelmektedirler; çünkü icra edilen her bir hareketin lokal bir
tınısı olduğundan içinde varlıklarını dışa vurdukları toplumun izleri ve
yaşanmışlıkları hatırlatılır. O yüzden seyirci hafızasını yoklarken aynı
zamanda beden hareketleri üzerinden düşünmeye de sevk eder kendini. Bir nevi
kendi varoluşsal sancısını yaşar bu hareketler aracılığıyla. Kullandıkları dil,
yani Kürtçenin kendine özgü dilsel göstergeleriyle de bunu iyice belirgin hale
getirir. Ayşe Uslu’nun makalesine atıfta bulunduğumuz şu kısım, bağlamımızın
üzerindeki muğlaklığı ortadan kaldıracaktır:
‘’Gerçek hafıza, jestlerde,
alışkanlıklarda, sözsüz geleneklerle nesilden nesle aktarılan becerilerde,
bedenin kendinde var olan kendi-bilgisinde, reflekslerinde, yerleşmiş
hafızasında kendine yer bulur. Buna ek olarak, denilebilir ki, hafızanın bedene
dayalı olması onun bireysel psikolojik süreçlere indirgenmesini gerektirmez,
daha ziyade toplumsal bir oluşa dahil edilebilir olduğunun işareti olarak
okunabilir.’’ (Uslu, 46)
Öte
yandan oyuncuların ağzından çıkan kelimeler sese dönüşerek kendine özgü bir
forma bürünmektedirler. Her ne kadar seyircilerin büyük çoğunluğunun Kürtçe’ye
vakıf olsa da oyun bitimi sonrası yapılan söyleşide oyun dilinin ağır olduğu
yönündeydi. Kullanılan dilin ağdalı ya da süslü olduğu gerçeğinden öte yönetmenin
öne sürdüğü sav daha elle tutulur bir hal alır. Zaten asıl gayesi, yukarıda
ifade ettiğimiz üzere seyircilerle birlikte bu performansı deneyimlemekti. Zira
bunu yapmaya çalışırken de dilin ahengine kapılıp romantize edilmesini engellemekti.
Burada ses sadece yazılı metni iletme
aracı değildir. Sesin kendine has tınısını duyarız. Zaten seyirciye doğrudan tesir
edilmek istenen de bu sanki. Öyle ki bizzat yönetmenin kendisi, oyundan hemen
sonra bu durumu dile getirmiştir. ( Fischer, s.29)
Bu açıdan
bakıldığında yönetmen amacına ulaştı mı sorusu zuhur ediyor. Zira seyircilerden
gelen eleştirilerden bazılarının da dilin belli bir yüzdesini anlayamadıkları hususundaydı.
Buna sebep olarak da kullanılan dilin içindeki yabancı kelimelerdi. Sonuçta
metin XVII. yüzyılın sonlarında yazıldığından çağdaşı olan diğer eserler gibi
birçok Arapça ve Farsça kelimeyi barındırır. Dolayısıyla seyircinin
hatırlayamadığı kısım bu diyebiliriz. Mirza Metin, kendisiyle yapılan bir
röportaja şunu söyler:
‘’Kürtler
oldukça angaje bir toplum. İdeolojik yapıları çok güçlü. Siyasi partilere çok
yakınlar. Benim de bir sanatçı olarak düşüncem o ki; sanat siyasi ve ideolojik
müdahalelerden ne kadar uzak olursa o kadar özgür olur. Dil bu anlamda başat
bir özelliğe sahip.’’ ( https://www.rudaw.net/turkish/culture-art/27052021)
Tekrar sahneye dönecek olursak; sahnelenen mesnevi
her ne kadar aslına uygun uygulanmaya çalışıldığını söylese de Metin, sahneleme
açısından tamamıyla farklı bir noktaya evirilmektedir; çünkü mesnevinin genel
amacına baktığımızda dinleyen kişileri bütün dikkatlerini hikâyeye çekip onları
sihirli bir yolculuğa çıkarmaktır. Bu yolculukta da dramatik olay örgüsü
kurulmaya çalışılır. Dengejler de bunu esas alarak anlatır zaten. Hakikat böyleyken
yönetmen, sahnelemede bunun tam tersini gerçekleştir; çünkü seyircilerin olayın
akışına kapılacağı noktalarda zaman zaman yabancılaştırma efektine başvurarak
bu dramatik örgüyü kırmaktadır. Mesela Mem ile Zîn’in ellerini kullanmadan ağızdan
ağza elmayı ısırdıkları sahnenin sonunda öpüşme, diğer bir deyişle kavuşma
gerçekleşmeden yere yığılırlar. Burada hem seyircinin beklentisi kırılmakta hem
de yönetmen durumu duygusallıktan azade başka bir yere taşımaktır. Özellikle
kullanılan müziğin seyirciyi bu durumdan iyice uzaklaştırmaktadır.
