26 Ocak 2025 Pazar

Esrik Rüyâlarım Yahut Neden Yazıyorum*

 



Bu başlığı niye attım ya da bu soruyu neden soruyorum? Bunları söylersem ayıplanacakmışım gibi zavallı bir korku var üzerimden atamadığım. Arkadaşlarımın benimle paylaştıkları sırları ifşa etmek gibi. Sırlarına sadık kalacağımdan emin olsam da böyle hissederim. Ama bu soruyu da sormak istiyorum her defasında kendime. Size diyemiyorum; çünkü içinde bulunduğumuz şu melun günlerde parçalanmış bu sorularla muhatap olun istemiyorum. Bir kaybedişin kılıf bulma gayesinden hallice.  Emin olamadığım bir mesele de şudur; Ben yazar mıyım? Sorduğuma göre, cevabın da muhatabı benim. Şüpheyi her zaman hafızamın bir köşesinde saklı tutarım çünkü. Basılmış, okunabilecek bir kitaptan bile yoksunum sonuçta. Yabana atılacak bir cümle değil kurmaya çalıştığım bu cümle. Kelimelerle aram fena sayılmasa da suyu bulandırarak soru değiştirerek soruyorum: ben şair miyim? Bakmayın, hoyratça kelimeleri savurduğuma, kabuğu ortadan kırılmış faili meçhul bir ürkeklikle boğuşuyorum kelimelerle.  Ama öte yandan on dokuz yıldır düzenli olarak tek yaptığım eylem olduğu da bir hakikat. Bu eyleme şahit olanların isimlerini saklı tutarak söylüyorum tabii.  Ağzımda ne geveliyorum o zaman, ne ima etmeye çalışıyorum? Beni anlamadıklarını ya da neden birçokları gibi okunmuyorum demek mi istiyorum acaba? Şimdi buna hayır, böyle bir düşünceden çok uzaktayım desem inandırıcı gelir mi size kelimelerimin astarı. Bu ikisi değilse de ne?

Sorduğum soruya cevap verişimi başka neyle izah edebilirim? Hadsizlik, bilmişlik edasına girmek değildir de nedir bu? Gene soruyla karşılık veriyorum gördüğünüz üzere. Hayata karşılık veremeyen şu kendini bilmezin söylediklerini işitiyor musunuz? Kusura bakmayın, şunu söylemeden edemeyeceğim; Georges Perec’in “Doğdum” kitabını okumuş olmasaydım bu yazıyı da yazmayacaktım. Sanırım böyle bir derdimiz de olmayacaktı. Fakat iyi yazarları okuyunca insana öyle bir özgüven saplanıyor ki sormayın. İyi ki bu yazarı okuyorum, demekten başka çare bırakmıyorlar size. Doludizgin atı dizginlemekten daha zor bir uğraş bu.  Eğer bunu sayıklamak bir kabahatse suçlusu da az önce adını itiraf ettiğim yazarın bizatihi kendisidir. Tutanaklarda böyle geçsin isterim. Yazarın yaşadığı onca acıdan sonra bu şuursuzluğu yapmaktan men ediyorum kendimi. Kaldı ki bu yazar kadar cesur değilim;  yazarın adını veriyor olmam yazdıklarıma makul bir kılıf dikmekten kaynaklanıyor. Onun arayışlarının yanında benimkisinin adı bile okunmaz nihayetinde. Geçmişimize şahsi bir not bırakmak da diyebiliriz. Buraya kadar yazdığım her kelimeyi okumadan silmeyi tasarladıysam da doğrusu kıyamadım, zira duygusal olarak bu kadar yükselebileceğim başka bir gece daha yakalayacağıma ihtimal vermedim ve vazgeçtim silmekten. Bu fikri uzaklaştırdıktan hemen sonra başlığın haddinden fazla büyük anlamlar barındırdığı gerçeği gözüme çarptı. George Orwell’ın “Neden Yazıyorum” makalelerinden oluşan kitabının ismi yanım sönüp duruyordu karşımda. Bu kadarını da yapmak fazlaca küstahça olurdu çünkü. Aslında yazmak, tam böyle bir şey işte; küstahçadır. O yüzden başlığa da dokunmadım, dokunmuyorum.

