Kelimelerimi yutkunup betondan duvarlara yaslanan adamlara bakıyorum. Ellerim cebimde iniyorum merdivenlerden. Karşımda amansızca gördüğüm her şeyi bildiğimi sanarak, herkesi de tanıdığımı umarak zihnimdeki köhne çeperi yıkmaya gayret ediyorum. Susturarak gözlerimi kitaplığımı düzenlemeye ikna ediyorum ellerimi. Dışarısı kapkaranlık nasılsa. Pencereden yansıyan gölgemin yüzü benimkinden daha pürüzsüz. Tuhaf bir ikilem. Bir soytarılık gizli olsa da bu gece de radyoda, “California Dreamin” şarkısı ve ben yalnız bakıyorum duvarlara. Böyle ağır rutubetli nereye kadar gidebilir ki gece. Kafesin içinde tomris. Gagasında ahşap kırıntıları. Kitaplığı düzenlemeye devam ediyorum. Gözlerime naftalin kokulu ve yıpranmaya meyletmiş bir kitapçık çarpıyor. Çok tanıdık bir isim. Çok büyük dediğimiz o isim. Shakespeare’i anlatıyor. Shakespeare’i bilememek mümkün mü? Bir kabalık seziyorum sözlerimde. Kendisi hakkında hafızamız bize iki şık tanıyor zaten. İyi veya kötü. Kötü demek iyi demekse iyi demek de kötü demek nihayetinde. Macbeth’de okuduğumuz bu. Daha nicelerini okuduk da bunları sayfamıza sığdıramaya vaktimiz yetmez. Ailenin gurur kaynağıdır bir bakıma. Uzak, mesafeli, asil, bilgili, soylu, lord, kısaca on parmağında on marifet. Karşı komşunun annesinin işaret parmağıyla gösterdiği örnek bir şahsiyettir. Bak elin oğlu neler yazıyor neler dedikleri...bir o kadar da bazı yazar/şairlerin kıskandığı, ya da gıpta ettiği onun gibi yazmaya çalışıp ama bir türlü beceremedikleri bir efsane. Sözcükleriyle serenat yaktığımız bir İngiliz lordu olsa da hakikati yadsıyamayız.
Benimkisi sadece kırık bir hatırlatma. Yeni bir şey okumayabilirsiniz yani. Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu bir kasap çırağının dillerden düşmeyen efsanesidir. Efsaneleri ise kimse yıkamaz, vardırlar ve tarih her defasında onları yazar. Avuçlarımda can çekişen naftalin kokulu kitapçığa dönelim en iyisi: Walter Ellis’in “Shakespeare Efsanesi”.
Sacit Polater’in 1946’daki çevirisiyle okumaya başladığım bu eser, şöyle başlar: “Elizabeth devrinin dram müellifi Ben Jonson ve Şair Edmund Spencer, Wastminster Abbey’e gömüldü. Onların muasırı William Shakespeare 1616’da öldüğü zaman -sebebi fazla içmekten- kimse onun adını Shakespeare piyesleri ile hiçbir surette karıştırmadı.” s.5.
İşin özü ne hayattayken ne de öldükten sonra piyeslerinden
bir iz göremediğini aktarır bize. O devirde edebiyat tarihinde de sık sık
rastlanılan bir yaklaşımdan bahseder. Edebiyat tarihinde alışık olduğumuz bir durum. Edebiyatta
iz bırakan yazarlar ve kişilerin ardından mersiye ve şiirler yazmanın moda olduğu bir dönemde Ellis’in aktardığı kadarıyla Shakespeare’in ölümünden kimsenin haberi olmadığını,
elinden çıkmış hiçbir mektuba rastlanmadığını, ona yazılmış yalnızca bir mektup
olduğunu, o da borç para için yazıldığı yönündedir.
Çok iddialı, merak edici ve tartışma yaratacak ifadeler olsa da okumaya devam ediyorum:“Stratford köylüsünün bir şair olduğunu gösteren hiçbir mektup yoktur.”
Yazmakla kalmaz, yazı masasını bildiğine dair bir delilin
olmadığını iddia eder. Bilakis bunun aksini ispat eden delillerin daha çok
olduğu yönündedir. Tıpkı bir kasabın et dövmesi gibi serttir kelimeleri yazarın.
