15 Ekim 2024 Salı

"Stratfordlu Bir Kasabın Köylü Çırağı Ya da Bir Efsanedir Shakespeare"

 


Kelimelerimi yutkunup betondan duvarlara yaslanan adamlara bakıyorum. Ellerim cebimde iniyorum merdivenlerden. Karşımda amansızca gördüğüm her şeyi bildiğimi sanarak, herkesi de tanıdığımı umarak zihnimdeki köhne çeperi yıkmaya gayret ediyorum. Susturarak gözlerimi kitaplığımı düzenlemeye ikna ediyorum ellerimi. Dışarısı kapkaranlık nasılsa. Pencereden yansıyan gölgemin yüzü benimkinden daha pürüzsüz. Tuhaf bir ikilem.  Bir soytarılık gizli olsa da bu gece de radyoda, “California Dreamin” şarkısı ve ben yalnız bakıyorum duvarlara. Böyle ağır rutubetli nereye kadar gidebilir ki gece. Kafesin içinde tomris. Gagasında ahşap kırıntıları. Kitaplığı düzenlemeye devam ediyorum. Gözlerime naftalin kokulu ve yıpranmaya meyletmiş bir kitapçık çarpıyor. Çok tanıdık bir isim. Çok büyük dediğimiz o isim. Shakespeare’i anlatıyor. Shakespeare’i bilememek mümkün mü? Bir kabalık seziyorum sözlerimde. Kendisi hakkında hafızamız bize iki şık tanıyor zaten. İyi veya kötü. Kötü demek iyi demekse iyi demek de kötü demek nihayetinde. Macbeth’de okuduğumuz bu. Daha nicelerini okuduk da bunları sayfamıza sığdıramaya vaktimiz yetmez. Ailenin gurur kaynağıdır bir bakıma. Uzak, mesafeli, asil, bilgili, soylu, lord, kısaca on parmağında on marifet. Karşı komşunun annesinin işaret parmağıyla gösterdiği örnek bir şahsiyettir.  Bak elin oğlu neler yazıyor neler dedikleri...bir o kadar da bazı yazar/şairlerin kıskandığı, ya da gıpta ettiği onun gibi yazmaya çalışıp ama bir türlü beceremedikleri bir efsane. Sözcükleriyle serenat yaktığımız bir İngiliz lordu olsa da hakikati yadsıyamayız. 

Benimkisi sadece kırık bir hatırlatma. Yeni bir şey okumayabilirsiniz yani. Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu bir kasap çırağının dillerden düşmeyen efsanesidir. Efsaneleri ise kimse yıkamaz, vardırlar ve tarih her defasında onları yazar. Avuçlarımda can çekişen naftalin kokulu kitapçığa dönelim en iyisi: Walter Ellis’in “Shakespeare Efsanesi”



Sacit Polater’in 1946’daki çevirisiyle okumaya başladığım bu eser, şöyle başlar: “Elizabeth devrinin dram müellifi Ben Jonson ve Şair Edmund Spencer, Wastminster Abbey’e gömüldü. Onların muasırı William Shakespeare 1616’da öldüğü zaman -sebebi fazla içmekten- kimse onun adını Shakespeare piyesleri ile hiçbir surette karıştırmadı.” s.5.

İşin özü ne hayattayken ne de öldükten sonra piyeslerinden bir iz göremediğini aktarır bize. O devirde edebiyat tarihinde de sık sık rastlanılan bir yaklaşımdan bahseder.  Edebiyat tarihinde alışık olduğumuz bir durum. Edebiyatta iz bırakan yazarlar ve kişilerin ardından mersiye ve şiirler yazmanın moda olduğu bir dönemde Ellis’in aktardığı kadarıyla Shakespeare’in ölümünden kimsenin haberi olmadığını, elinden çıkmış hiçbir mektuba rastlanmadığını, ona yazılmış yalnızca bir mektup olduğunu, o da borç para için yazıldığı yönündedir.

Çok iddialı, merak edici ve tartışma yaratacak ifadeler olsa da okumaya devam ediyorum:“Stratford köylüsünün bir şair olduğunu gösteren hiçbir mektup yoktur.”