Yukarda çerçevesini çizmeye çalıştığımız göstergeler,
özellikle elma ve buğday oyundaki atmosfere
estetik bir görüntü katsa da bütünsellik açısından tam tatmin etmemektedir. Elmanın
gösterge olarak içinde bir sürü anlam barındırdığı bir gerçek. Şöyle ki; ilk günahla
ilintili olarak görülmesinin dışında mitlerde ve kutsal kitaplarda bu anlam
başka bir şeye dönüşmektedir. (AKYILDIZ ERCAN, s.1045)
Mem û Zîn karşılıklı olarak elmayı ağızlarıyla
paslaşmaları eksantrik bir görüntü çizmektedir. Birkaç paslaşmadan sonra elmayı
ısırırlar. Bu esnada arkada yerleştirilen davullar ve bu davulların üzerine
serpilen buğday taneleri atmosferi mistik bir hale dönüştürür. Tokmakların
davula vurulmasıyla buğday taneleri adeta dans edercesine havalanarak bu
mistisizmi iyice kızıştırır.
Sesle uyum sağlamaya çalışan buğday yerlere
saçılarak sonsuz bir tarlayı çağrıştırır. Şüphesiz elma ile buğday her toprağa
ve iklime uyum sağlayan iki türdür. Tıpkı aşkın dilinin her toplumda aynı
olduğu gibi. Diyebiliriz ki aşk sadece dille değil duygularla da beslenir. Mem ile Zîn’in imkânsız aşkı gibi. ‘’Aşk o zaman aşk değil midir zaten?’’ .
Nihayetinde her imkânsız aşk gibi Mem ve Zîn kavuşamaz
ve performans bir daire çizercesine başladığı yere dönüş yapar. Bir bakıma
doğum-yaşam ve ölüm döngüsü gerçekleşir. Mirza Metin, yazılı metindeki klasik
anlatımı sahne tasarımı ve müzik efektleriyle ters yüz eder.
Yukarıda
anlatmaya çalıştığımız hususların yanında Mirza Metin’in yaptığı ışığın atmosfer
oluşturmada önemli bir yer tuttuğudur. Kırmızı ve mavinin ağırlıklı
kullanıldığı ışıklar, mekânın da el verdiği
koşullar bağlamında kullanılan mekanizma seyircilerin görebileceği noktalarda
yani sahnede yer alır. Geleneksel ışıklandırmanın dışında sahnenin bir
parçasıymışçasına tasarlandığında oyunun gerçek değil de hazırlanmış oyun
olduğunu hatırlatarak oluşabilecek gerçekliği ortadan kaldırır. Oyuncuların
duvara yansıyan gölgeleri ise alışagelmiş sahnelemelerin dışında kaçınılmaz
bayağılıktan uzaklaştırır atmosferi. Tüm bu yönleriyle Mirza Metin’in elinden
çıkan bu oyun, seyirciye giden yolda çok önemli bir adım atmaktadır.
Son
olarak; böylesine güçlü bir eseri kendine özgü estetik bir biçimle başarılı
veya başarısız sahneye taşıması seyirciye yeni bir deneyim yaşama fırsatı sunmaktadır.
Bu cesaretinden dolayı başta kendisine ve oyuncularına teşekkür eder,
alkışlarının bol olmasını dileriz. Bir oyunda başarılı veya başarısız olma
ölçütünü ne belirler veya nasıl belirlenir? Sorusuyla bitirmek istiyoruz. Erika
Fisher - Lichte’nin dedi üzere …’’başarılı
ya da başarısız olarak görülmesi gerektiğini kim iddia edebilir ki?’’
Harun Aktaş
15.06.2022
Kaynakça
·
AKYILDIZ ERCAN,
Cemile, Söylencelerde ve Masallarda Elma
Sembolü Atatürk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Eylül 2017 21(3): 1043-1060
·
Çelik, Yavuz, Epik Tiyatro Neden ve Nasıl Yabancılaştırır,
Sanat Dergisi
S. 2
·
Fischer – Lichte, Erika, Performatif Estetik, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2016.
·
Kan, Burcu, Ritüele Dönüşten Kültürlerarasılığa: Peter
Brook’un Sahne Uygulamalarındaki İzdüşümleri ve ‘’Mahabarata’’, Sahne ve
Müzik Eğitim - Araştırma e-Dergisi, 2019, S.8
·
KINAY CİVELEK,
Nilay, Mem û Zîn Mesnevisinde Ahlaki
Değerler Üzerine Bir İnceleme, Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, C. 8. S.1.
·
TEK, Ayhan, Mem û
Zîn ve Hüsn ü Aşk Karşılaştırması Bağlamında Klasik Kürt ve Türk Edebiyatı
Üzerine Notlar
·
TOĞUŞLU,
Arzu, Algılama ve Aktarmada Niyet: Bir Tiyatro Oyununun İletişimsel Yapısı,
İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tanıtım ve Halkla İlişkiler
Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2004
·
XANİ, EHMEDÊ, Mem û Zîn, Türkçesi : M. E. Bozarslan,
GÜN YAYINLARI, İstanbul - 1968
·
Uslu, Ayşe, Hafıza ve Geçmişin Talebi Olarak Tarih
Arasındaki Ayrım, ViraVerita E-Dergi, Sayı 3.
·
https://www.rudaw.net/turkish/culture-art/27052021
E.T. 05.06.2022
·
Kullanılan fotoğraflar
https://sermola.com/en/show/mem-zn/ sitesinden alınmıştır. E.T.12.06.2022
·
https://tiyatrodergisi.com.tr/merve-enginin-konugu-almanyadan-mirza-metin/ (E.T. 18.06.2022)