 Ne yazarsanız yazın, yazdıklarınızı hep başkalarının aşkıyla kıyaslarsınız ve bu kıyas sizi hep dibe çeker. Siz yapmasanız da birileri yapar, haklı olarak.  O kadar yüksek bir yerlerdedirler ki bu isimler ne yazarsam yazayım onlara erişemeyeceğim düşüncesi sizi en olmadık yerinizden kanatır. Döktüğünüz her kelimeyi içinize atarken yutkunarak gökyüzüne bakarsınız.  Hıçkırık gibi bir şeydir bu. Boğazınız düğümlenerek devam edersiniz yaranızı sarmaya. Her şeye rağmen dışarıda sizi anlayabilecek bir göz ararsınız.  “Yazmasaydım deli olacaktım” diyen Sait Faik’i hatırlarsınız belki de. Hah işte birazdan diner bu acı, diye kendinizi avuturken buldum derken, nafile, bu da derman olmaz derdinize.

Bu sefer, yazıyorum da ne oluyor, dersiniz, ki azımsanmayacak kadar çoktur “bu seferler”. Bari dergilerde yazdıklarım yayınlansın, belki geçer bu acı dersiniz; sonra gayret edersiniz bir şekilde yayınlanır. Kitaptan bahsetmiyorum bile. Hiçbir şeyin değişmediğini fark edersiniz. Yazmak bu değildir çünkü. Bir şey’e bağımlılık duymak gibidir yazmak, neden yazdığınızı bilemezsiniz, ama o şeyi istediğinizi hissedersiniz. Mantıklı bir cevap da aramazsınız. Bu esrik hallere mantıksal cevaplar aramak zaten saçmadır.  Kabahatler kanununda kendine kalınca yer bile bulur, biraz zorlasak.

Bu yazıdan önce onlarca yazı var başladığım. Öyle büyük bir arzuyla başladım ki her birisine, yazdıkça o arzunun sönüşüne ayak uydurur ve yazmayı bırakırdım. Şimdi ta baştan kurmaya çalıştığım bu yazının çatısını yarım bırakmadan yayınlıyorum.

 Bu satırlar yayınlandığında ise dünya dönmeye devam edecek yine, birileri yine utanmayacak yaptıklarından, ne yazık ki birilerinin ihmalleri yüzünden yine birileri ölecek ve yine suçlu görünmeyecek ortalıklarda. Neden yazıyorum, diye sordum da neden rüyâlarımdan bahsetmedim?  



12 Ocak 2025 Pazar

“HardLove”un Cinsel Objesi




İçimizde tarifi zor ağrılarla yaşarız çoğu zaman ve değil başkaları kendimizden bile saklamaya çalışırız. Örteriz yaralarımızın üstünü yani. Anlatmamak ya da anlatamamak arasında boğuşarak içimizdeki kırıkları kanatmayı da göze alırız. Bazen duygularımızı zorlayıp anlatmaya ikna ettiğimizde de karşımızdakinin bizim gibi ağrılarının olmadığını fark ettiğimizden hemen oracıkta vaz geçeriz gırtlağımızdaki harflerin beyhude çıkmasına. O mazbut ağrıları kabul edip onlarla yaşamaya çalışırız. Bu ağrılar öyle ağırlaşır ki böğrümüzde, onları taşımaktan iflahımız kesilir yine de anlatmak gelmez içimizden, direniriz buna. Ta ki hiç ummadığımız o kişi bir yerde karşımıza çıkana dek. Nasıl olduğunu bilemesek de iyi hissederiz yanında. Açarız kalbimizi, belki de ağlarız diz dize. İşte, “HardLove”, içimizdeki kırıklara dokunan böylesine bir oyun. Hızlı bir giriş oldu sanki. “HardLove”, neyin nesidir peki? Başta buna açıklık getirelim ki sözlerimizin de bir karşılığı olsun. “Artalan Kolektif”te Anıl Can Beydilli’nin yazıp yönettiği ve nihayet geçenlerde Barış Manço Kültür Merkezi’nde seyretme fırsatı bulduğumuz, adıyla müsemma, iddialı hard bir oyun. Bu tek perdelik oyunun özetinde de belirtildiği üzere barda tanışan iki kişi sevişmek için eve gelir. Görünen o ki, eve geliş sebepleri de bellidir; sevişmek. Sahneye girer girmez bu yöndeki arzularını birbirlerine örtük bir şekilde ifade ederken ilerleyen dakikalarda kabuğunu kırmak için de üzerine üzerine giderler. Aslında her şeyi ifşa ederek dışa vururlar duygularını, desek daha uygun bir söylem olur. Akış devam ederken de adrenalin hormonu devreye girerek düşüncelerden ziyade bedenlerin çarpıştığı anlara odağımızı çevirmemiz gerektiğini hatırlatır bize. Her şeyin çıplak olarak anlatıldığını düşündüğümüz anda ise gerçeği yüzümüze vurur ve pek âlâ yanıldığımızı söyler iki karakter de: anlaşmadan sevişmeyelim. (Sıla’nın ‘sevişmeden uyumayalım’, şarkısı sanki bu oyun için yazılmış, tüm dizeler o kadar yerine oturuyor ki, hayret)