Yazmakla kalmaz, yazı masasını bildiğine dair bir delilin olmadığını iddia eder. Bilakis bunun aksini ispat eden delillerin daha çok olduğu yönündedir. Tıpkı bir kasabın et dövmesi gibi serttir kelimeleri yazarın. Bu yüzden, Ellis’in yaklaşımında bir ironi veya bir eleştiri olduğunu kabul etmek çok safça olur. Bazı vurguları bu yaklaşımındaki tonunu hemen ele veriyor zaten: “Stratfordlu kasap çırağı hakkında bilinen dokuz on tane pek ehemmiyetsiz vak’a vardır”. s.6.

Mesela, ölümünden doksan sene geçinceye kadar hayatına dair hiçbir malumatın ortaya çıkmadığına dair alıntıları da okuyoruz. Stratfordlular’ın bir kahraman yaratmak için hemen faaliyete geçtiğini, bundan nasibini almak isteyen emlak sahipleri de  Henley Street’te Shakespeare’in doğma ihtimalinin olduğu üç kulübe seçtiğini aktarır. Shakespeare’in aynı evde doğmayacağından bir tanesinin yıktırıldığını ekler. Geriye kalan iki evin de dört yüz sene önce o sokakta bulunan kerpiç evlerle hiçbir ilgisinin olmadığını belirtir. Bu görüşü de şöyle açıklar: “Stratford bir iki defa yıkılmasına rağmen bu evlerin aynı şekilde kalmasını kimse izah edemezdi. Haliyle evler sahteyse içindekiler de sahte olacaktır.”

Stratfordlu bir tarihçi M.R.B Wheler şöyle der: Shakespeare doğduğunda başında çok okumuş kişi vardı. Sadece kültürlü birkaç kişi okuma yazma biliyordu. Halk arasında edebi eserlere ilgi henüz uyanmamıştı. Macaulay o dönem için yazdıkları ise şöyle: yunanca ve Latince okumasını bilmeyen bir şey okuyamazdı. Modern dinlerin arasında sade İtalyan edebiyatı mevcuttu. Bütün Stratford’da beş altı kitaptan başka kitap bulunmaması pek muhtemeldir. s.7.

Sayfaları çevirdikçe tartışmanın nereye varacağını tahmin etmek çok zor olmuyor. Alışagelen efsaneyi alaşağı etmişçesine Ellis,  Shakespeare’in yazdığı tüm eserlerin asıl sahibinin Francis Bacon,  olduğunu şöyle söyler:

“Shakespeare’in piyeslerinde rastlanan bilgilerin “insanlığın en büyüğü, en akıllısı olan Bacon’ın izini taşır. Bacon Fransa, İtalya ve İspanya’yı gezdi Avukatlıktaki güzideliği su götürmez bir hakikat olup İngiliz ve yabancı saraylardaki tecrübesi inkâr edilemez.” s.9-10.

Bacon, kendi adını neden gizledi ve böyle bir yolu niçin tercih ettiğini sebepleriyle açıklıyor. Tarih kitaplarının yazdığı üzere o dönemler oyun yazarlarına hiç hoş bakılmazdı. Ellis de bunu meslek olarak kabul etmenin başlıca bir adilik olduğunu yazar. Dolayısıyla önemli bir mevkide olan kişilerin kendi adını değil de başkalarının adını kullandığını yazar. Edebiyatta çok sık rastladığımız tavır ne de olsa. Kitapçıkta okuduğumuz üzere Oxford kütüphanesinin kurucusu Sir Thomas Bodley bile koleksiyonundaki oyunları “süprüntü” olarak kabul ettiğini, Bacon ise seçkin cemiyetlere girdiğinden, önemli saray kişileriyle görüştüğünden isminin bu şekilde anılmasını istemediğini aktarır. Bu sebepler dışında Bacon’ın daha başka mazeretleri olduğunu eklemeyi es geçmez. S.10-11.

Ellis, bu mazeretleri sıraladıktan sonra şunları aktarır: “Bacon’ın not defteri Promus, bugün Bristsh Museum görmek kabildir. Bu defter İngilizce ve yabancı dillerden mürekkep ibare ve zarif sözlerle dolu olup o devre ait yepyeni bir şeydir”. Not defterindeki bazı cümleleri Kral Lear’de geçen cümlelerle kıyaslar:

Shakespeare : Basamakta sendeleyen birçok kimseler.

Bacon : Basamakta sendelemek.