Bu yüzden, Ellis’in yaklaşımında bir ironi veya bir eleştiri olduğunu kabul
etmek çok safça olur. Bazı vurguları bu yaklaşımındaki tonunu hemen ele veriyor
zaten: “Stratfordlu kasap çırağı hakkında
bilinen dokuz on tane pek ehemmiyetsiz vak’a vardır”. s.6.
Mesela, ölümünden doksan sene geçinceye kadar hayatına
dair hiçbir malumatın ortaya çıkmadığına dair alıntıları da okuyoruz. Stratfordlular’ın
bir kahraman yaratmak için hemen faaliyete geçtiğini, bundan nasibini almak
isteyen emlak sahipleri de Henley Street’te Shakespeare’in doğma
ihtimalinin olduğu üç kulübe seçtiğini aktarır. Shakespeare’in aynı evde
doğmayacağından bir tanesinin yıktırıldığını ekler. Geriye kalan iki evin de dört
yüz sene önce o sokakta bulunan kerpiç evlerle hiçbir ilgisinin olmadığını
belirtir. Bu görüşü de şöyle açıklar: “Stratford
bir iki defa yıkılmasına rağmen bu evlerin aynı şekilde kalmasını kimse izah
edemezdi. Haliyle evler sahteyse içindekiler de sahte olacaktır.”
Stratfordlu
bir tarihçi M.R.B Wheler şöyle der: Shakespeare
doğduğunda başında çok okumuş kişi vardı. Sadece kültürlü birkaç kişi okuma
yazma biliyordu. Halk arasında edebi eserlere ilgi henüz uyanmamıştı. Macaulay
o dönem için yazdıkları ise şöyle: yunanca ve Latince okumasını bilmeyen bir
şey okuyamazdı. Modern dinlerin arasında sade İtalyan edebiyatı mevcuttu. Bütün
Stratford’da beş altı kitaptan başka kitap bulunmaması pek muhtemeldir. s.7.
Sayfaları çevirdikçe tartışmanın nereye varacağını
tahmin etmek çok zor olmuyor. Alışagelen efsaneyi alaşağı etmişçesine Ellis, Shakespeare’in yazdığı tüm eserlerin asıl
sahibinin Francis Bacon, olduğunu şöyle söyler:
“Shakespeare’in piyeslerinde
rastlanan bilgilerin “insanlığın en büyüğü, en akıllısı olan Bacon’ın izini
taşır. Bacon Fransa, İtalya ve İspanya’yı gezdi Avukatlıktaki güzideliği su
götürmez bir hakikat olup İngiliz ve yabancı saraylardaki tecrübesi inkâr
edilemez.” s.9-10.
Bacon, kendi adını neden gizledi ve böyle bir yolu
niçin tercih ettiğini sebepleriyle açıklıyor. Tarih kitaplarının yazdığı üzere
o dönemler oyun yazarlarına hiç hoş bakılmazdı. Ellis de bunu meslek olarak
kabul etmenin başlıca bir adilik olduğunu yazar. Dolayısıyla önemli bir mevkide
olan kişilerin kendi adını değil de başkalarının adını kullandığını yazar. Edebiyatta
çok sık rastladığımız tavır ne de olsa. Kitapçıkta okuduğumuz üzere Oxford
kütüphanesinin kurucusu Sir Thomas Bodley bile koleksiyonundaki oyunları “süprüntü”
olarak kabul ettiğini, Bacon ise seçkin cemiyetlere girdiğinden, önemli saray
kişileriyle görüştüğünden isminin bu şekilde anılmasını istemediğini aktarır. Bu
sebepler dışında Bacon’ın daha başka mazeretleri olduğunu eklemeyi es geçmez. S.10-11.
Ellis, bu mazeretleri sıraladıktan sonra şunları aktarır:
“Bacon’ın not defteri Promus, bugün
Bristsh Museum görmek kabildir. Bu defter İngilizce ve yabancı dillerden
mürekkep ibare ve zarif sözlerle dolu olup o devre ait yepyeni bir şeydir”. Not
defterindeki bazı cümleleri Kral Lear’de geçen cümlelerle kıyaslar:
Shakespeare :
Basamakta sendeleyen birçok kimseler.