Öyle ki; karakterlerin gerçek adı ne, ikisi ne iş yapar, nerede, nasıl yaşar gibi bilgileri yazar bizimle paylaşmaz bile. Önemli de değildir zaten, özellikle oyun kişileri için. Paylaşmak istedikleri başka şeyler çünkü, bizi ilgilendirmeyen türden. Herhangi iki kişi, herhangi bir odada sevişmek istemektedir, o kadar. Mı? Bu yüzden isimler, birer göstergeden başka bir şey değildir. Ahmet ile Ayşe’dir onlar, ama başkaları da olabilir bunlar. Varsayalım ismimiz budur dercesine bilinmezliğe sürüklerler bedenlerini, düşüncelerini. Buna inanıp inanmak da bizim sorunumuz olarak kalır cebimizde. Bu isimlerin çağrıştırdığı ironinin bizi götürdüğü yer de belli hem. Eylemlerin ve sözlerin anlam kazandığı odanın içinde yaşananlardan başka isimlerinin hiçbir önemi olmaz nasılsa. Bir oda, iki beden ve yüzlerce kelime ve hareket. “Hiçbir şekilde öylesine yaptım, öylesine çıktı ağzımdan” dememek için dikkat etseler de o hataya düşerken bulurlar kendilerini.

“ben senin ne istediğini bir anlasam.”
“daha güçlü şeyler istiyorum”
“cinsel obje olarak gördüğümü düşünüyorsun”
“ya senin adın neydi”
“ hiç fark etmez bu saatten sonra”

Zira söylendiğinde ya da yapıldığında aralarındaki iletişimin nasıl evirildiğini anlamak adına yukarıda alıntıladığımız sözler ne demek istediğimizi açıklar niteliktedir. Diyaloglar biraz da bu ritimle ilerler aslında: Tik tak. Tak tik. Sonra hareket. Yanlış anlaşılmalara sebep olabilecek bir ritim. Ritim demişken Aristoteles, ritmin insan davranışlarını ve ruh hallerini etkilemekle beraber değiştirdiğini de belirtir. Bu ritimlerin bazıları, insanları sakinleştirdiğini bazılarınınsa dengelerini bozduğunu da söyler. Bu oyun için o kadar geçerli bir niteleme ki bu. Karşılıklı olarak yaralarını deşerken (bazı durumlarda mahsus) ne denli acı duyduklarını davranış ve sözlerindeki o ritimle görürüz. Bu arada, söz konusu hesaplaşmaların asıl nedeni tam anlamıyla açıklanmadığı ve dahası üzerinde durmadıklarından mı bilinmez yeterince anlaşılabildiğini söylemek güç. Böyle düşünmemizin haklı sebebini de çatışmanın yeteri kadar “hard” olmadığına bağlayabiliriz belki.

Karakterlerin söz ve jestlerindeki komik ögeler işlevselliğini yerine getirerek seyircide karşılık bulurken, ne yazık ki hayatlarına dair ruhsal pürüzlerin anı kurtarmaktan öteye gitmemektedir. Geçiştiriliyor gibi, daha çok bunu sonra konuşalım cinsinden. Trajikomik unsurların ortalıkta dolandığı bir hikâye diyerek dengeyi sağlayabiliriz belki. Hemen hafızamızı zorluyor ve acaba bu duygusal gelgitlerin sebebi alkol ve bir türlü zirveye çıkamayan cinsel bağımlılık mıydı? Fazla mı mübalağa ettik acaba? Yoksa rahatlamak için çaba gösteren, her defasında kesintiye uğrayan ve bir türlü doyuma ulaşamayan anların içinde dolanıp durmalarını başka neyle izah edebiliriz ki? Ya da gece bittiğinde hiçbir şey yaşanmamışçasına kaldıkları yerden devam mı edecekler yoksa var olan yaralara bir yenisini daha mı ekleyecekler? Bu sorular belleğimizde dursun şimdilik.