Shakespeare : fikir hürdür.

Bacon : Fikir hürdür.

Shakespeare: Gölgesiyle cenkleşmek

Bacon : Gölge ile döğüşmek.

Shakespeare :  Yapılan bozulmaz

Bacon :  Yapılan şey bozulmaz”… s.14.

 

“Bu benzerliklerin ufak tefek olduğunu, bunun gibi daha yüzlercesi olduğunu, her iki yazarın da güneşe ‘’Titan” dediğini yazar. s.15.

Shakespeare’in adına hiçbir şeyin kayıtlı olmadığını ve devlet dairelerindeki memurların Shakespearle hiçbir zaman karşılaşmadıklarına dair bilgiden de yoksun bırakmaz bizi. Bacon’ın kimliğini gizlemek için geçerli sebepleri olduğunu; ama Shakespeare’in olmadığını yazar. Ellis, biraz daha ileriye giderek:

 Müelliflerin çoğu kendi anladıkları şahıs ve eşyadan bahseder ve kendi içinde bulunduğu muhitten ilham alır. Nasıl oluyor da Stratfordlu okumamış bir köylü eserlerinin hemen her mevzuunu kral ve saraylıların hayatından ecnebi saraylarından veya uzak yerlerden seçmiş.” s.16.

Ellis, bu kitapçığında yukarıda değindiğimiz birçok ayrıntıya yer verdiği gibi eserler üzerinden de bir kıyasa gider. Kral Lear ve Hamlet’te deliliğe doğru ilerleyişi  Bacon’un annesinin son günlerindeki akli melekelerini kaybedişini hatırlattığını söyler. Kitapçığın sonlarında tarihleri arasında yaklaşık yüz yıl olmasına rağmen Shakespeare’in birbirinden farklı iki  büstünü de paylaşarak teorisinde ne denli haklı olduğunu vurgular. Kitapçığın sonunda yazdığı şu satırlar sanırım meramını iyice ortaya çıkarıyor: “Bu küçük broşürümüz delillerin ancak cüz’i bir kısmını veriyor. Yoksa bu mevzu açıldıkça ciltler dolar. Delil delil arkasından sökün eder…bir çok zeki insan ileride herkesin eğlencesi olmıyalım diye bu iş üzerinde çalışmaktadır.”s.32.

Tabii bu işe sadece kendisinin kafa yormadığını, Amerika’nın da bu olayı epey araştırdığını öğreniyoruz satır aralarında. Öyle ki; Amerikalılar'ın İngiltere’nin bu kayıtsızlığına hayret ettiklerini yazar. O dönem, kelime hazinesi 300 olan ve üstelik kaba olan bir adamın Londra’ya gelerek, en alt sınıfın içinde üç-dört sene yaşayarak nasıl 15.000 ile 20.000 arasında kelime kullanarak dünyanın en büyük edebiyatını yapar, ayıptır günahtır, diyerek yüksek sesle bir soru sorar bize.

Gelgelelim bu teoriyi savunan sadece Walter Ellis değil. Bu kitapçıktan bağımsız olarak; Mark Twain, Friedrich Nietzsche, Georg Cantor, bu efsaneyle ilgili birkaç makale yazdığı apaçık ortada. Shakespeare, Baconcular ve Stratfordcular olarak iki grup arasında bir o yana bir bu yana elden ele dolaşmaktadır. Bu davanın en ilginç taraflardan biri, 1916’da Chicago’da bir yargıcın Bacon’ın Shakespeare eserlerinin asıl yazarı olduğuna karar vermesiydi. Baconcı teorisyenlerden Orville Ward Owen ve Elizabeth Wells Gallup'un bir adım daha ileriye giderek  Bacon yani Shakespeare'in eserlerinde Elizabeth dönemine ait şifreler olduğunu bile iddia etti. Bu iddiaların en tuhafı da Bacon'ın Kraliçe I. Elizabeth'in oğlu olduğunu söylemesidir. Bu iftira mı yoksa bir aidiyet lüksü mü bilinmez ama efsane fena halde karmaşık. Peki, batı cephesinde değişen bir şey yoksa siz hangi cephedesiniz?

 

 

 * Ellis, Walter, Shakespeare Efsanesi, çev. Sacit Polater, Kenan matbaası, İstanbul 1946

 


harun aktaş