Bacon : Basamakta
sendelemek.
Shakespeare :
fikir hürdür.
Bacon : Fikir
hürdür.
Shakespeare:
Gölgesiyle cenkleşmek
Bacon : Gölge ile
döğüşmek.
Shakespeare : Yapılan bozulmaz
Bacon : Yapılan şey bozulmaz”… s.14.
“Bu benzerliklerin ufak tefek olduğunu, bunun gibi daha
yüzlercesi olduğunu, her iki yazarın da güneşe ‘’Titan” dediğini yazar. s.15.
Shakespeare’in adına hiçbir şeyin kayıtlı olmadığını
ve devlet dairelerindeki memurların Shakespearle hiçbir zaman karşılaşmadıklarına
dair bilgiden de yoksun bırakmaz bizi. Bacon’ın kimliğini gizlemek için geçerli
sebepleri olduğunu; ama Shakespeare’in olmadığını yazar. Ellis, biraz
daha ileriye giderek:
“Müelliflerin çoğu kendi anladıkları şahıs ve
eşyadan bahseder ve kendi içinde bulunduğu muhitten ilham alır. Nasıl oluyor da
Stratfordlu okumamış bir köylü eserlerinin hemen her mevzuunu kral ve
saraylıların hayatından ecnebi saraylarından veya uzak yerlerden seçmiş.” s.16.
Ellis, bu kitapçığında yukarıda değindiğimiz birçok
ayrıntıya yer verdiği gibi eserler üzerinden de bir kıyasa gider. Kral Lear ve
Hamlet’te deliliğe doğru ilerleyişi Bacon’un
annesinin son günlerindeki akli melekelerini kaybedişini hatırlattığını söyler.
Kitapçığın sonlarında tarihleri arasında yaklaşık yüz yıl olmasına rağmen Shakespeare’in
birbirinden farklı iki büstünü de
paylaşarak teorisinde ne denli haklı olduğunu vurgular. Kitapçığın sonunda
yazdığı şu satırlar sanırım meramını iyice ortaya çıkarıyor: “Bu küçük broşürümüz delillerin ancak cüz’i
bir kısmını veriyor. Yoksa bu mevzu açıldıkça ciltler dolar. Delil delil
arkasından sökün eder…bir çok zeki insan ileride herkesin eğlencesi olmıyalım
diye bu iş üzerinde çalışmaktadır.”s.32.
Tabii bu işe sadece kendisinin kafa yormadığını, Amerika’nın da bu olayı epey araştırdığını öğreniyoruz satır aralarında. Öyle ki; Amerikalılar'ın İngiltere’nin bu kayıtsızlığına hayret ettiklerini yazar. O dönem, kelime hazinesi 300 olan ve üstelik kaba olan bir adamın Londra’ya gelerek, en alt sınıfın içinde üç-dört sene yaşayarak nasıl 15.000 ile 20.000 arasında kelime kullanarak dünyanın en büyük edebiyatını yapar, ayıptır günahtır, diyerek yüksek sesle bir soru sorar bize.
Gelgelelim bu teoriyi
savunan sadece Walter Ellis değil. Bu kitapçıktan bağımsız olarak; Mark Twain,
Friedrich Nietzsche, Georg Cantor, bu efsaneyle ilgili birkaç makale yazdığı apaçık
ortada. Shakespeare, Baconcular ve Stratfordcular olarak iki grup arasında bir o
yana bir bu yana elden ele dolaşmaktadır. Bu davanın en ilginç taraflardan
biri, 1916’da Chicago’da bir yargıcın Bacon’ın Shakespeare eserlerinin asıl yazarı
olduğuna karar vermesiydi. Baconcı teorisyenlerden Orville Ward
Owen ve Elizabeth Wells Gallup'un bir
adım daha ileriye giderek Bacon yani Shakespeare'in eserlerinde Elizabeth
dönemine ait şifreler olduğunu bile iddia etti. Bu iddiaların en tuhafı da Bacon'ın Kraliçe I. Elizabeth'in oğlu olduğunu söylemesidir. Bu iftira mı yoksa
bir aidiyet lüksü mü bilinmez ama efsane fena halde karmaşık. Peki, batı
cephesinde değişen bir şey yoksa siz hangi cephedesiniz?