Ahmet’i oynayan Atakan Yılmaz’ı oyundan yarım saat önce dışarıda görüp sonrasında sahnede büründüğü karakterle karşılaşmak gerçeklik algımızı kısacık da olsa sarssa da toparlayabildik. Oyun değil de gerçekten odasını dikizliyor gibi hissettik. Yatak odasını gördüğümüz kaç oyun var ki izlediğimiz. Böyle düşündüğümüz için ayıplanmayız umarım. Ahmet’in gizli yaralarına inandırabilmesi karaktere ne denli inandığının göstergesiyle açıklayabiliriz sanırım. Kendini oynamak gibi bir şey herhalde. Yalnız oyundaki önemli diyebileceğimiz bir sahnede Ahmet’in karnına aldığı bıçak çiziğinin üzerinde durmaması, gerçeklik duygusuyla baktığımızda bunun gözden kaçan bir ayrıntı olarak kabul edebilir miyiz? Bir karşılığı varmış gibi durup sonrasında bu acının sönüp gitmesini bu şekilde açıklayabiliriz ancak. Bununla beraber; karakterlerin aydınlandığı diğer bir deyişle korkularını aştığı, gerçekten anlatmaya başladıkları sahne olması açısından son derece önemli bir yerde konumlanmakta sahne.

Bir de Ahmet, anladığımız kadarıyla titiz olan biridir; ancak yatağını dağınık bir vaziyette bırakıp dışarı çıkmasını es geçebilir miyiz? Bu ufak ayrıntıların göze battığını söylememizde bir sakınca yoktur umarım. Tuğba Sorgun’un Ayşe’si ise daha ilk dakikalarda eve geliş niyetinin seks olduğu çok açık. Bu tür rollerin bıçak sırtında olduğunu söylemeye lüzum yok. Dengeyi bulmadığınız anda dağılabilme ihtimaliniz yüksek olabiliyor çünkü. Yine de Ayşe karakteri kabuğunu tam kırmadığını, cinsel arzularını yeteri kadar dışa vurmadığını da belirtmek gerekir. Özellikle fantezisini anlattığı sahnede çıkarmak istemediği kişi de gösterdi bize. Bu açıdan her iki oyuncunun hakkını teslim etmeliyiz, sözlü iletişiminin yanında bedensel iletişimleri de uyum içindeydi. Daha vülgarize tabirle müthiş bir ikiliydiler.

Duyguları kanırtmadan çerçeve içinde kalıp hareket tasarımına odaklanmalı en iyisi. Özellikle yatak üstünde ahenk içinde yaptıkları o hareketlerin estetiği bu cümleyi kurmamız için yeterli bir sebep. Müzikal ve müzikli oyunları bir kenara koyacak olursak sürekli yürüyerek bir şeyler anlatan oyunların arasında yatakta bile hareketli bir oyun tercih etmek başlı başına bir duruş göstergesi. Kolaya kaçmamaktır bunun adı. Bu yüzden hareket tasarımını yapan Gülnara Golovina büyük bir alkışı hakkediyor doğrusu, hani yemeğe lezzeti veren ve adını bir türlü bulamadığımız baharat gibi olmuş. Harekete bağlı olarak müziğin ritmi de unutulmamalı. Oyuncu olarak tanıdığımız Mekin Sezer ve Arkadaş Deniz Koşar’ın müziği, hareketlerin pürüzsüz çıkmasını sağlamakla beraber adeta bir bara giriyormuş hissi verdi. Bu söylediklerimizin tamamını kendi içinde toplayan dekor tasarımı sade olsa da ve bütünsellik açısında tamamlayıcıydı. İlk başta bir yataktan ibaret olduğunu düşündüğümüz dekor, oyunda en müzik ve oyuncular kadar sözü olduğunu bize göstermiş oldu. Tabii hemen aklımıza neden yatağın yastıkları yok, sorusu geldi? Bu da bir sorun mu? Eğer sadece bir odadan ibaret ise ve bu da bir yatak odasıysa bunun da bir sorun olduğu aşikâr. Duvarda asılı olduğunu varsaydığımız (sahnede yukarıdan aşağıya bir zincirle sarkık) boş çerçevelerle uyum sağlaması için bırakıldı, denilmez herhalde. Son olarak; keyifli ve eğlenmek için bir oyun mu arıyorsunuz, işte size “HardLove”. Gerisi sadece nümayiş.




*
– Arıcı, Oğuz, Oyun Metinlerinde Ritim: Bir Örnek Olarak Molière’in Cimri’sinin Ritimanalizi, Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü Dergisi, S.35.
– Fotoğraf: https://tiyatrolar.com.tr/tiyatro/hardlove (E.T. 12.12.2024)

 

 


Şair Orhan Veli Öldü Diyorlar

 


Bu kadar dalgın duracak ne var, diyorum kahrolası yalnızlığımla baş başa kaldığımda. Sonra buruşuk kelimeler araya giriyor, onda da saç diplerim huysuzlaşıyor. Anlayacağınız, susturamıyorum kafamın içindeki büyük bir kabahat işlemişçesine sus pus olan düşüncelerimi. Zamansa akmaya devam ediyor marifetmiş gibi. Bu çarpık düşüncelerimin sebebinin  bitirdiğim bir kitaptan kaynaklandığını sizi ikna etmeye çalışmayacağım. Apaçık ortada her şey, ne desem iflah olmayacak da zaten. Mesele şu ki; Orhan Veli’nin “Bütün Yazıları” adlı deneme kitabını bitirdim. Bakmayın bitirdim deyişime, satırlar dolaşmaya devam ediyor etrafımda.  Ülkü, Varlık, Yaprak gibi dergilerde çıkan yazıları, söyleşileri Can yayınlarının 2021’de derleyip bastığı beyaz kapaklı bir kitap bu. Üç yüz 90 dokuz sayfa.

Kitabın içindeki ilk yazı 1941 tarihli. Adı size çok tanıdık gelecektir: Garip. Özetle şunu diyor: “şiiri şiir yapan sadece edasındaki hususiyettir; o da manaya aittir.”  İkinci yazı da; “Sanat için sanat”. Birçok alana dair yazılar içerse de en çok şiir ve sanattan bahseder. Tabii evvela şunu söyleyelim; şiire 11-12 yaşlarında başlıyor. En çok sevdiği şiirlerinden biri “Sere Serpe”dir. Peyami Safa ve Halit Ziya Uşaklıgil’in eserlerinden pek haz etmez. Halikarnas Balıkçısı ve Mahmut Makal’ı fevkalade sever. Beykoz’da doğdu. Galatasaray Lisesini ve Felsefe bölümünü yarıda bıraktı. 28 sayı Yaprak dergisini çıkardı. En meşhur öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Ankara’da düştü, İstanbul’da son nefesini verdi. “Aşk Resmi Geçidi” son yazdığı şiirdir, o da ceketinden çıktı.  Aşiyan mezarlığına defnedildi. Abidin Dino, mezarını şaire yakışır biçimde tasarladı. Yıllar sonra Rumelihisarı’nda heykeli yapıldı, bir martıyla beraber. Birkaç kez martı çalınsa şimdilerde ikisi de boğaza bakıyor.

Orhan Veli öldü, diyorlar durmadan. Bu dı-du-dü ekleri o kadar merhametsiz ki ne söylesem yarım kalacak duygusu sözlerimin. Güzel ve iyi şeyleri arkamızda bırakıyorlar hep bu ekler. Kötü hatıralardan bahsederken de bu böyledir. Orhan Veli öldüğünde 36 yaşındaydı, bu satırları yazansa şimdi otuz altı yaşında. Hangimiz daha kekre?

Fakat kitabın sayfalarını atladıkça bitecek şeyin sadece kitap olmadığı gerçeği yüzüme çarpıyor. Şairin ölümüne çevirdiğim her sayfayla beraber biraz daha yakınlaşıyormuşum hissi ağır basıyor çünkü. Şair Orhan Veli’nin ölümüyle yüzleşmek istemiyordum sanırım. Böyle de yatılmaz ki, diyecek birini bekliyordum belki de. Başımı kaldırıp göğe bakarsam da gerçek değişmeyecekti. Orhan Veli Öldü, diyecekler. Yazdıklarından nahif bir şahsiyet olduğu hemen anlaşılıyordu. Öyle ya bir şairden başka ne beklenir ki başka. Tek satırla geçiştirilen ölümü bende hassas hisler uyandırması bu yüzdendir belki. Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın yanında bankta oturan üçüncü arkadaşı olmak için çok geç kaldım. Süleyman Efendi’nin nasırı vardı, benimse hiçbir şeyim. Şişede balık bile değilim nihayetinde. Yazık oldu bana. Satır aralarında duraklarken son sayfada öleceğini, öldüğünü bilecek olmam beni kahrederken kısa bir sallantı geçiriyor hafızam; şairin hayatı şiire dâhil olduğunda şiirler işte o zaman tamamlanıyormuş meğer.  Bunu belleğime kaydedip öyle devam ediyorum yoluma.

Neden içim hâlâ buruk peki? 

Bu yazıyı duygularımla ağlak bir hale getirerek mübalağa sanatını dehşetle kanırtmamak için direniyorum. İyi ama böyle de ölünmez ki. Gene de bu kitaptaki birkaç noktaya değinmeden alamıyorum kendimi. Ama yok bunun kimseye bir yararı olmayacak, özellikle de bana. Kitabı tanıtmak bana düşmez, bunun için de yazının başına geçmedim; kitaba çok kolay erişebilirsiniz sonuçta. Daha önce yapılan basımları da mevcut elbette. Kim bilir hiç beklemediğim yerde adına yine rastlayacağım; Orhan Veli öldü, diyecekler. Yalan, diyemeyecek kadar ürkek olduğumu hatırlayacağım ve vazgeçeceğim bu gayretimden.

Orhan Veli Öldü, ısrarla gözüme sokacaklar bu cümleyi. Kafam almayacak inatla. Bu garip gerçek, edebiyat kitaplarında yarım asırdır yer alıyor, bilime meydan okuyamazsın, diye haykıracaklar kitaplarında. Süleyman Efendi’nin nasırını gösterecekler haylaz çocuklar gibi. Kendisiyle yapılan bir röportajda “Bu dizeyi yazarken nasırınız var mıydı” diye soracaklar. İlk bakışta lüzumsuz bir soru gibi gelebilir; ancak soran kişinin niyeti aşikâr, özellikle bazı kızların merak konusu olduğu da eklenince bu soruya şaşkınlığımız bir kat daha artıyor; çünkü sorunun sahibi Sait Faik’tir. Orhan Veli de cevaben nasırı olmadığını; ama sonrasında o şiirin ahı tuttuğunu söyler. Süleyman Efendi’nin nasırı bir dizeden daha fazlası değil midir? Uzun bir süre yadırgansa da dillere pelesenk olur. Paul Verlaine’den çaldı diyen bile çıktı. Durmadan hep bir şey dediler hakkında. Hem toy şair dediler hem de hırsız.  Orhan Veli, yapılan aşağılayıcı eleştirilere sessiz kalmak istese de bazen kendini tutamaz ve alaycı dokunuşlarla had bildirir. Kendisini sert eleştirenlerden biri de Nurullah Ataç’tır. Bir mülakatta da kendisine yöneltilen bir soruya Orhan Veli’yi tanımadığını söyler, yok sayar kendince. Orhan Veli bu, durur mu hiç, yapıştırır cevabı? Bir elinde cımbız, bir elinde ayna, o da onu tanımadığını söyler. Altında müstehzi bir gülümsemeyle tabii. Meselenin iç tarafı başka, çünkü Nurullah Ataç, tanımadığını söylese de iyi bir şair olduğunu ikrar eder başka mecralarda. Orhan Veli de iyi bir eleştirmen olduğunu söyler Ataç için. Bu nasıl bir kafa dağınıklığı yarabbi anlamış değilim. Edebiyatçıların atışması, küskünlüğü de fiyakalı.

Derler ki; hayatında bir kere küfür etmiştir, o da iyi şairsin diyen Sait Faik’e; ‘’hadi oradan it”. Kaç şair övüldüğü için küfür etmiştir ki edebiyat tarihinde. Sayalım mı? Orhan Veli, öldü diyecekler bana, suskun kalacağım durduğum yerde. Şiir okurum ya da.

 

“ …Bir akşam uyudu;

Uyanmayıverdi.

Aldılar, götürdüler.

Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü…”